yapılmış en büyük salaklık

liseden mezun olur olmaz istanbul'a gitmiştim. sözde yaz tatili için gitmişken seneyi orada bekarların kaldığı bir evde geçirdim. ilk başta beyoğlu'nda bir restoranda çalışıyordum ama bulunduğum konumdan beyoğlu'a gitmek işkence gibi geliyordu. sabah 8 de orada olmak için 6'da evden çıkıyordum. gece en az 1'de uyurdum. dolu otobüste ayakta rüya gördüğümü hatırlıyorum. daha fazla bu durumu sürdüremediğim için bulunduğum semtte iş aramaya başladım. kafe, restoran nereye başvurduysam seni aricaz dediler. benim de bekleyecek zamanım olmadığı için en kolay girebileceğim tekstile girdim.


tekstilde ilk günümdü. öğle arası moladan dönerken merdivende biriyle karşılaştım. beni gördüğü gibi gülümsedi bana. yanından geçip yukarı çıktım. böyle durumlarda insan hissediyor, o insanla uzun bir yolculuğun başlayacağını. gerek tek taraflı olsun, gerekse karşılıklı olsun. gün boyu aklımdan çıkmadı. sürekli acaba onu bir daha görebilecek miyim, acaba tekstilin sahiplerinden mi diye düşünüyordum. ikindiye doğru kafamı kaldırır kaldırmaz kapıdan girdiğini gördüm. bu olay bir sene boyunca tekrar etti. her kapıdan girişinde sanki bir şeyler beni dürtüyor gibiydi. kafamı kaldırdığım gibi o içeri girer, göz göze gelirdik.

ilk günden muhabbet kurduğum bi çocuk vardı. adamı sorunca patronun abisi dedi. adamın tek görevi arabasıyla malı alır bir yere götürürdü. beraber gitmesi için de yanında biri olurdu. bu işi özel yapan bir adamı da vardı zaten. belirli saatlerde gelir adamına seslenir, malı yükleyip götürürlerdi.

bi gün yine malı yüklemeye gelirken adamına görünmeden beni çağırdı. senle bunları götürelim dedi. ilk seferde yükledik götürdük. benim gittiğimi giren çocuk bu durumdan pek hoşlanmadı.


tekstil ortamını gören bilir. cehennem gibi. dakikalar saat gibi gelir. adamlar sanki seni gün boyu kiralamış, konuşmana bile karışıyorlar. biriyle iki laf ettiğin zaman hemen uyarı alıyorsun işini yap diye. ben bunu başka bir sektörde görmedim. öyle lanet bir yer. o yüzden günde 3-4 defa yarım saatliğine dışarı gidip gelmek çok büyük nimet sayılırdı. bu sebepten o çocuk koltuğunu bana kaptırmak istemiyordu. benim de koltuğunda gözüm yoktu açıkçası. derdim sadece o adamdı, hem gitmeyi de kendim tercih etmedim. beni o çağırmıştı.


ikinci seferde çocuk pusudaydı. adam gelir gelmez zıpladı yanına. malı yükleyip çıktılar. sonraki sefere adam yine beni çağırdı. hatta bana işi takip et, hazır olduğunda sen gel beni çağır diyordu. diyordu da ben bu konularda hiç iyi değilim. sırf adamdan hoşlandım diye yanına gidip her şey hazır demek aşkımı ilan etmek gibi geliyordu. sanki adam kafasında bak benden hoşlandığı için bahane üretiyor diye düşünecek korkusu vardı. ne alakaysa artık, hem düşünse ne olacaktı ki? zaten hoşlanmıyor muydun? ben ona olan ilgimi gizlersem nasıl çözülecekti bu iş? aradan 10 sene geçmiş olmasına rağmen hâlâ aynı malım. hoşlandığım kişinin ondan hoşlandığımı anlamaması için elimden geleni yapıyorum. sonra neden olmuyor benim iş diyorum.

her neyse ikincide de beraber gittik. üçüncüde tabii ki adamın dediği gibi yapmadım. o da beni beklemiş, benden haber gelmeyince kendi gelmiş.- nerden gelmiş diye soru işareti olursa eğer; bizim iş yeri üçüncü kattaydı, patronların odaları ikinci katta olurdu. diğer zamanlarda odasında oturudu. - adamı görünce çocuk hemen tetiğe geçti ama adam onu geri çevirip benim onunla gideceğini söyledi. sonra beni çağırıp neden haber vermediğimi sordu, bundan sonra mutlaka haber vermemi tembihledi ve öyle de yaptım artık.

bu süreçten sonra o adama en yakın kişi ben olmuştum. kardeşi bile ona ulaşamayınca bana sorardı nerede olduğunu.

beraber gidip gelirken samimiyetimiz arttı. malı eline eli elime değerdi, arabada otururken dolu koluma değerdi falan. yani sürekli tensel temas içinde olurduk. artık bilerek mi yapıyordu, öyle mi denk geliyordu bilmiyorum. ama bunlar dışında da bana ilgi duyduğuna dair belirtiler seziyordum. mesela çoğu kez giyindiğim renk elbisenin sonraki gün aynı rengini giydiğini görürdüm. bazen telefonunu elime verip bir şeyler gösterir gibi elini elimin üzerine koyardı. hatta bi gün bi tane halka gibi bir şey vardı arkadaşın elinde, bana verdi. ben de kurcalarken parmağıma takmıştım. tıpkı bir yüzük gibi parmağıma uymuştu. ben de çıkarmadım, kaldı öyle. o ara o da görmüştü. bundan ne anlam çıkar bilmiyorum ama sonraki gün baktım parmağına bir yüzük takmış, yüzüğüm nasıl diye bana elini uzatmıştı.


günler böyle geçerken ona her gün biraz daha bağlanıyordum. ilk günkü heyecan artık yerini acıya bırakıyordu. günün büyük bir kısmında beraberdik ama bu bana yetmiyordu artık. ona sarılmak, dokunmak gibi dehşet arzular içindeydim. ona açılacak gibi girişken de değildim, onun da bir hamle yapacağı yoktu. bunlar içimi kemirirken memlekete dönüp üniversite sınavına hazırlanmam da yaklaşıyordu. tek isteğim gitmeden bir şeyler yaşamak, en azından birbirimize açılmaktı. çünkü gidersem onu sonsuza dek görememe ihtimalim vardı. cesaret bulursam ona açılırım diye numarasını buldum bi yerden. sonra mesaj yazmaya karar verdim. ne yapacağıma bir türlü karar veremedim. yani düşününce aşağı yukarı ne yazacağımı belirliyordum ama iş gönder kısmına gelince saçmalama diyordum kendi kendime. ya olumsuz bir şey olursa yarın öbür gün iş yerinde bu adamın yüzüne nasıl bakacaktım? bu düşünce sürekli beni vazgeçiriyordu. böyle böyle son güne kadar geldik. tek şansımız kalmıştı o da gideceğim gün. veda ederken belki bir şeyler olurdu. ama o da olmadı. çünkü gideceğim gün çalışanlarla vedalaşırken o gelmemişti. vedalaşamadan gittim.

memlekete döndüğümde de sürekli aklım ondaydı. kafamda; acaba şu an ne yapıyor, o da beni düşünüyor mu, özlemiş midir düşünceleri gidip geliyordu. numaramı bir yerlerden bulup arar diye bekledim o da olmadı.


işin salaklık kısmına gelelim. belki de hayatımda yaptığım en büyük salaklık diyebilirim. ondan haber gelmeyince kendim bi mesaj atayım dedim. mesajı atmam çok çok zor oldu ama sessiz kalmak ondan da zordu. mesajın içeriğini tam olarak hatırlamıyorum ama hatırladığım kadarıyla şöyle bir şeydi; merhaba ben x, yanına da genel durumu özetleyen duygu dolu bir mesaj. gönderilme saati gece 23 gibi. diğer gün öğlene kadar karşıdan ses gelmedi. keşke atmasaydım diye içim içimi yiyordu. oysa adam mesajımı görür görmez ona açılmamdan cesaret alıp paragraflar dizecekti. ne salak mışım. hiç demiyorum evli adama gecenin bu saatinde böyle bir mesaj atılır mı diye. bir de iyimserliğe bak. adam mesajımı okuyup anında dökecek içini. neyse öğlen gibi cevap geldi. tam olarak tanıyamadığına dair bir mesaj(yalan tabi). ben de kendimi tanıtmakta ısrar etmedim. muhabbet farklı yönlere kaydı, artık bir birimizin yazdığı son cümlelerden yeni cümleler türetiyoruz ama bunların bizimle hiç alakası yok. beni tanımıyormuş gibi yaptığından fazla detaya giremiyor. muhabbet bi yerde tıkandı. daha da ne o yazdı ne ben. bi kaç gün sonra yine mesaj attım, aynı şekil bir muhabbet döndü. sonra rahatsız etmemesi söyledi. ben ise bunları kabullenemiyorum, yediremiyorum kendime. hadi bu adam beni o manada sevmese de öbür türlü severdi beni. bunların da mı hattı diyordum kendi kendime. diğer gün tekrar yazınca evli olduğunu, onu rahatsız etmemi istemediğimi söyledi yine. tekrar tekrar yazınca bu aramaya başladı. ilk başta cevap vermedim, ama o üst üste aramayı bırakmadı. en son cesaretimi toplayı bu sefer ararsa açacam dedim. hem sesimden de beni tanıdığını inkar edemez diye düşündüm. belki sesli konuşunca bir birimizi daha iyi anlarız dedim.

cümlelerimi tek tek hazırlayıp telefonun başında bekledim. nihayet arama geldi, açtım. tek bir kelime edebildim o da alo. açtığım gibi yapmaya başladığı küfürler, mesaj atmaya devam edersem savcılığa verip götümden şırıngayla kan aldıracaklarmış. olduğum yerde yıkıldım kaldım. savcılığa verecek diye değil, bir sene boyunca onu her özlediğimde o da özlüyor şu an beni, her düşündüğümde o da beni düşünüyordur dediğim adam 5 saniye içinde bütün bu hislerimi yerle bir etti. onu geçtim yüz yüzeyken bana sesini bile yükseltmeyen adam ana avrat düz gitti. olayın şokunu atlayamadım o gün. ve bu bana çok büyük ders oldu. o güne kadar farklı farklı platoniklerim oldu, hepsi hakkında aynı şeyleri düşünmüştüm. demek ki onlara açılsam yine aynı tepkiyi alacaktım. insan sanıyor ki hayat düşündüğü gibi toz pembe. bu gün yine bana ilgisi olduğuna yüzde doksan emin olduğum biri var ama ihtimali sıfır tutuyorum. ve o adam bana gelip açılmadan ben bir adım bile atmam.

her ne kadar kötü sonuçlansa da hayatımın en güzel günleriydi. bu gün hâlâ aramızda olanları düşününce içim bi hoş oluyor. yaşanan kötü olaylara inandıramıyorum kendimi. oysa biraz mantıklı düşünebilseydim o çevreden beni tanıyan birinci dereceden kimse yoktu. yüzüne karşı böyle bir durum var desem eminim bu kadar sert tepki almazdım. en kötü bir daha görüşmezdik.

o kadar şeye rağmen hâlâ belki arayıp özür diler diye beklemiştim. belki gerçekten tanımamış diyordum. orada samimi olduğum bir arkadaşım vardı. hala da konuşuyoruz. olayın yaşandığı yakın bir dönemde tekrar konuşurken adamın beni sorduğunu, numaramı istediğini söyledi. muhtemelen teyit etmişti orda. böylelikle beni tanıdığı kesinleşmişti.

son olarak o zamanlar 17 yaşındaydım. o 45 yaş. mantıklı düşününce o yaşta birini kim ciddiye alsın? alsa da 45 yaşında olan birinin 17 yaşında birine hisleri olan birinden saflık bekleyemezsin. o zamanki aklıyla düşünemiyor insan ama şu an düşünce benim aşkıma karşılık vermesi aşk değil ruhsal bir bozukluk gibi geliyor. işin içine kötü niyet giriyor, tuhaf ve derin bir konu.