fahrenheit 451

ray bradbury'nin itfaiyenin görevinin yangınları söndürmekten kitap yakmaya evrildiği ve dünyayı kitaplardan temizlenmiş bir yer haline dönüştürmeye çalışan devlet anlayışının hakim olduğu bir gelecek tahayyülü üzerine kurulu kültleşmiş kitabı. kitabın adı, kitap kağıdının fahrenheit cinsinden yanma derecesine tekabül eder.

kitap yakmakla görevlendirmiş montag'ın kitapları keşfetmesi ve yazıldığı günlerde, onlarca yıl sonrası için neredeyse kehanet diyebileceğimiz bir çok şeyin günümüzde gerçekleşmiş olması ayrıca ilginçtir. özellikle, insanlara "hiçbir şey" vermeyen yarışma programları ve "izleyenlerin" kendilerini bir parçası gibi görmeye başladıkları nehir-dizilerle alakalı satırlar kitabı daha da ilginç kılmaktadır.

kitap, devlet'in elinden kurtarılmış kitapların, kelimesi kelimesine insanlar tarafından hatmedildiği bir bölümle biter..."ben, platon'un cumhuriyet'iyim..."

kitaptan;
..."onlara yarışmalar düzenle, en popüler şarkıların sözlerini, devletlerin başkentlerini veya iowa'da geçen yıl ne kadar mısır yetiştirildiğini bilerek kazansınlar. onları patlamalarına neden olmayacak bilgilerle doldur, öyle lanet olası 'olaylarla' tıka basa yap ki, kendilerini bilgileriyle gerçekten "zeki" hissetsinler. sonra düşündüklerini hissedecekler, hiç kımıldamadan hareket ettikleri hissine kapılacaklar ve mutlu olacaklar, çünkü bu tür olaylar değişmezler."

..."hepimiz birbirimize benzemeliyiz. hiç de anayasanın dediği gibi, kimse eşit ve özgür doğmamıştır, herkes eşit yapılır. her insan bir diğerinin sureti olunca herkes mutlu olur, ortada çekinilecek, korkulacak, herkesi kendisini yargılamasına yol açacak dağlar yoktur."
kitabı okurken kitaplar hakkında yapılan yorumlara zaman zaman hak verdiğim roman. evet, bazen sadece bir yığın insan birbiriyle kavga ediyor.
yönetmen françois truffaut tarafından filme de çekilmiştir.
başyapıt. uzun zamandır okuma listemdeydi. sıkı bir distopya fanı olarak bu zamana kadar okumadığım için utandım. her ne kadar detay açlığımdan dolayı biraz hayalkırıklığına uğramış olsam da kurgu ve betimler ile gönlümde yer edindi.

altını çizdiğim paragraflar ise şöyle;

--- spoiler ---
“ah, onlar benim eksikliğimi hissetmezler,” dedi clarisse. “ben anti-sosyalim, öyle diyorlar. onların arasına karışmıyorum. çok garip. ben aslında çok sosyal biriyim. bu tümüyle, sosyalle ne kastettiğinize bağlıdır, değil mi? bana göre sosyal demek, bu gibi şeyler hakkında konuşmak demektir.” ön bahçedeki ağaçtan dökülen kestaneleri çatırdattı. “ya da dünyanın ne kadar tuhaf olduğundan söz etmektir. insanlarla birlikte olmak güzel. fakat bir grup insanı bir araya getirerek, sonra da benim konuşmama izin vermemek sosyallik değildir bence. ya sence? bir saat televizyon dersi, bir saat basketbol veya beyzbol ya da koşu, diğer bir saat çalgı uyarlama tarihi dersi veya resim ve yine spor, fakat biliyor musun biz asla soru soramayız veya çoğunluğumuz yapamaz; onlar cevapları sana boca ederler, bing, bing, bing ve biz dört saat daha orada oturup film-öğretmeni seyrederiz. bu benim için hiç de sosyal değil. bir sürü huniler, içlerine su boşaltılıyor, altlarından dökülüyor, onlar bize bunun şarap olduğunu söylüyor, oysa değil. günün sonunda, bizi o kadar yoruyorlar ki, hiçbir şey yapamadan yatağa girmek, çevredekilere sataşmak için lunaparka gitmek, büyük çelik topla cam kırılan yerde camları kırmak, araba parçalanan yerde arabaları parçalamaktan başka bir şey yapamıyoruz. ya da arabalada caddelerde yarış yapmak, sokak ışıklarının direklerine en yakın kim geçecek diye denemek, 'korkak’ oynamak ve 'jant kapaklarına çarpmak’tan başka. sanırım benim için her söyledikleri doğru. hiç arkadaşım yok. bunun da benim anormal olduğumu kanıtladığı varsayılıyor. fakat tanıdığım herkes bağırıyor vahşiler gibi, dans ediyor ya da birbirini dövüyor. dikkat ettin mi, bugünlerde insanlar birbirilerini nasıl incitiyorlar?”
--- spoiler ---

--- spoiler ---
“şanslıyız ki onun gibi acayip kişiler çok sık olmuyor. onların birçoğunu geç olmadan, daha tomurcukken nasıl ayıklayacağımızı biliyoruz. bir evi çivisiz ve ahşapsız inşa edemezsin. eğer bir evin yapılmasını istemiyorsan, ahşap ve çivileri sakla. eğer politik bakımdan mutsuz bir adam istemiyorsan, kaygılandıracak bir soruda ona iki bakış açısı verme, birini ver. daha da iyisi hiç verme. bırak savaş gibi bir şeyin var olduğunu unutsun. eğer devlet yetersizse, havaleliyse ve vergi delisiyse, insanların devlet üzerine endişelenmesindense bırak böyle olsun. huzur, montag. onlara yarışmalar düzenle, en popüler şarkıların sözlerini, devletlerin başkentlerini veya iowa’da geçen yıl ne kadar mısır yetiştirildiğini bilerek kazansınlar. onları patlamalarına neden olmayacak bilgilerle doldur, öyle lanet olası 'olaylarla’ tıka basa yap ki, kendilerini bilgileriyle gerçekten “zeki” hissetsinler. sonra düşündüklerini hissedecekler, hiç kımıldamadan hareket ettikleri hissine kapılacaklar ve mutlu olacaklar, çünkü bu tür olaylar değişmezler. olayların bağlantılarını kurmaları için onlara felsefe veya sosyoloji gibi kaypak şeyler verme. o zaman melankolik olurlar. bugünlerde birçok adamın yapabildiği gibi, tv duvarını ayırıp tekrar birleştiren kişi, insanı kaba, hayvansı hissettirmeden ölçülüp biçilemeyecek olan evreni ölçüp biçmeye çalışan kişiden daha mutludur. biliyorum, ben denedim, cehenneme kadar yolu var. sen kulüplerini ve partilerini, akrobatlarını ve sihirbazlarını, gözüpek adamlarını, jet arabalarını, motorsiklet helikopterlerini, seks ve eroinini, otomatik refleksle yapılacak her şeyi getir onlara. eğer dram kötüyse, eğer film hiçbir şey söylemiyorsa, eğer oyun boşsa, beni tereminle dürtükle, yüksek sesle. sadece titreşime dokunsal bir tepki olduğunda, oyuna karşılık verdiğimi düşüneceğim. fakat umrumda değil. ben yalnız somut eğlenceden hoşlanırım.”
--- spoiler ---

--- spoiler ---
valiz suyla dolup batarken, suda sırtüstü ilerlerken nehir uysal ve tembeldi ve onu, kahvaltılarında gölgeler, öğle yemeklerinde buhar ve akşam yemeklerinde buğu yiyen insanlardan uzaklaştırıyordu. nehir çok gerçekti; onu rahatlattı ve sonunda ona serbestliği, bu ayı, bu yılı, bir ömrü dolduran yılları düşünme fırsatını verdi. kalbindeki çarpıntıların azalışını dinledi. damarlarındaki kan hızlandıkça, düşünceleri durdu.
artık gökte iyice alçalmış olan aya baktı. ay oradaydı, ayın ışımasının sebebi neydi? elbette, güneşti, peki güneşi ısıtan neydi? kendi ateşi. güneş ise her gün yanıyor, yanıyor. güneş ve zaman. güneş ve zaman ve yanma. yanıyor. nehir onu biraz kaldırdı. yanıyor. güneş ve dünyadaki her saat. hepsi bir araya gelerek kafasında tek bir şey oluşturdu. karada uzun süre sürüklendikten ve nehirde kısa süre sürüklendikten sonra neden bir daha hayatında hiç yakmaması gerektiğini biliyordu.
güneş her gün yanıyordu. güneş, zaman’ı yakıyordu. dünya hızla bir daire çiziyor ve kendi ekseni çevresinde dönüyor, zaman da nasıl olsa montag’ın bir yardımı olmadan, yılları ve insanları yakıyordu. böylece eğer o, itfaiyecilerle birlikte nesneleri, güneş de zamanı yakmaya devam ederse, bu her şeyin yakılacağı anlamına geliyordu.
ikisinden birinin yakmayı bırakması gerekiyordu. elbette güneş bırakmayacaktı; o halde görünüşe göre bunun, montag ve birkaç saat öncesine kadar birlikte çalıştığı arkadaşları olması gerekiyordu. bir yerde kurtarma ve saklama işine yeniden başlanmalıydı. birisi, şu veya bu şekilde; kitaplar halinde; plaklar halinde; insanların kafasında; ne şekilde olursa olsun; güvelerden, böceklerden, çürümeden, mantarlardan ve kibriti olan insanlardan koruma ve saklama işine başlamalıydı. dünya her türde ve her boyutta yanışlarla doluydu. artık asbest dokumacıları loncasının çok yakında kepenklerini açması gerekiyordu.
--- spoiler ---

ayrıca bunu seven bunları da sever;
(bkz: cesur yeni dünya)
(bkz: 1984)
(bkz: biz)