the fault in our stars

john green'in 2012 yılında çıkardığı, iki tane kanserli genç olan hazel ve gus'ın aşkını anlatan romanı.

kitabı uzun zamandır okumak istiyordum ama üşengeçliğime geldiğinden ingilizcesini okumak istemedim, sonra geçen hafta d&r'da türkçe çevirisini görünce büyük bir sevinçle aldım. kitap zaten best seller olmuş ancak filminin de geleceği sırada, yapılan tanıtımlarla kitlesini öyle bir genişletti ki, hani herkes ucundan-kıyısından köşesinden biliyor kitabı biraz. güzel bir aşk hikayesine tavım, hani öyle herhangi bir hikaye değil ama. mesela the notebook öyle bir çarptı ki beni ondan beri beklentiler yüksekte.


--- spoiler ---

kitaba başlarken beklentilerim yüksekti çünkü yabancı basında kitap öyle bir noktaya ulaştı ki. ilk 20 sayfasında, pişmanlığa kapılıp twilight vari sırf 16 yaşındakı tumblr kızlarını hedefleyen bir roman izlenimine kapıldım ki bu kadar insan bu kitaba bayılmışsa, dahası vardır diyerek devam ettim, iyi ki etmişim. aslında hikayenin sonunu az-çok tahmin etmek mümkün ama ben arada neler, nasıl olaylar olacak merakıyla bir gecede 200 sayfa okudum, kalanı da yine bir çırpıda bitirdim. karakterleri biraz mükemmel bir çizgi çizse de, hikaye gerçekten baymadan çoğu yerde sizi gülümseterek, bazen de gerçekliğin çarpmasıyla gerçekten etkiliyor insanı. özellikle ilk başlarda pes etmiş gibi duran hazel'ın gus'ın alaycılığına karşı gelmek için kendinden beklenmeyeler şeyler yapması-ki çok belli nereye götürceği... hele amsterdam kısmı. amsterdam'ın yeri bende çok ayrı, neden bilmiyorum alt tarafı avrupa'da 4 şehir gördüm ama amsterdam bana o yabancılık hissini vermedi, oraya aitmiş gibi hissettirdi. o kanal kenarında yemekler, vondelpark'tan bahsedilmesi, o romantik sahneler beni çok mutlu etti. kendisine karşı antipati ile sempati arasında olsam da film için shailene woodley iyi bir seçim ama esas o eblek suratlı ansel elgort, kitapta tam tasvir edilen gus'ı dolduruyor ( sürekli mavi gözleri diye bahsedilmesine karşın kendisi kahverengi gözlü). filmi henüz izlemedim ama 2 saate bir kitabın ne kadarı sığdırılabileceğinden kitaptaki birtakım kısımlar daha kısa geçilmiştir diye düşünüyorum. kitapta tasvir edilen van houten'ı da willem dafoe'nun canlandırması da ayrı bir farklılık.

kitapta hep hazel ölücekmiş hissiyatıyla okuyorsunuz, kitabı sonunu öngöremiyorsanız güzel de yapan bu; her başarılı aşk hikayesindeki gibi beklenmedik anda gelen bir kayıp ile hikaye o epik havasını kazanıyor. okurken, kanserli iki gencin aşk hikayesi diye okusanız da o aralarındaki tatlı gerilim, bunun aşka dönüşümü, salıncak, gus'ın o analizleri o kadar güzel ki, kendinizi o aşk hikayesinin üçüncüsü gibi hissettiriyor. sanki an be an onların aşkına tanık olmuş, gus ölünce siz de gerçekten bir parçanızı onla kaybedip hazel'la dünyaya sövmek istiyorsunuz. kitapta bazı cümleler bana daha bir anlamlı geldi:

"i put the car in park and looked over at him. he really was beautiful. i know boys aren't supposed to be, but he was."

"that's the thing about pain," augustus said, and then glanced back at me. "it demands to be felt."

“but i believe in true love, you know? i don’t believe that everybody gets to keep their eyes or not get sick or whatever, but everybody should have true love, and it should last at least as long as your life does.”

“but it is the nature of stars to cross and never shakespeare was more wrong than when he had cassius note "the fault is, dear brutus, is not in our stars/but in ourselves."

"the weird thing about houses is that they almost always look like nothing is happening inside them, even though they contain most of our lives i wonder if that was sort of the part of architecture."

"i'm in love with you, and i know that love is just a shout into the void, and that oblivion is inevitable, and that we're all doomed and that there will come a day when all our labor has been returned to dust, and i know the sun will swallow the only earth we'll ever have, and i am in love with you.”

"when the scientists of the future show up at my house with robot eyes and they tell me to try them on, i will tell the scientists to screw off, because i do not want to see a world without him.”

“omnis cellula e cellula," he said again. "all cells come from cells. every cell is born of a previous cell, which was born of a previous cell. life comes from life. life begets life begets life begets life begets life.”

“grief does not change you, hazel. it reveals you.”

“you don't get to choose if you get hurt in this world, old man, but you do have some say in who hurts you. i like my choices. i hope she likes hers.”

kitapla ilgili tek eleştirim, yazar john green'e kızmak. kitap boyunca hazel an imperial affliction yarım kaldığı için van houten'a kızıyor ama bir anlamda, agustus'ın ölümü ve sonrasında ayakta kalmaya çalışan, bir kez daha augustus'a aşık olan hazel açısından hikayenin ucu açık kalıyor. bu anlamda bir tatmin yaşamak isterdim, hazel'a ne olduğuna ilişkin. ikinci bir husus ise, daha çok kendime kızdım: keşke üşengeçlik yapıp da kitabın çevirisini okumasaydım ki kitabı inceledim gerçekten yazarın dili ve anlatımı kolay anlaşılır. çeviri ile bir şeylerin kaybolabileceğini bilirdim ama ama kitabı okurken kitaptaki bazı ifadeler aynı anlamda çevrilmiş de olsa, hep bi yarım, bi havada kalmış hissi yarattı bende. yazarın size geçirmek istediği o duyguyu, o betimlemeyi ne yazık ki tam anlamıyla geçiremiyor türkçe çeviri, bu sebeple de kitaptan altını çizdiğim kısımları özellikle orijinalinden alıntıladım.

--- spoiler ---
yine gençlerin oldukça yükseklere çıkarttığı, laf söyletmediği; sanki iki kanserli sevgili koyup aşklarına engel olursak daha çok prim yaparmışcasına bir acındırma duygusu ile piyasaya sürülen yapay ve gerçek olması çok az olan; inandırıcı olmayan ve abartılmış bir aşk hikayesi. * * *

--- spoiler ---

ne kadar aşk filmi gibi dursa da, aşkın üstünde pek fazla durmadıklarını düşünüyorum. evet ortada bir ilişki var, üstüne çok fazla rastlantı koymuşlar, çok bomba güzel gösterip, sonra bunu yıkmışlar, sonra diğeri ölmüş falan hemencecik; ama bu denli yüceltilecek bir aşk yaşamış gözükmediler. gerçekçi değil, olay orada. sen git insanlara bunu göster, sonra insanlar gerçek hayatta bu aşkı arasın, bulamasın, depresyona girsin. ya da başka bir açıdan; bakın sizden daha fazla zorluklarla başa çıkan insanlar var, kıymetinizi bilin, sevgilinizi sevin; mesajı da genişletilebilir tabi. okay? okay.

ayrıca, filmde, kızın okuduğu kitabın yarıda kesilmesi sonucu, gus'ın yazara mail atması, cevap gelmesi, birlikte amsterdam'a gitmeleri * falan bu arayışları ve cevap alamamaları ve filmin sonunu da kızın ileride ne olacağını bildirmeden kapatmaları, ne kadar gereksiz bir şeydir diye sorgulatıyor. okay? okay.

ayrıca madem konu kanser, belki aileyi de bir o kadar ön plana koyabilirlerdi. özellikle gus'ın ailesini. sanki bi tek cenazede gözüktüler, bi anlam ifade etmedi onların ağlaması... mesela my sister's keeper filmi. o filmdeki aşka aileye bak, buna bak. şaka gibi bu film, ciddiye bile alınmaz, o filmi zilyon kere izledikten sonra. okay? okay.

--- spoiler ---

*
"when you go into the er, one of the first things they ask you to do is rate your pain on a scale of one to ten, and from there they decide which drugs to use and how quickly to use them. i'd been asked this question hundreds of times over the years, and i remember once early on when i couldn't get my breath and it felt like my chest was on fire, flames licking the inside of my ribs fighting for a way to burn out of my body, my parents took me to the er. nurse asked me about the pain, and i couldn't even speak, so i held up nine fingers.

later, after they'd given me something, the nurse came in and she was kind of stroking my head while she took my blood pressure and said, "you know how i know you're a fighter? you called a ten a nine."

but that wasn't quite right. i called it a nine because i was saving my ten. and here it was, the great and terrible ten, slamming me again and again as i lay still and alone in my bed staring at the ceiling, the waves tossing me against the rocks then pulling me back out to sea so they could launch me again into the jagged face of the cliff, leaving me floating faceup on the water, undrowned."


bunu ilk okuduğumda gözlerim dolmuştu. saatlerce bunu düşünmüştüm.
kitabı sinemaya uyarlanmış halinden daha iyi