feminizm

öncelikle hastalık değildir.
feminizm sadece kadın mücadelesi de değildir, zira feminizm herkesin kurtuluşudur.
feminizm kendi alt dallarında hedefler alır. günümüzdeki erk sorununu kimisi kapitalizme, kimisi kültüre, kimisi erkeğin biyolojisine bağlar.
her gün 3 kadın ölürken, defalarca kadınlar tecavüze uğrarken, çocuk gelinler varken, kadınlar ikinci plana atılırken, sinirli olduklarında heteroseksistlerin regl misin sorusuna maruz kaldığı halde kimse feministler hastalıklıdır diyemez, cinsiyetçidir diyemez.
temelinde kadın erkek eşitliğini savunur. kadının bedenini, cinselliği keşfetmesi üzerinden temel alır.
en basit şekliyle, kendindeki kusurları başkasının üzerinde görmeye çalışmaya meyilli insanoğlunun kadın versiyonunun yaşadığı aşağılık psikolojisini kendinden üstün olan erkeğe bok atarak yenme çabasıdır. feminizm bir düşünce değil, hastalıktır. feministler de ruh hastasıdır. cinsiyetleri ön plana çıkaran her şey hastalıktır.
hetero ve erkek egemen bir dünyada, etkiye tepki olarak gelişmiş bir düşünce akımıdır.
her ay onlarca kadının öldürüldüğü, milyonlarcasının erkeklere kölelik ettiği bir dünyada (hiç kusura bakmasın hemcinsim erkekler) feminizme ayrımcılık ve manyaklık demek faşistlik ve bencilliktir!

(bkz: eko-feminizm)
yerleşik düzen ve toplum için en büyük tehdittir.
kapitalizmin canına okuyabilecek, varolan en etkili akımdır.
feminizmle birlikte, bedeni konusunda tek söz sahibi olacak olan kadın kendisini niye kuluçka olarak görsün ki?
dolayısıyla kadın yeni insanlar dünyaya getirmeyip kapitalizmin müşteri sirkülasyonunu yok eder.
belki de insanlığı.
kısaca kadının kendine yakıştırdığını giymesidir.
feminizm ifadesi teorik olarak lügatımıza çok yeni girmiş olsa da, pratikte avcı-toplayıcı döneme dayanan ve kadın-erkek eşitliğini savunan ifadedir. amaç sahibi ilk insanlar olarak bilinen avcı toplayıcılar yaşantılarına iş bölümü yaparak şekil veriyorlardı ancak ataerkil düşünce yapısının feminizme dayattığı güç ögesi burada da karşımıza çıkıyor. erkek bireylerin ava kadın bireylerin toplayıcılığa çıkmasında gücün etkisini öne sürüyorlar, fakat şuan ki biyolojik farklılık ilk insanlar için geçerli değildir, doğanın getirileri ve yaşam şartları iki cinsiyetin fiziksel yapılarının yakın olmasını sağlamıştır. ayrıca av her zaman olmaz özellikle de ilkel şartları göz önünde bulundurursak kadınların üstlendiği toplayıcılık istikrardır, av ekstra bir besin kaynağı olarak değerlendirilebilir. kadının konumunun değerli kılındığı bir başka nokta ise doğurganlıktır. nüfusun çok seyrek olduğu ve şartlar yüzünden ölüm tehlikesiyle sürekli burun buruna yaşanan bir dönemde yeni bireyler kazandırmak kutsal sayılır, ve soy anne soyu üzerinden devam eder. tek eşlilik, evlilik, birliktelik gibi kavramlar henüz yokken çocukların babası bilinemez çünkü, anne tektir, miras kavramı ve küçük soylar oluşmaya başladığında anne esas alınarak düzenlenir. bu düzen tarım dönemine kadar devam eder, tarım dönemi dünyanın tüm ekolojik dengesini altüst eden ve yerleşik hayata geçiş olarak da adlandırılan dönemdir, aslında kapitalizmin de yerleşkesi oluşmaya başlar. bu dönemle birlikte kadının doğurganlığı neden olarak gösterilip yavaş yavaş eve kapatılmaya başlanılır. kadının cinsel hayatı kısıtlanmaya başlanır ve bir aidiyet yüklenir ancak erkekler çok eşli yaşama devam ederler. ve zaman geçtikçe cinsiyetlere erkek eve ekmek getiren kadın da bekleyen rolü yüklenir. toplumun bireylere dayattığı sosyalizasyonlarla kadınların toplumda yer alamaması, ve pasif bir role zorlanması ataerkilliğin iyice yer etmesine sebep olmuştur. tabi bu uzun süre içinde yerleşen ataerkillik, şuan yaşadığımız dönemle eski dönemi kıyasladığımızda yıkılamayacak bir tabu değildir. bu da sadece eğitimle mümkündür. zira eğitim seviyesi yüksek toplumlarla düşük toplumlar arasındaki kadının yeri arasında uçurumlar vardır. eğitim seviyesini yükselttikçe metalaştırmanın da önüne geçilir. gücün ön planda olduğu dönemde bile kadın-erkek eşitiği söz konusuysa teknoloji ve bilim çağı olarak adlandırdığımız bu dönemde ataerkillik ve antifeminist fikirler pek tabii gerici olarak nitelendirilebilir. birbirimizden farklı kimliklerimiz illaki var, yaş aldıkça da artacak. yapmamız gereken tek şey kimliklerimizi çatışma, üstünlük belirtme ya da küçümseme vs gibi ortamlara alet etmeden önce özsaygıyı sonra saygıyı öğrenmek.. zira tüm kimliklerimizi bir kenara koyarsak geriye hepimizin insan ve hepimizin eşit olduğu gerçeği kalıyor
lgbt toplumu içerisinde bir türlü yer edinemesinin sebebini bir türlü anlayamadığım ideoloji. eşcinsellerin belirgin bir kısmındaki kadın nefreti & kadını aşağılama isteği de anlayamadığım bir diğer konudur.
josephine donovan'ın "feminist teori" başlıklı kitabında başlangıcından 21. yüzyıla akımlarını ve kendi içindeki tartışmaları anlattığı teori. bununla birlikte kitapta feminizmin diğer ideolojilerle ilişkilerine ve feministlerin bu ideolojilere getirdiği eleştiriler de yer alıyor. feminizme tarihsel olarak gelişimiyle birlikte toplu bir bakış ve istenilen alanda yoğunlaşılabilecek kaynakları ve kişileri öğrenmek konusunda da kılavuz niteliğinde bir kitap. okurken yenilendim resmen.
pek çok ideolojinin aksine doğal-normal toplum algısına hapsolmayan sürekli yenilenme, dönüşüm ve pratiği gündeme getiren bunu da bilinçli taraflılıkla sesi duyurulamayandan (başta kadın ve lgbti+ varoluşlar) yana yapan bir ideoloji. o yüzden feminizm durak değil yoldur.