çocukken yapılan saflıklar

evde tek başıma kalmaktan korkmazdım, annem de bunu komşularına falan öve öve bitiremez, benle gurur duyardı. bir gün yine babam işte annem de üst kat komşumuz olan hülya teyzemlerde idi. muhtemelen yine, evde tek başıma kalmamla övünüyordu. ben de hummalı bir çalışma başlatıp yatak odasındaki şifonyerin çekmecelerini alt üst ediyordum. üstünde sağlık bakanlığı yazılı kare kare küçük poşetler buldum. içinde ne var acaba diye merak ediyor, bastırdıkça bi o yana bi bu yana kaçan bir cisim hissediyordum. dayanamadım açtım. içinden çıkanı da * * * * tamamen açtım. balon lan bu dedim kendi kendime. şişirdim oynadım. akabinde annemin salonda birkaç tane balon yapılmış prezoları görmesi, benim evde tek başıma kalmamın bana hissettirilmeden yasaklanışı, sonrasında alınan gerçek balonların çabuk patlamasından mütevellit anneme her defasında ''bunlar kalitesiz balon, bunların uçlularından alalım bidahaya'' dedikçe annemin çıldırması ''yok balon malon sana sıçarım balonuna'' demesine mukabil gözümden dökülen yaşlar... *
kuyudan çekilmiş buz gibi suyun içine yaz sıcağında minik ördek yavrularını belki yüzerler diye boğarcasına sokmak, sonrasında garibanların soğuk su sebebiyle şoklanması, yürüyemez hale gelmeleri, bunlar olurken babaya yakalanmak ve eşek sudan gelinceye kadar sopa yemek...
duvara işeyerek kim adını yazabilir deyip arkadaşlarımın similyasına bakarken hep üstüme işerdim
evde bulunan her tülbenti, kumaşı pelerin yapmak, ruhsarcılık oynamak ve tabi ki favorim koltuktan baş aşağı oturmak. ne güzelmiş çocukluğumun zamanları, hey gidi hey.
fişi prize takarken,dur bakalım parmakları fişe temas ettirince ne oluyor acaba diye çarpılmaktır. hangimiz saf değildik ki küçükken?ben de istemez miydim arkadaşlarımın bana; "pony slaystation 6 yaşında, arkadaşları ona einstein diyor" demelerini, olmayınca olmuyor işte.
say say bitmez efenim, " sen ne kadar salak bi çocuksun" diye söylenenlere "senin kadar" diye cevap verirdim. hugo'yu tutturan apartmandaki tek çocuk olmama rağmen telefonu tolga abinin suratına kapadım heyecandan*, bisikletini vermeyen çocuğa dalmak, ve tuvalet deliğine ayağını sıkıştırmak* bunlardan birkaçı.
filmlerin sonundaki the end yazısını mutlu son olarak uyarlamıştım kafamda. birinden duymuştum hatırlıyorum end son demekti; e o zaman the ne olabilirdi ki. o esnada izlediğim filmlerin hepsi de mutlu bitmiş olacak ki teşhisi koymuştum the mutlu demekti; the end de mutlu son. tabi acı bir sonla biten bir filmden sonra ekranda the end yazısını görmemle filme mi ağlayayım yoksa çürüyen teorime mi bilememiştim.
apartman kapısının biraz ilerisindeki mazgala bozuk para atardım, büyüyünce onun kapağını kaldırıp içinde biriken paraları alırım diye düşünürdüm...

bozacıdan korkardım... çünkü gece yarısı sokakta böyle bas bir sesle "boozaa" diye yaşayan ölüden başka kim bağırabilirdi?
ansiklopedi kelimesinde sırf -sik hecesi geçiyor diye ansiklopedi demezdim,onun yerine şu kitap deyip işaret ederdim.
900 lü hugo hattını arayıp bir dakika dolmadan faturaya yazmaz nasılsa diye 59sn hugo'nun o yavşak sesini dinleyip telefonu kapatmak. ay sonunda babamın fatura elinde beni kovalaması hala dün gibi.
annemle babamın düğün fotoğraflarını görüp ağlamışım beni neden çağırmadınız diye.
salakça bir çocukluk geçirdiğimi bu üç hadise ile kabul etmem lazım zannediyorum: 1) ampulü bulan kişinin bizim ediz hun olduğunu sanar ve hem sanatçı hem bilim adamı diye ülkemiz adına övünürdüm. 2) "yukarda allah var" deyip durduklarından allah'ı ev bizim apartmanın çatısında zannederdim. 3) sabah akşam ferhunde hanımlar'ı izlediğimden kendimi deli nermin yerine koyup günlük hayatımı o gibi idame ettirirdim.
küçükken, sanırım 6 kardeşin içinden en uslu olanıydım. babamdan bir kez bile dayak yemeyen tek aile ferdi olmamı da buna borçluydum galiba..
evin içinde görünmez adam gibi yaşar giderdim.. yeme içme gibi toplu yapılan etkinlikler dışında kendi kafama göre takılırdım.
bazen ağıldaki kuzuları, buzağıları ziyaret eder onlarla dertleşirdim. kah kümese gidip kuluçkaya yatmış tavuğun kanatlarını kaldırıp yumurtalar çatlamış mı diye kontrol eder, kah dam başına çıkıp ot yığınları arasına uzanır, gökteki bulutların şekilden şekile girmesini seyreder, onları devlere, savaşan ordulara, mitolojik hayvanlara benzetir hayal kurardım. köy yerinde hayal gücünü harekete geçirecek yeterince mekan ve harcayacak bolca
zaman vardı nasıl olsa..
daha olmadı ırmak kıyısına gider, kestiğim kamışlardan kendime düdük yapar, bağrışıp duran kurbağalara nispet yaparcasına öttürüp dururdum. paçaları sıvayıp ayaklarımı suya sokar, suda taş kaydırırdım saatlerce..
etraftaki bitkileri, uçuşup duran kuşları, suya konup kalkan kız böceklerini seyreder hayallere dalardım..
güya ben kaptan cousteau idim, köyün zavallı boklu deresi amazon ırmağıydı ve ben bilimsel araştırmalar
yapıyordum..
gösterişsiz serçeler alımlı papağanlara, kurbağalar timsahlara, sığ suda yüzen yavru alabalıklar ise vahşi piranhalara dönüşüyordu hayallerimde..
evde olduğum anlar varlığım hissedilmediği için, yokluğum da farkedilmiyor ve ben kendi kurduğum dünyada mutlu mesut yaşıyordum.
tombul tombul memeler şarkısı her çaldığında ağlardım. meme dedi ayıp diye.
kuzenime oral seks teklifinde bulunmak alenen. neymiş çükün çok güzelmiş.
ulan meme dedi diye ağlayan çocuk oral seks teklifi mi edermiş demeyin. ediyormuş işte...
çoook küçükken *eski türk filmlerindeki klasik sahnelerde "hayır sezer'in asıl babası benim" diyen adama "yahu ne saçma annesi kimle evlenirse babası odur. ne demek asıl babası" diye yorum yapardım.
(bkz: eşeyli üreme)
ilkokul birinci sınıfta komşumuzun bana hediye ettiği ayakkabı şeklindeki kalemliği patik gibi birşey sanmam.kadının patiğin öbür tekini almaya parasının yetmediğini düşünmem ve onu üzmemek için hiç bir şey söylememdir. oysa bildiğin fermuarlı kalemlikti. çocukluk işte.
burnuma leblebi sokmakta üzerime yoktu! sonrasında annem elinde bir cımbız, danalar gibi koştururdu beni evin içinde. eğer annemin cımbızı işe yaramadıysa, önce temiz bir şaplak sonrasında dispanser yolu..
sürekli yukarda allah var dediklerinden allah'ı bizim evin çatısında zannederdim. sanırım daha da vahimi elektriği edison yerine uzunca yıllar bizim ediz hun'un bulduğuna inanır ve milletim adına umarsızca sevinirdim.
dut yerken bazılarının tatlı olmamasından dolayı dutları satın aldığımız adamların tatlı olmayan dutların içine şeker koymayı unuttuğunu sanmak.
çizgilere basmadan yürüme çalısmalarını sanki dünyanın en büyük olayı gibi başarmaya çalışmak ve başaramayınca başına kötü bir şey geleceğini düşünmek de bunlardan biri olabilir.
  • /
  • 2