gece okunan şiirler



aklımın dur dediği yerlerde duramadım


söylenmemiş sevgilerde açılmamış şarapların tadı var
geceler senden önceydi
şafağı gördüm sende
tutkulu duyguların yansıyan ışığıydı parlayan gözlerinde
yasaklar davet gibi çağırdı
olmazlara
her zaman hep sana yöneldi
duygularım
aklımın dur dediği yerlerde
duramadım
yasaklar davet gibi çağırdı
olmazlara
çıkmazlar sokağında hep seni sabahladım
olmazı olur sandım
yoruldu umutlarım tutku,
duygularımın yansıyan ışığıdır
parlayan gözlerimde…

yıldız kenter
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

hiçbir şey! kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında
yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla
dönüşür içimizde az menekşe, bir sarmaşık
menekşe, hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara
mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur
her yandan güneşler kurur, sanki yaz günüyledir
bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla
deriz ki, “şuram ağrıyor” bir de, “başım dönüyor”, “yanıyor avuçlarım”
belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma
bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş, yaşıyorcasına
uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık
nedir mi ellerimiz-korkunçtur bir elin bir köşesinde insan olmalarıyla-
korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin
kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin
ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park bekçisinin
korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi sallanaraktan
bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda aranan
korkunçtur-bunu anlıyoruz-bir yüzün en çoğul beyazında
korkunctur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe ışıklarında
ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan olmalarıyla
korkunçtur korkunç!
diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum ayrıca
neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
tüketen kim. hani görmeden daha, sezmeden herşeyin bittiğini
ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz inceliği
ansızın bir ürperişte: bitti mi herşey bitti mi
yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar
birakıp giden beni bir kenara, bir uzağı, yada bir boşluğu bırakır gibi
ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.
ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız
hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
okunmaz kitaplarda, uzaksı giyişlerde çocuksuz avlularda
anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun butlarında
ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan olmalarımla

kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
anılar bulacaksam – anılar mı dediniz? – ne sesli bir vuruşma
odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
rakılar, gene rakılar, kırıklar sonsuz yaralar
bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
zorlanmış bir gülüşten – iğrenip birden – kusmalar, bulantılar
bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
ölüler bulacaksam – ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa vurmalar –
ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün?
ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu konuda?
ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık bir şey insanın sonsuzunda.
bu kadarcık bir şey – iyi ya, peki, şimdi kim var sırada? –
sakın ha! biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza.
yok deyin çünkü biz.. biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ellerimizle.. başlayın, hadi başlasanıza!
örneğin bir kahve falı? az müzik? diyorum biraz iskambil!..
ama hiç seslenmeyelim – seslenmeyelim – içimizden oynayalım.
ayrıca,

– dört kişiyiz!
– hayır on!.
– bin kişiyiz!
– bana kalırsa..

ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında?
öyleyse başlayalım: koz kupa! ah şu sinek onlusu bire bir unutulmaya..
çayınız soğuyacak! çayınız mı dediniz? ne tuhaf biraz anlıyorum.

– üç karo!
– pas diyorum!
– susalım baylar, dört kupa!

ah şu sinek onlusu! koz kupa! çayınız mı dediniz? susalım!
susalım – niye susalım – anılar mı dediniz? ne sesli bir vuruşma!
ya sonra? bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra?
gene mi? başladınız mı? peki şimdi kim var sırada?
sakın ha!
biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza.
yok deyin çünkü biz..
biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
ne güzel ağzımızla..
yok canım, ben var ya, istiyorum sırada olmayı.
istiyorum – sahi mi? – ama isterseniz siz olun.
siz olun, biz olalım, kim olacak? – hep böyle oyalansanıza –
yani; “şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa.”
gibi oyalansanıza,
biraz oyalansanıza.

bir oyun başka olamaz oyundan gibi
bir söz başka olamaz sözden gibi
bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne gelir elimizden insan olmaktan başka
ne çıkar siz bizi anlamasanız da
evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

hiçbir şey ! kimse bir gün gözlerimi sevmiyecek, biliyorum
kimse bir gün kemseyi sevmiyecek korkuyorum
bir yaşlı kadın en erkek boyutunda
kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız
kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda
vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
ölüm mü- yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu hiç bilmiyoruz
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda
ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla
tam öyle gibi.. demeyin: eh, biraz yorulsak da
demeyin, sakın haa, yok şu kadar bir şey insanın sonsuzunda
biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz bilmiyoruz ya
diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla.

(bkz: edip cansever)
cemal süreya'dan;

işte tam bu saatlerinde
işte tam bu saatlerde bir yara gibidir su
yeni deşilmiş uçlarına sokakların, küçük uçlarında.
senin o güneş sarnıcı gözlerin
ölüm yası içindeki bir evde
olmaması gereken birşey gibi,kırılan bir ayna gibi.
bu saatlerde.
çarmıhını yanından eksik etmeyen bir isa gibi
merdiven taşıyan bir adam görüyoruz
bu adamı ne kadar çok seviyorum, bu kuşu ne kadar
sen ne seviyorsun sen zaten sevince
alnınla ayıklarsın yeryüzünü,
çardaklar binaların ağızlarında
aşar gider kendi sınırlarını
köpekler gizli bir dağı havlar.
bunlar iyidir diyorum bunlar senden haberli,
yoksa nerden bilecekler
korbon sınırlarında yaşayan balıklar
kovadan sızan hiçret gününü,
peygamberin parmaklarına asıp paltolarını
nasıl girecekler tanrıevine
mucizesever müslümanlar,
ve on binlerin dönüşü sırasında
grek keçilerinin çiftleştiği
dağ yolları neyle donacak?
yine de sevişirken
kullandığımız her kelime
hırsızın devirdiği eşya.
minibüsleri morarmış sokaklar
buğdayın parayla değişildiği
paranın ekmekle değişildiği
ekmeğin tütünle değişildiği
tütünün acıyla değişildiği
ve artık hiçbirşeyle değişilmediği acının.
o sokaklarda.
saatler yağmuru gösteriyor,
bugün bu küçük salı günü
herşeyi eksik istanbul’un, tepedekilerden başka
yalnız galata
galata
gecenin bodrumlarında beslediği
o tükenmez paslanmaz tutkusu
bir ağız mızıkası halinde
denize yediriyor yavaş yavaş

antika sızılarımı açık arttırmaya çıkardım
üç kuruşluk gerçekleri paha biçilmez yalanlarla örtbas ettiler
bilmediğiniz her şeyi biliyorum
suç aletim inancım bayım
ve bilin ben en çok kendime inandım
bildiklerimi bilseniz şimdi
ve ben bilmesem
bu şiir unutulmak için yazıldı
son cümlede kendi intiharını yazmak
ve bir daha hatırlanmamak
unutmayın her şiir kendi kalemiyle vurulur
ben unutmak için sevmedim bayım
hangi tene uyduysa tenim yoldan çıktı
kimle konuştuysa biberler sürüldü vücut dilime
sevgiyle açıldı sandığım kollarda gerildim çarmıha
ve duvarlar örüldü kalbimin hicret emri aldığı her kalbe
ben kalbimle sevmem bayım
biz ayrı dünyaların kuyrukları kesilmiş yalanlarıyız
benim de aklım tutuldu zamanında / kalbim lades
aklımı kaçırıp aşık oldum
düş kırıklarımı kalbimle topladım / kanadım
kalp çarptığı kadar yaşar insan
ve beyin yaşadığı kadar sever
ben beynimle severim
- beyin ölümü gerçekleşen kalp sevemez
ben unutmak için sevmem bayım
bundan en çok tanımadığım insanları sevdim
en iyisi siz hep yabancı kalın
suni sancılarla doğurduğum şiirlerle uymuyor dna'nız
şiirlerin meryem anasıyım, icabında
masalların bekareti çalınmış güzel pollyanna'sı
acısını alsın diye tuza yatırırım düşlerimi geceden
düş biterse ölüm gelir bayım
düşlüyorum öyleyse varım
ben anne de olamam bayım
kundakta acılar büyütürüm en fazla
umut dayarım ağızlarına ağladıklarında
acıların meryem anasıyım, icabında
filmlerin kötü kadını, üvey annesi, aliye rona'sı
insanlığın hudut kapısından
elimi kolumu sallayarak çıkar
şeytana iltica edebilirim
yediğim çanağa pisler sonra
kırar şeytanın bacağını
pollyanna senaryolarımdan bir çift değnek sunabilirim huzuruna
acılar eskidikçe sızısı ucuzluyor
değeri artıyor
seneye de giyerim diye bir boy büyük hüzünler seçtim kendime
hacimsiz mutlulukların tadı damağıma varamadı hiç
batıl inançlarım olmadı mesela
nazar değmesin diye mi kurşun döküyordu kalleşler masum çocuklara
kısır topraklara dilekler ektim en görkemli umutlarımdan
kuyulardan boş hayaller kaçırdım
tahtalara hiç vurmadım
kara kedilerle samimi oldum
tanrı'yla saklambaç oynadık merdiven altlarında
ben ebe oldum
ne zaman dokunmaya kalksam
- o ki dokunmayan ve dokunulamayan - yok oldu
hiç yoktan iyidir bayım
hiç olmayı öğrendim
sihirli bir dünyada çok gerçek kaldım
ve gerçek bana hiç yakışmadı.
gerçeğinden ayırt edilemeyen muazzam yalanlar diktim dudaklarıma
ne zaman gerçeği söylesem gerildi dikişlerim / kanadım
katında yerim olsun diye
tanrı'nın gözüne girmek için hiç uğraşmadım
kork dediler
korkmadım bayım, sevdim / günahım ne büyük
tanrı'nın etkisiz elemanı olmam istendi
pi sayısı gibi sabit, cahil
ruhsuz, dilsiz, tam anlamıyla beyinsiz / beceremedim
tanrı'yla güldük insanlığa, ağladık bayım / ne büyük günah
tanrı gülmez ancak hesap sorardı
insanlık öldü bayım
tanrı dayanamayıp - bu yüzden- intihar etti
inanmazsınız, tanrı öldü bayım / ruhuna el mucize
doğruyu söylediğim doksandokuzuncu köyden de kovulup
derme çatma kelimelerimle kendi köyümü kurdum
ki siz buna şiir diyorsunuz
benim hiç şiirim olmadı bayım
son cümlede intihar eden tüm yaşamlar gibi
yalnızca bir düştü, geldi ve geçti
geçerken acıttıysa eğer
üzgünüm bayım
ölümleri temize çekmek isterken karaya bulanan hayata
ölü taklidi yapıyorum
bir darbe daha almamak için
bu bir şiirse eğer
susa susa şiirbaz oldum bayım
ve unutmayın
ben hep kendi silahımla vuruldum

onikiden sonra balkabağına dönüşebilir şiir
asıl mesele o zamana kalmadan
bir şeylerin değişebilmesi
ben size bayım demiş olabilirim
ama siz
lütfen üzerinize alınınız

dilek akın
"biz yeni bir hayatın acemileriyiz
bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor
şiirimiz, aşkımız yeniden,
son kötü günleri yaşıyoruz belki
ilk güzel günleri de yaşarız belki
kekre bir şey var bu havada
geçmişle gelecek arasında
acıyla sevinç arasında
öfkeyle bağış arasında
....

biz kırıldık daha da kırılırız
kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza"

(bkz: cemal süreya)

"em rojên nexweş ên dawî dijin belkî
belkî em rojên pêşî yên xweş jî bijin
tiştekî tehlok heye di vî hewayî de
di navbera dahatû û rabirdûyê de
di navbera êş û dilşahiyê de
di navbera hêrs û bexşînê de
dm şikestin hê jî em ê bên şikestin
ji rojhilat ber bi rojava di hemû cîhanê de"

kürtçe bilmeyenler için:

"son kötü günleri yaşıyoruz belki
ilk güzel günleri de yaşarız belki
kekre bir şey var bu havada
geçmişle gelecek arasında
acıyla sevinç arasında
öfkeyle bağış arasında
biz kırıldık daha da kırılırız
doğudan batıya bütün dünyada"

(bkz: cemal süreya)

edit: pisinge zaten paylaşmış... ne güzel bir başkasının da gecenin köründe cemal süreya'nın bu şiiriyle umut biledeğini öğrenmek.
bir ara sokakta öldüm…dün
öylece yani.
birdenbire
boşluğa düşer gibi, sarı bir sessizliğin içinde
granit duvarlı binanın anlamsızlığına,
şehrin boşu boşunalığına içerlerken
bırakmışım son nefesimi kaldırıma
bitmiş,
öylesine yani.
birdenbire

yan binadaki otel odasından izliyordu oğlan
yüz ifadesini göremesem de
anlamış mıydı acaba öylece oturmadığımı?

o sokakta bitti her şey
öğleden sonralarını bir bardak sütle geçiştiren
apartman sakinlerini düşlerken
sıkıntıdan
ölmüşüm…dün

arka odada ütü yapıp
buharını burnuna çeken kadını,
mutfağında her öğün için soğan doğrayıp
gözyaşını kabuklara saklayan madam mari'yi
kocasıyla artık sevişemediği için
kapı komşusu gar sabunu satan adamı düşleyen servi'yi
düşündükçe
ölüvermişim…dün

böylece bitmiş yani,
birdenbire

sıkılmışım derinden zahir.
tutunca da nefesimi
portakal kabuklarıyla çay demini döktükleri çöpe
iki kedi de bulanınca
kaldıramamış nefsim demlenmiş portakal kedilerini
balkabağı mevsimi bile değilken
dönüşüvermiş her şey baldan kabağa
ve saat henüz 12'yi vuramamışken
kalkmış otobüsler durmamaya
mecal mi bulamamışım, yere döktükleri bala mı basmışım
hatırlamam ama
öylece kalakalmışım-kalkamamışım.

şehrin insanı haberdar değil mi bu öldüresiye sıkıntıdan?
vagonlar boş, birkaçı kiremit taşıyor topraktan
kayıklar da serseri misinalar
otobüsler kimseyi almadan durup durup geçiyorlar duraktan
arabalar yürüme mesafelerini öldürüyor her gün, her öğle
her gece
bisikletleri balkonlarında unutanlar
her an yağmur yağsın diye dua ediyor
üç öğün yemek yiyip, dört öğün uyuyorlar
buna rağmen erken uyanıp, geç yatıyorlar
aynı kuru kahveciden gün aşırı -iş olsun diye-
yüzer gram kahve alıp evde -iş olsun diye- öğütüyorlar
ve bir gün bile sormuyorlar öğütülmüşünü
kimse sormuyor iş olsun diye yapılan iş, iş midir diye?

bunlar olurken ölmüşüm o ara sokakta
balkondaki beyaz brandalar rüzgarla sökülürken
sökülüvermişim
şişip patlayan bir eteğin dikişi gibi
sıkıntı işte

ya da ölmek yerine
iki adım yol yürüyeydim de
konuşuverse miydim şu gelin çiçeğiyle.
gitmek yerine…?
çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
alt katında uyumayı bir ranzanın
üst katında çocukluğum...
kâğıttan gemiler yaptım kalbimden
ki hiçbiri karşıya ulaşmazdı.
aşk diyorsunuz,
limanı olanın aşkı olmaz ki bayım!
edgar allan poe 'dan

yaz ortasındaydı
ve geceyarısı
ve yıldızlar yörüngelerinde
ölgün ölgün pırıldarken
daha parlak ışığında
kendisi göklerde
köle gezegenlerin arasında
işığı dalgalarda olan soğuk ayın
soğuk tebessümüne dikmiştim gözlerimi
fazlasıyla,fazlasıyla soğuktu benim için
derken kaçak bir bulut
geçti örtü niyetine
ve ben sana döndüm
yükseklerdeki iştihamına
mağrur akşam yıldızı
senin ışığın daha değerlidir benim için
çünkü yüreğime mutluluk verir
göklerdeki gururun geceleri
ve daha çok beğenirim
o alçaktaki daha soğuk ışıktan
senin uzaklardaki ateşini.
ne olabilirim bir peygamber ve yalancıdan başka,
anası peri, babası keşiş
süt dişleri çarmıhta çıkmış,
beşiği suyun altında,
iblisin tanrıdan olma kızından başka
ne olabilirim?
çok güzel

durma artık burada uysal âşık!
aydınlık milinin yatağında.
bilemiyoruz belki de meşe o ağacın adı,
anlayamıyoruz varolduğumuzu gölgesinde
ağırbaşlılığının.
veda geliyor şimdi, öğretmek için
sergilenmeyi, uçuşan geriye dönen
vakitte.

kime, kime gönderiyor incelen yapraklarını
yüzün, kavisin beyaz yanağıyla?

bu aklıkta, minarem mavi benim.
işığım denize kayıyor, bir sayıklama
izleğiyle, bir zamanlar pay verdiğimiz
insanlığa!

nilgün marmara