sözlük yazarlarının depresyon nedenleri

en onemlisi cevremdeki insanlarin kizlar erkeklerin kendilerini bok zannetmesi mevki para sahip oluncada gotleri baslari oynuyor seni kucuk gorurler fedakarliklarini gormezler zamaninda onlarin yaninda olursun kotu zamaninda iyi zamanin seni siktir ederler degersiz olursun ne iyi gununde nede kotu gununde yaninda olmazlar instagramda facebookta seni saymazlar hatta baski yaparlar cok issizsin diye dalga gecer bos adam yerine koyarlar onlari ozlersin hayal edersin sohbetlerinizi ama kader hayat seni loser hayalet olmaya zorlamistir...
var olmak kadar basit bir neden olabilir bazen
uzun uzun baş yormanın manası yok , kısaca insanoğlu ..
aklıma hep füruzan geliyor depresyon denince. okumayı sevdiğim ve acıklı bir üslubu olduğunu düşündüğüm biriydi. bir röportajında neden bu kadar acı yüklü insan hikayeleri yazdığı sorulmuştu, o da ben insan hayatı aslında zaten hüzünlü ve karanlıktır demişti. bu lafın doğru olduğunu düşünüyorum hala, o yüzden depresyon sadece gardını indirmekmiş diye düşünüyorum.
türkiye'de yaşıyor olmam ve son 1 yılda 18 kilo almam
aslında bende olan muhtemelen psikoloji biliminin tanımladığı anlamda "depresyon" değil, öyle olsa işin sonu çok farklı yere çıkar, ama yine de buraya yazıyorum çünkü daha uygun bir başlık bulamadım. ondan buradaki depresyonu halk arasındaki anlamıyla ele alayım.

tarihe bugünden bakanlar geçmişi dönemlere ayırır, ben de bunu kişisel olana indirgeyecek olursam eğer, tüm bu günler geçtiği vakit 15-16 yaşlarımdan bu yana yaşadığım dönemi "uzun depresyon" olarak adlandırmayı tercih edeceğim. aslında tüm mesele kendimi gerçek anlamda kabullenmemle başlıyor, daha doğrusu yönelimimi ve bunun etrafında şekillenen karakterimi. kabullenmek fark etmekle aynı değildir, fark edebilirsiniz ama bunu bastırır ve karanlık dehlizlere savuşturabilirsiniz de, ama kabullenmek acı verici olandır, çünkü siz artık "farklı"sınız. ve en kötüsü kabullenmek ile "kendini sevmek" aynı şey değil maalesef bunları çok birbiriyle iç içe görürüz ki maalesef herkes için öyle değil. ilk 15'den 16 yaşıma doğru gelirken kendimi kabullendim, yani ben olduğum kişiydim ve yaşamım istesem de istemesem de buna bağlı gelişecekti, ama kendimi sevebildim mi noktasında durum değişir çünkü bunu kabullendiğim an ben bir "ucube"ydim. burada işin içine toplumsal yaşamın kendisi girdi tabi, "şimdi ben kendimi bu topluma nasıl kabul ettireceğim?", ya da "beni yadırgayacak bunca kuvvetle nasıl başedeceğim?". sonrasında açıldığım insanlar oldu, hepsinde başımı eğe eğe utana sıkıla konuştum, o en meşhur sorumuz var ya hani "ya yadırgarlarsa?".

ve yıllar yılları kovaladı, bu süreçte sevdim, hem de çılgınca sevdim. aslına bakarsanız nefes aldığım ve alacağım süreç içinde kendim için çok küçük ama toplum için çok büyük isteklerim var, nedir bunlar? yanında mutlu olup dünyamı paylaştığım bir adet sevgili ve huzurlu bir ev! bütün toplumsal yargıları bir köşeye atıp insanı en çıplak haliyle ele aldığınız vakit basit bir istek, ancak işin içine toplumu ve düzenin kendisini koyduğunuz vakit büyük bir hayal, dahası bildiğin ütopya gibi bişey lan! ya da beklentiler o kadar düştü ki artık buna bile inanamayacak hale geliyorum.

bundan böyle yaşım 23, önce ne olduğumu anladım, sonra kendi içimde kabul ettim, ama belki de kendimi hala sevemedim, ve geçen yıllar içinde belki de ömrüm boyunca geçen yıllara dönüp "keşke daha cesur olsaydım" diyerek kendimi yargılayacağım, ve muhtemelen her gece! bunun yanında teşhisi koymak da çözüm yolunda giden önemli bir adımdır ancak yetmez, hareket etmek gerekir, yani yol belli artık görebiliyorum ancak o yolu yürümek fazlasıyla acı verici, üstüne sonu da belli değil ve insanı yaşamadığı korkutur, oysa yaşadığı da pek iç açıcı şeyler değildir, bu durumda insan ne kaybedebilir?

şimdi saadete gelelim... dışarıya karşı bir savaşım var, toplum, düzen, ataerki ya da her ne haltsa işte. ancak dışarıdaki kasırgadan kaçıp sığınacak bir limanım yok, çünkü içeride dışarıdakinden de beter bir savaş var! en kötüsü budur işte, insan başını yastığa koyduğu her gece kendiyle boğuşur ve artık kaçacağı bir yer de yoktur.
işsizliktir. aslında mesleki yeterlilik açısından bakıldığında fazlasıyla hak ettiğim işleri, eşcinsel olmam sebebiyle hak edemediğimi düşünüyorum.

eskiden benim için en kötü durumun ilişkisizlik olduğunu düşünürdüm ki, birkaç sene öncesine kadar bu durum, gerçekten de bende depresyon sebebi olmuştur. ne zamanki artık hayatı tek başıma taşımaya karar verdim, bu sefer de işsizlik gibi daha kötü bir ihtimali yaşamaya başladım. daha kötü çünkü işsiz olarak hayatı taşıyabilmek mümkün değil.
depresyona daha önce girmedim diyemem, lakin şu söylenebilir “çevrenizdeki insanlar mutsuz ise mutsuzlukları size de bulaşır”. yaşama hayata olabildiğince iyi baktım, iyiliğin kazanabileceğini düşündüm ve yanıldım. iyiliğe hayatını adayanları örnek alırken sonlarına bakmak aklıma gelmediğinden sanırsam. bu durum karşısında iki seçeneğim vardı ya mutsuz bir yaşam yada yalnızlığa hüküm giymek. 17 nin bitişi 18 in başı ergenlikle alakası olmayan bir durum lakin yaşayan herkesi silmek, içinde öldürmek, vedalaşacak kimseyi bırakmamak insanı çökertiyor. sonuca gelirsek yalnızlık allaha mahsus demişler ben yaşayan bir tanrı olmayı tercih ettim. kaybedecek olmaması insanı mutsuz etmiyor, heleki yalnızlık ile bütünleşince işler değişiyor. insanlara ihtiyaç duymamak büyük bir armağan. insanlardan gelecek sevgiyi kendine verebilmek iyi. zarar verecek kimsenin olmaması ise mutsuzluğa terki diyar etmek sanırsam. derinlerde anlatacak çok fazla şey var ama saracak kimseye ihtiyaç duymadan kendiniz sarın o zaman daha güzel bakar olursunuz şu fani dünyada.
  • /
  • 5