marsmüridi

Durum: 177 - 0 - 0 - 0 - 08.03.2025 01:29

Puan: 2978 - Sözlük Kezbanı

2 yıl önce kayıt oldu. 13.Nesil Yazar.

0
  • /
  • 9

rıza kayaalp

anadolu coğrafyası tarihsel süreçte önemli bir geçiş noktası, aynı zamanda uygarlık birikimi açısından değişik sentezlere ev sahipliği yapmış. tüm bunların neticesinde çok fazla uygarlık gelip geçmiş, dahası sürüyle imparatorluğun parçası olmuş. bu tarihselliğin halk nazarında da etkisi var tabi. burası eski ile yeninin kapışma alanı, her büyük değişimde ortadoğu ve balkanlarla beraber burası da cadı kazanına dönüyor ve bu noktada halkların içinden iki farklı yönelim ayrışıyor. gezi, ya da haziran direnişi bugünün türkiyesi'nde yeniyi temsil edenlerin, tüm renkleriyle beraber ortak bir geleceğe yürümek isteyen kitlelerin hareketiydi. rıza kayaalp gibileri ise hititlerle hitit, romayla rum, osmanlı ile islam ve türkiye ile türk olanların devamı, bu yüzden "ermeni işi" dediğine kimse bakmasın, geçtiğimiz asırda yaşanan kaotik ortamda ermeniler galip gelip memleketi yozgat'ı sınırlarına katabilseydi eğer bugün yarkhusta eşliğinde dans eden ve hay kavminin bir parçası olmakla iftihar eden bir adam olacaktı. bu memleketin tarihi bu açıdan da renklidir, halkların katında bir taraf var ki yeniyi var etmek için uğraşmış, bir diğer taraf ise iktidar ve otorite neresiyse oraya yamanmış, muktedirin bayrağını sallaya sallaya şekilden şekle girip çıkmış.

hoşlanılan erkeğe açılamamak

o erkeğin yöneliminden emin değilseniz ve chp'nin %50 ve üstü oy aldığı bir yerde yaşamıyorsanız suçlanmamanız gereken bir durumdur, neticede heartstopper evreninde yaşamıyoruz kardeşim, burada adamın hayatını kaydırırlar bir süre ne olduğunu anlayamazsın, temkinli olmak iyidir. yok eğer eminseniz tabi açılın derim ama nasıl açılırsınız bilmiyorum, kelin ilacı olsa önce başına çalardı ama ben de o ilacı henüz bulamadım.

ayı sözlük itiraf

gündelik yaşamın telaşı yeterince zorlarken uzun zaman sonra derinden yoruldum, bu öyle bir yorgunluk ki geçmişimden bugüne her şeyi teker teker önüme serdi. varoluşum bir yana üstüne yıllardır fiziksel bir rahatsızlıkla boğuşuyorum ki insan kendini cennetin krallığı filmindeki kudüs kralı baldwin gibi hissediyor. ötekiyim, bulunduğum her yerde çevremdeki herkesten daha başarılı olmak zorundayım, herkesten daha fazla çabalamak ve herkesin gözünde yine herkesten daha "iyi" bir insan olmak zorundayım, aksi halde ben "öteki" olanım, en ufak hatamda bu halim yüzüme çarpılacak ama aynı zamanda bu halimle karşısına çeşit çeşit engeller koyulanım. dışarıda kimsenin empati yapmasını da beklediğim yok, çünkü mümkün değil dahası yaşamı boyunca "düz" ve makbul varoluşa sahip insanların yaptığı basit tavsiyeler midemi bulandırıyor, ne de olsa "bekara karı boşamak kolay". yaşadığım süreçte her zaman daha iyisinin hayalini kurdum, özellikle daha iyi, adil ve merhametli bir dünya ancak gerçekte var olanı da biliyorum, kendimi sıklıkla karanlık bir ormanda kurtlarla koşturan birisi olarak hayal ediyorum, sürüden biriyim ama aynı zamanda değilim çünkü biliyorum ki yeterince zayıf düştüğüm anda ben bu kurtların akşam yemeği olurum. hangi ortama ve kimlerin yanına gidersem gideyim ben onlardan birisi değilim, daha çok orada olan ve sessizce etrafını seyreden biriyim. ve bazen düz normal bir insan gibi yaşamak istiyorum, ne zaman bu derece gevşesem ve kendimi diğerleri gibi hissetmeye kalksam başıma en kötü belalar geliyor adeta toplum bana kim olduğumu kafama vura vura anlatıyor, rezil kepaze oluyorum, ne zaman tüm bunların farkında olan birisi olarak ayağa kalksam bu seferde adeta ss subayı gibi bir tipe bürünüyorum ve olmaktan tiksindiğim kişiliğe bürünüyorum çünkü karşımda duran herkes potansiyel bir düşman olarak beliriyor. başta dediğim gibi yoruluyorum.

romeo.com'un seçim anketinde afd'nin birinci parti çıkması

almanya'da 18-29 yaş grubu arasında yapılan son gençlik anketinde de die linke (sol parti) %19 ile birinci parti çıktı, bir önceki seçimde %4 oyla baraj altı kalmış partiden bahsediyoruz ve öyle yurt genelinde ses getiren bir çıkışı da bildiğim kadarıyla henüz yok, ama kimi çevreler bir süredir tiktok üzerinden ciddi bir kitleye ulaşacak bir kampanyayı başardıklarını söylüyor. buraya kadar bahsettiğim sandığa ne kadar yansır muamma ama açık olan karşımızda ne yapacağını ve nereye sarılacağını bilemeyen bir gençlik var, sağdan sola en soldan en sağa konjonktüre bağlı olarak başı kesik tavuk gibi koşturuyor, asıl bu meseleye odaklanmak lazım.

ben şişman değilim kemiklerim iri

bearlaştıramadıklarımızdanmısınız?

ayı sözlük yazarlarının yaşları

24, iki ay sonra 25 olacak, garip yaşlar. bir kaç sene önce gecenin bi vakti parkta kapşonu çekmiş taladro dinleyerek sigara içen sakalsız tüysüz çocuktum, tabi artık bu yaşları da gençten sayıyorlar ama bıyıklı göbekli bir gençlik, arkam ergenliğe yaslanıyor önüm orta yaşlara doğru gün sayıyor, böyle iki arada bir derede.

yalnızlık

ne zaman nasıl başladı bilmiyorum ama kendimi bildim bileli içimde bir yerde vardı. çok defa kendimi tek başına bir halk, bir ülke gibi hissettim, kendine ait kökleri, gelenekleri ve ülküsü olan özgünlükleriyle var olagelmiş bir memleket. evim vatan oldu odaları da ayrı ayrı şehirler, sonra oradan da sürgün yedim ortaya bir tanrı çıktı bana ait, varlığını bilmesem de ibadet ettim, yaşam devam ediyor. bilmiyorum yalnızlık bitse uyum sağlar mıyım cidden? değer yargılarım dahi çevreyle bu kadar ayrışmış, sanırım yaşamın sonraki evreleri de kendimce bir orta nokta tutturmaya çalışırken geçecek.

yazın bittiğinin anlaşıldığı anlar

kendimi bildim bileli yazların çoğunu çanakkale'de geçiririm, aynı zamanda haziran ayı hariç yaz mevsiminden nefret ettiğim için (antalya sıcakları...) bu durum işime de gelir. çanakkale'de ağustosun 15'i yaz 15'i kış derler, ağustosun ikinci yarısı sağlam bir yağmur başlar ve o yağmurlardan itibaren sabahları ve akşamları ceket giymeye başlarsın. işte o anı çok seviyorum, ortalık sessizleşir, toprak kokusu dört bir yanı sarar, böylece yeni bir hikaye başlar. tesadüf müdür bilemem yaz mevsimi kendimi en yorgun hissettiğim anlara denk gelir, o sonbahara doğru giriş anı da bu nedenle bir yandan dinlendiğimi hissettiğim diğer yandan da yeni bir umut diyerek hayal kurduğum anlara dönüşüyor.

yeni güne uyanırken verilen ilk tepki

bir süredir sabah ezanından önce kalkıyorum, hava hala karanlık üzerimde mahmurluk, günün ilk sigarasıyla birlikte "ben nereye düştüm ve ne yapıyorum?" soruları eşliğinde tüm kainatı sorgulatıyor.

erkek erkeğe nasıl yapıyorsunuz

ne erkeği olum asıl insan insanı s.ker mi lan?

hoşlanılan kişinin sevgilisinin olması

yıllardan sonra ve yollardan sonra birinden hoşlandım ve bi baktım kendini queer olarak tanımlıyor, önce inanmadım dedim kendime "olum bi daha bak sen olmayacak aşkların adamısın o talih sende yok!", valla hetero değil. üç dört gün mutluydum sonra çok sevdiği bir sevgilisinin de olduğunu öğrendim, ve yeni yıla üzgün memati suratıyla girdim. velhasıl kelam dersin ki "bu da mı gol değil?" sen bu aşk denen illetin san marinosusun olmazsa tribünlerde bir ses getir!

kartalkaya otel yangını

her an her yerde olmayacak sebeplerle ölüyoruz, kalanlar olarak bir halt edebilme cüretimiz de yok, öyle izleriz işte.

ayı sözlük itiraf

2022 sularında üniversitede sınıftan birine çok pis aşık oldum, hetero çıktı, o senenin aralık ayı hayatımda milattır boku yediğimi o ara anladım yani. zaten o zamandan beri hayatımda iyi anlamda da bi halt değişmedi. sene oldu 2025, ailevi durumlar dolayısıyla antalya merkeze taşındım, o zamandan beri o kişiyle bir daha buluşmaya başladım nasıl olduğunu ben de anlamadım, en son akşamın bir vakti çağırdı bi de içmeye gittim, yeniden fark ettim yani hayvan gibi seviyorum. ne diyeyim, bu milletin lügatı sağlamdır, boşa deyiş söylemezler, işte bu milletin birer ferdi olagelmiş ataların dediği gibi, "tay sikildiği çayı özlermiş!".

hornet

nasıl bi siteye dönmüş lan böyle, dışarıda gören olsa goca yörük gibi gezen adamım, geçen bir kere girdim, gördüğüm eşgaller karşısında ben bile kendimi yavru ceylan gibi hissettim.

lgbti temalı diziler

(bkz:young royals)(bkz:heartstopper)

bir de bunların yanında ana konu olarak değil ama seride pozitif bir bakış açısı olmasından dolayı: anne with an e

2024 istanbul lgbti+ onur haftası ve gay pride

onur haftası komitesinin yaptığı ters köşeyi onurla alkışlamak lazım, yaşadığımız dönem eylemleri de yaratıcı hale getirmeye zorunlu tutuyor, vaktiyle bu ülkede unutulmayan 555k'yı bir ruh haline getirme dileğiyle:)

gmag

kesişimsellik tartışmalı bir konu, bu konuda gereğince yoğunlaşamadım ve hakkıyla tartışmalara da rastlayamadım o yüzden buraya dair net bir şey diyemem.

ancak konunun kendisi içerisinde kimilerinin iddia ettiği üzere hatalı yanlar olsa bile burada meseleyi yeniden düşündürecek bir sonuçla karşılaşıyoruz. bugünün dünyasında ataerki, mizojini, militarizm, ırkçılık ve dahası faşizmin kendisi birbiriyle uyuşarak ilerliyor ve tabiki de bu paketin içerisinden homofobi de geliyor, lgbti+ hakları da israil devleti açısından "ortadoğu bataklığında açılmış bir nilüfer" imasıyla dışarıya satılıyor. oysaki aşırı sağa kadar bilimum unsurun olduğu bir iktidar aygıtı ve militarizmin kültür haline geldiği bir toplum yapısının içerisinden gerçek anlamda lgbti+ dostu bir anlayış ve toplum yapısı çıkmaz.

bunu göremeyen dostlar kendi içlerinde hayallere saplandıklarıyla kalacaklar, şayet aşırı sağın şaha kalktığı bir batıda hala ulaşılacak bir ütopya bulabiliyorlarsa bir şey diyemem tabi.

oku baban gibi eşek olma

1950'li ve 60'lı yıllarda yaşayan kuşak içerisinde okuyabilenler masa başında ortalama üstü maaş ve haklara sahip olarak yaşadılar, o dönem için okumanın anlamı daha az çalışıp daha iyi standartlarda yaşamaktı. yine burada devletin verdiği imkanlarla ranta konan tayfayı hariçten tutarsak eğer okuyamayanlar da emek yoğun işlerde çalışan ve istikrarlı gelire sahip olmayan insanlardı. bundan dolayı yukarıdaki klişe sözü en çok da başta belirttiğim yıllarda doğanlardan duyarsınız.

ama bugünün dünyasında seçkin okulları ve dayıdan torpil bulanları dışarıda tutuyorum, geri kalan okulların mezunları en fazla asgari ücretin biraz üstünde maaşlarla ve adam akıllı hakları olmadan hayatta kalmaya çalışıyor.

ama sen hiç türke benzemiyorsun

pek çok yerde övünç meselesi gibi kullanılır, belki yurt dışında kimi noktalarda "türke benzememek" iyi bir şey olabilir tabi, ancak bunun hayat felsefesi haline gelmesi düşünülesi bir konu.
her neyse, ataları muhtemelen orta asya'dan ok ata ata gelmiş bir insanım, yine de insan kendi kendine diyor o kadar da "turanid" ya da "orta doğulu" değilim sanki, ne bileyim bir kere memur çocuğuyum! oysa bir gün havaalanında bir akrabamızı paris'e yolcu ederken ve tam da bunları düşünerek bekleyedurduğum bir anda ellerini bağdaştıran bir yolcunun meraklı bir sorusuyla kendime geldim.

"selamın aleykuuummm, özbek misiniiiizzz!"

erich von daniken

12-13 yaşlarımın içinden geçen dayımızdır, bütün hikaye eve digitürk belgesel paketinin girmesiyle başladı, benim de tarihin sapığı olmam münasebetiyle history channel denen kanala bulaşmam bir oldu, adamlar sağ olsun erich von daniken'in teorilerine bolca atıf yapan antik uzaylılar serisini günde 8-10 defa veriyordu, o ara beynim fazla hayal+korkudan hallaç pamuğuna dönecekti zor kurtuldum.
  • /
  • 9

liseli eşcinsellere tavsiyeler

korun. gerisini yaşayarak öğreneceksin zaten.

liberal homofobi

fobik fobiktir. bugün bizi eve tıkanlar yarın odaya, öbür gün hücreye, 1 hafta sonra mezara koyar.

antalya

ergenliğini insan burada geçirmişse kaleiçinde daha öğlen 2 de sarhoş olup rockbull tuvaletinde ayılmaya çalışmışlığı ve kaleiçinden çıkamamışlığı, antalya lisesinin yan sokağındaki takıcılardan siyah kolyeler alıp ışıklar caddesinde boş boş tüm gün dolandığı olmuştur, olmalıdır

yalnızlık

güzel falan değildir. zaten yalnızlık güzelleyen insanların aslında yalnız değil şımarık olduğunu görürsünüz. aksaya aksaya hastaneye gelen tuvalete bile giderken başkasından yardım istemek zorunda kalan sırf sosyalleşmek için acil kuyruğuna giren yaşlıları görünce sikeyim yalnızlığı diyorum. "biri var mı yanınızda teyze" deyince "allah var"ı duyup göğsünüzde bir kütle öylece kalakalıyorsunuz. o allah mesela teyzenin ilaçlarını gidip eczaneden almıyor hastaneden çıkışta en azından koluna girip yoldaş olmuyor.
sevin sevilin gençler insan insana her zaman ihtiyaç duyar. ilk adımı atan siz olun çay ısmarlayın selam verin insanlar dostlar biriktirin. yardıma ihtiyacı olursa koşun. bir doktor olarak bunu çok iyi anladım belki de en iyi anlayan meslek grubundayım, çünkü insanların en çok birine ihtiyaç duyduğu anlara tanıklık ediyorum. yaşlı olmasına da gerek yok aniden ameliyata almamız gereken adamın arayıp eşyalarını getirtecek bir tane eşi dostu yoktu mesela geçen nöbet. baktım gizlice personele para verip evden getirtmek istiyor o halde ben gidip alayım diyor falan. böyle şeyler beni çok üzüyor etkileniyorum. yalnızlığa sokayım.

lgbti temalı klipler

lgbti temalı klipler

lgbti temalı klipler

lgbti temalı klipler

robbie williams - gary barlow: "shame"

lgbti temalı klipler

sigur ros'un seraph adlı şarkısının videosu benim gözümde diğer tüm gay temalı videolardan üstündür. video'nun yönetmenliğini yine bir eşcinsel olan john cameron mitchell yapmıştır. john cameron mitchell shortbus, hedwig and the angry inch ve rabbit hole gibi filmlerin yönetmenidir. aynı zamanda filmde hedwig karakterini de kendisi canlandırmıştır. videonun animasyonlarını dash shaw adlı çok da ünlü olmayan biri yapmıştır. kendisi tumblrdan takip edilesidir, amatör olsa da çok güzel işlere imza atmaktadır.



"it's hard to look at a love you can't understand."

pinkwashing

pinkwashing (pink: pembe, washing: yıkama/yıkanma/boyama) israil’in filistin’de işlediği suçların üstünü örtmek için başvurduğu yöntemlerden biri. ülkeyi batı’ya “gey dostu” ve “ortadoğu’nun en demokratik ülkesi” olarak lanse eden kampanyalar için israil devleti milyonlarca dolar harcıyor; abd ve avrupa’da tel aviv pride’ın reklamları yapılıyor ve turlar düzenleniyor. devamı:

pinkwashing nedir?
https://velvele.net/2021/05/13/pinkwash...

Toplam entry sayısı: 177

havada asılı kalmak

aklıma jack london'un "ademden önce" kitabında anlattığı bir durumu getirdi. yazar, insan henüz uzun kollarıyla ağaçtan ağaca atlayan bir "maymun"ken, kimi talihsizlerin bir ağaçtan diğer ağaca yetişemeyerek aşağıya düştüğünden bahsediyor, ve bunun sonu ekseriyetle ölüm, sonra devam ediyor, yükseklik korkusu buradan başımıza bela olan bir şey, ve çoğumuz rüyalarımızda dahi düşüyoruz, ancak rüyada bir yükseklikten düşerken tam yere çakılacağınız anda bedeniniz yer ile temas etmeden uyanırsınız, neden o beden yere temas etmez? çünkü bu tecrübe ettiğiniz bir şey değil, etseydiniz zaten çoktan ölmüştünüz.

ayı sözlük itiraf

gündelik yaşamın telaşı yeterince zorlarken uzun zaman sonra derinden yoruldum, bu öyle bir yorgunluk ki geçmişimden bugüne her şeyi teker teker önüme serdi. varoluşum bir yana üstüne yıllardır fiziksel bir rahatsızlıkla boğuşuyorum ki insan kendini cennetin krallığı filmindeki kudüs kralı baldwin gibi hissediyor. ötekiyim, bulunduğum her yerde çevremdeki herkesten daha başarılı olmak zorundayım, herkesten daha fazla çabalamak ve herkesin gözünde yine herkesten daha "iyi" bir insan olmak zorundayım, aksi halde ben "öteki" olanım, en ufak hatamda bu halim yüzüme çarpılacak ama aynı zamanda bu halimle karşısına çeşit çeşit engeller koyulanım. dışarıda kimsenin empati yapmasını da beklediğim yok, çünkü mümkün değil dahası yaşamı boyunca "düz" ve makbul varoluşa sahip insanların yaptığı basit tavsiyeler midemi bulandırıyor, ne de olsa "bekara karı boşamak kolay". yaşadığım süreçte her zaman daha iyisinin hayalini kurdum, özellikle daha iyi, adil ve merhametli bir dünya ancak gerçekte var olanı da biliyorum, kendimi sıklıkla karanlık bir ormanda kurtlarla koşturan birisi olarak hayal ediyorum, sürüden biriyim ama aynı zamanda değilim çünkü biliyorum ki yeterince zayıf düştüğüm anda ben bu kurtların akşam yemeği olurum. hangi ortama ve kimlerin yanına gidersem gideyim ben onlardan birisi değilim, daha çok orada olan ve sessizce etrafını seyreden biriyim. ve bazen düz normal bir insan gibi yaşamak istiyorum, ne zaman bu derece gevşesem ve kendimi diğerleri gibi hissetmeye kalksam başıma en kötü belalar geliyor adeta toplum bana kim olduğumu kafama vura vura anlatıyor, rezil kepaze oluyorum, ne zaman tüm bunların farkında olan birisi olarak ayağa kalksam bu seferde adeta ss subayı gibi bir tipe bürünüyorum ve olmaktan tiksindiğim kişiliğe bürünüyorum çünkü karşımda duran herkes potansiyel bir düşman olarak beliriyor. başta dediğim gibi yoruluyorum.

yalnızlık

ne zaman nasıl başladı bilmiyorum ama kendimi bildim bileli içimde bir yerde vardı. çok defa kendimi tek başına bir halk, bir ülke gibi hissettim, kendine ait kökleri, gelenekleri ve ülküsü olan özgünlükleriyle var olagelmiş bir memleket. evim vatan oldu odaları da ayrı ayrı şehirler, sonra oradan da sürgün yedim ortaya bir tanrı çıktı bana ait, varlığını bilmesem de ibadet ettim, yaşam devam ediyor. bilmiyorum yalnızlık bitse uyum sağlar mıyım cidden? değer yargılarım dahi çevreyle bu kadar ayrışmış, sanırım yaşamın sonraki evreleri de kendimce bir orta nokta tutturmaya çalışırken geçecek.

aşk

sevdiğin kişiye doyasıya sarılmak ne tür bir histir, ya da oturduğun yerde başının omuza doğru yaslanması? yıllar öncesinde çok kısa da olsa hatırlıyorum, çok ilginç bir uyuşma hissi anımsarım, o an için hem huzurluydum hem de bunlar bitecek telaşıyla titrek bir vaziyet. öpmeyi ise bilmem, yaşamadığım doğrudur, ya da gece boyu sarılmak? kendimi bildim bileli sol kol başın altında sağ kol ise omuz üzerinde uyurum. sözün kısası uzun uzun yaşamadığım bir histir aşk.

ama uğruna koşturmayı bilirim. öncesinde görmek ve hoşlandığını fark etmek, doğrusu bu konularda ilk görüşçüyüm. sonrasında ise tanışmak, o anın heyecanı, en ufak hareketten medet ummak, zamanla adeta takıntılı bir ruh haline bürünmek, onun olduğu her yerde mutlu olmak ile olmadığı yerde huzursuzca dolaşmak, sonrasında ise kendi kendine gelin güvey olmak. tabi burada bitmiyor, ekseriyetle günün her vakti ve saati hayallere dalabiliyorsunuz, öyle hayaller ki bulunduğunuz zaman ve mekandan bağımsız bir gelişim seyrediyor, gel zaman osmanlı dönemi balkan coğrafyasında bir dere kenarında, git zaman roma'nın surları altında bir yerlerde buluşuyorsunuz, olmazsa alternatif bir evrende baş başa kalıyorsunuz. hikayenin gerçeğine doğru dönersek eğer onunla bulunduğunuz her mekan size o anki hislerinizi ve karşınızdaki kişinin tavrını hatırlatıyor, kimi zaman gülerek kimi zaman ise üzülerek yad ediyorsunuz, kendi adıma konuşursam bugün dahi yıllar önce sevdiğim kişilerle oturup dolaştığım yerlerde geziyor ve hatırlıyorum, ki hafıza aynı zamanda kendini bilen bir benliğin gereğidir, anıların iyi ya da kötü olması fark etmez, hatırlıyor olmak zorundayız.

işin bir başka ilginç boyutu ise aşkın "rasyonel" açıklamasını hala tam anlamıyla yapamıyoruz, tabi ki bu konuda epey teori ve araştırma var, ancak bir yerlerde boşluk hissediliyor. mesela üreme içgüdüsü üzerinden açıklamaya çalışıyoruz lakin bir insana yalnız sarılmak ve yüzüne bakarken gülüşünü özümseme isteği bu içgüdüyle ne kadar uyuşuyor? ya da aseksüeller, onların da aşık olduğunu görüyoruz, aşk sıklıkla cinsellikle iç içe bir profil seyretse de cinselliğin çok daha geriye düştüğü vakalar mevcut. belki de insanın kimilerinin zannettiği gibi biyolojik bir makine olmadığının en güzel kanıtı aşık olmasıdır.

son olarak, şu vakte kadar yaşanan hezimetlerin bir getirisi de insanı katılaştırması, hele ki eşcinseller için bu adeta hayatta kalma refleksine dönüşüyor. kendi adıma konuşacak olursam sevgiyi umutla eş bir biçimde hissettiğim vakit doğaya ve pozitif duygulara daha çok yaklaşıyorum, o vakit dışarıya karşı daha sevgi dolu baktığımı hissediyorum, peş peşe gelen yenilgiler ise içten içe bir öfke doğuruyor. tasvir etmek gerekirse eğer, kendimi çevresinde yıldırımların düştüğü bir tepede önündeki ovaya büyümüş ve dikleşmiş gözlerle bakan bir savaşçı gibi hissettiğim oluyor, bir sonraki sahnede ise lejyon bölüğü tabutta bir ceset taşıyor. adeta bir yabancılaşma ve doğal olandan ve bir parça iyiden uzaklaşma hali.

sabiha gökçen'de öpüşen heteroseksüel gençlere tepki gösteren kadın

kıssadan hisse

islamcıların "ahlak", "edep", "haya" kelimeleri üzerinden kurdukları anlatıya bir kere prim verirseniz, o prim verdiğiniz şey azınlıklara karşı bir silah olarak başlar, sonra o silah size de füze olarak döner. bir zaman sonra bakarsınız ki "millet-i hakime", kendisinden olmayan herkese diz çöktürmüş yalnız kendi değerlerini egemen kılmıştır.

bazen osmanlı dağılma devri gibi geliyor insana, kimliklere bölünmüş toplum, ama sadece bu kadarı değil, millet-i hakime olan müslimler bir de nasıl ne şekilde doğarsa doğsun resmi ideoloji (ama sadece resmi ideoloji değil, artık bu toplumun bir unsuru da sosyal konumu ne olursa olsun bir suç ortağı) tarafından gayrimüslim konumuna getirilenler (ama onlarda çeşit çeşit, diyorum ya geç dönem osmanlı prototipi). düşünmüyor değilim, bu topraklar hepimizi birden kaldıramayacak, varlığımız sürecekse kavgadan öte gırtlak gırtlağa savaşmamız lazım, ama metafordan daha çok antagonistik bir çatışma bu!

kitap okumak

şimdi buraya kadar epey güzelleme yapılmış bir de işin öte tarafına bakalım, eğer soyadınız koç, sabancı ya da benzeri bir şey değilse bokunu çıkarmak zarar verecektir, yıllardır günde en az 250 sayfa okuyabilen, bir yanda defter diğer yanda kitap günde 8-10 saat mesai yapar gibi oturan bir insanım. yıllar boyu gelinen süreçte antik yunan'da sınıf mücadeleleri üzerine sabaha kadar konuşurum, ama elime iki çivi verseler çakamam, haliyle dışarıda para kazanacak bir işim de yok. kitapları da raflarıyla beraber g.tüme sokarım artık.

liseli eşcinsellere tavsiyeler

kendini iyice keşfettiğin bir çağda özellikle yaşanılan yer dolayısıyla kimliğini saklamak çok yıpratıcı olabiliyor, bu durumda hayat üçgeni oluşturmak lazım. düşünsel olarak da açık bir dostuma, ilerici olduğunu çok iyi bildiğim bir rehberlik öğretmenime ve psikoloğa açılmıştım. doldukça, canım sıkıldıkça birinden biriyle konuşuyordum, en azından insanı rahatlatıyor. kimliğinizi açık ya da yarı açık sürdürme şansınız yoksa eğer bu türlü bir harekette bulunun, psikolojik olarak sizi de rahatlatır.

bunun yanında ben hiç bir zaman cesaret edemedim, ama yapabiliyorsanız ve mevcutta varsa genç lgbti+'ların olduğu bir ortama yanaşın, daha doğrusu örgütlenin. yıllar geçtikçe kayıp giden senelere küfrediyorsunuz.

sözlük yazarlarının depresyon nedenleri

aslında bende olan muhtemelen psikoloji biliminin tanımladığı anlamda "depresyon" değil, öyle olsa işin sonu çok farklı yere çıkar, ama yine de buraya yazıyorum çünkü daha uygun bir başlık bulamadım. ondan buradaki depresyonu halk arasındaki anlamıyla ele alayım.

tarihe bugünden bakanlar geçmişi dönemlere ayırır, ben de bunu kişisel olana indirgeyecek olursam eğer, tüm bu günler geçtiği vakit 15-16 yaşlarımdan bu yana yaşadığım dönemi "uzun depresyon" olarak adlandırmayı tercih edeceğim. aslında tüm mesele kendimi gerçek anlamda kabullenmemle başlıyor, daha doğrusu yönelimimi ve bunun etrafında şekillenen karakterimi. kabullenmek fark etmekle aynı değildir, fark edebilirsiniz ama bunu bastırır ve karanlık dehlizlere savuşturabilirsiniz de, ama kabullenmek acı verici olandır, çünkü siz artık "farklı"sınız. ve en kötüsü kabullenmek ile "kendini sevmek" aynı şey değil maalesef bunları çok birbiriyle iç içe görürüz ki maalesef herkes için öyle değil. ilk 15'den 16 yaşıma doğru gelirken kendimi kabullendim, yani ben olduğum kişiydim ve yaşamım istesem de istemesem de buna bağlı gelişecekti, ama kendimi sevebildim mi noktasında durum değişir çünkü bunu kabullendiğim an ben bir "ucube"ydim. burada işin içine toplumsal yaşamın kendisi girdi tabi, "şimdi ben kendimi bu topluma nasıl kabul ettireceğim?", ya da "beni yadırgayacak bunca kuvvetle nasıl başedeceğim?". sonrasında açıldığım insanlar oldu, hepsinde başımı eğe eğe utana sıkıla konuştum, o en meşhur sorumuz var ya hani "ya yadırgarlarsa?".

ve yıllar yılları kovaladı, bu süreçte sevdim, hem de çılgınca sevdim. aslına bakarsanız nefes aldığım ve alacağım süreç içinde kendim için çok küçük ama toplum için çok büyük isteklerim var, nedir bunlar? yanında mutlu olup dünyamı paylaştığım bir adet sevgili ve huzurlu bir ev! bütün toplumsal yargıları bir köşeye atıp insanı en çıplak haliyle ele aldığınız vakit basit bir istek, ancak işin içine toplumu ve düzenin kendisini koyduğunuz vakit büyük bir hayal, dahası bildiğin ütopya gibi bişey lan! ya da beklentiler o kadar düştü ki artık buna bile inanamayacak hale geliyorum.

bundan böyle yaşım 23, önce ne olduğumu anladım, sonra kendi içimde kabul ettim, ama belki de kendimi hala sevemedim, ve geçen yıllar içinde belki de ömrüm boyunca geçen yıllara dönüp "keşke daha cesur olsaydım" diyerek kendimi yargılayacağım, ve muhtemelen her gece! bunun yanında teşhisi koymak da çözüm yolunda giden önemli bir adımdır ancak yetmez, hareket etmek gerekir, yani yol belli artık görebiliyorum ancak o yolu yürümek fazlasıyla acı verici, üstüne sonu da belli değil ve insanı yaşamadığı korkutur, oysa yaşadığı da pek iç açıcı şeyler değildir, bu durumda insan ne kaybedebilir?

şimdi saadete gelelim... dışarıya karşı bir savaşım var, toplum, düzen, ataerki ya da her ne haltsa işte. ancak dışarıdaki kasırgadan kaçıp sığınacak bir limanım yok, çünkü içeride dışarıdakinden de beter bir savaş var! en kötüsü budur işte, insan başını yastığa koyduğu her gece kendiyle boğuşur ve artık kaçacağı bir yer de yoktur.

aşk

sevdiğin kişiye doyasıya sarılmak ne tür bir histir, ya da oturduğun yerde başının omuza doğru yaslanması? yıllar öncesinde çok kısa da olsa hatırlıyorum, çok ilginç bir uyuşma hissi anımsarım, o an için hem huzurluydum hem de bunlar bitecek telaşıyla titrek bir vaziyet. öpmeyi ise bilmem, yaşamadığım doğrudur, ya da gece boyu sarılmak? kendimi bildim bileli sol kol başın altında sağ kol ise omuz üzerinde uyurum. sözün kısası uzun uzun yaşamadığım bir histir aşk.

ama uğruna koşturmayı bilirim. öncesinde görmek ve hoşlandığını fark etmek, doğrusu bu konularda ilk görüşçüyüm. sonrasında ise tanışmak, o anın heyecanı, en ufak hareketten medet ummak, zamanla adeta takıntılı bir ruh haline bürünmek, onun olduğu her yerde mutlu olmak ile olmadığı yerde huzursuzca dolaşmak, sonrasında ise kendi kendine gelin güvey olmak. tabi burada bitmiyor, ekseriyetle günün her vakti ve saati hayallere dalabiliyorsunuz, öyle hayaller ki bulunduğunuz zaman ve mekandan bağımsız bir gelişim seyrediyor, gel zaman osmanlı dönemi balkan coğrafyasında bir dere kenarında, git zaman roma'nın surları altında bir yerlerde buluşuyorsunuz, olmazsa alternatif bir evrende baş başa kalıyorsunuz. hikayenin gerçeğine doğru dönersek eğer onunla bulunduğunuz her mekan size o anki hislerinizi ve karşınızdaki kişinin tavrını hatırlatıyor, kimi zaman gülerek kimi zaman ise üzülerek yad ediyorsunuz, kendi adıma konuşursam bugün dahi yıllar önce sevdiğim kişilerle oturup dolaştığım yerlerde geziyor ve hatırlıyorum, ki hafıza aynı zamanda kendini bilen bir benliğin gereğidir, anıların iyi ya da kötü olması fark etmez, hatırlıyor olmak zorundayız.

işin bir başka ilginç boyutu ise aşkın "rasyonel" açıklamasını hala tam anlamıyla yapamıyoruz, tabi ki bu konuda epey teori ve araştırma var, ancak bir yerlerde boşluk hissediliyor. mesela üreme içgüdüsü üzerinden açıklamaya çalışıyoruz lakin bir insana yalnız sarılmak ve yüzüne bakarken gülüşünü özümseme isteği bu içgüdüyle ne kadar uyuşuyor? ya da aseksüeller, onların da aşık olduğunu görüyoruz, aşk sıklıkla cinsellikle iç içe bir profil seyretse de cinselliğin çok daha geriye düştüğü vakalar mevcut. belki de insanın kimilerinin zannettiği gibi biyolojik bir makine olmadığının en güzel kanıtı aşık olmasıdır.

son olarak, şu vakte kadar yaşanan hezimetlerin bir getirisi de insanı katılaştırması, hele ki eşcinseller için bu adeta hayatta kalma refleksine dönüşüyor. kendi adıma konuşacak olursam sevgiyi umutla eş bir biçimde hissettiğim vakit doğaya ve pozitif duygulara daha çok yaklaşıyorum, o vakit dışarıya karşı daha sevgi dolu baktığımı hissediyorum, peş peşe gelen yenilgiler ise içten içe bir öfke doğuruyor. tasvir etmek gerekirse eğer, kendimi çevresinde yıldırımların düştüğü bir tepede önündeki ovaya büyümüş ve dikleşmiş gözlerle bakan bir savaşçı gibi hissettiğim oluyor, bir sonraki sahnede ise lejyon bölüğü tabutta bir ceset taşıyor. adeta bir yabancılaşma ve doğal olandan ve bir parça iyiden uzaklaşma hali.

eşcinsel olmak

hayatın tersinden şamar yemektir.

ne tam anlamıyla kendinizi anlatabilirsiniz ne de karşınızdakiler sizi anlar. hatta kimi zaman siz bile kendinizi anlayamayabilirsiniz. ama her şekilde nanayı yediniz yani burdan çıkış yok.
toplumsal yaşam içerisinde durumunuzu bir ihtimal yozgatta yaşayan bir ermeniyle kıyaslayabilirsiniz belki, zaten en yorucusu olanı da toplumsal baskıdır, açık kimliğinizle var olmak isteseniz bir türlü, tamamen kendi içinize kapanıp gölgelerin arasına karışsanız başka türlü.
bir de sevgi, aşk ve benzeri konularda şansınız pek de yaver gitmiyor. "on beş sene sonra kendini nerede görüyorsun" denildiği vakit üç poşet birayla arabayı deniz kıyısına çekmiş kıllı göbekli ipsiz sapsız bir dayı olma ihtimalim gözlerime vuruyor, bu senaryodan mutlu olduğumu söyleyemem.

ayı sözlük yazarlarının yattığı erkek sayısı

game of thrones gece nöbeti... gerçi aseksüel eğilimi yüksek herifim çok da dert ettiğim şey değildir, ama bazen insan düşünüyor incel femcel gibi saçma sapan hesaplar çıktı piyasaya, elemanlar hayvan gibi para kazanıyor ulan kur bu tarz bi lgbti+ temalı hesap sen de yolunu bul amk! tabi toplum içerisinde genel sığırlaşmaya hizmet edeceksin ama o çok övdükleri piyasanın mantığı da bu değil midir? neyse biz yine de efendi efendi takılalım efenim.

kısa bir ek: olum kafam güzelken maytap geçiyordum hemen eksilemeyin lan!

pinkwashing

haklar ve özgürlükler de bugün pazarlama stratejisi olabilir, çünkü dünyada öyle "sekülerler" ile "köktendinciler" arası bir fantastik kavga verilmiyor, çelişkiler ve bunlardan doğan çatışmalar daha farklı.

mesela batı devletleri ne kadar özgürlükçü ve demokrat olduklarının propagandasını 45 sonrası dönemden beri yapmıştır (bir ölçüde olması kaydıyla öyledirler de), bugün ise medyaya bolca trans, gay ya da lezbiyen hava kuvvetleri personeli servis edilir. hikayenin diğer yanında ise afganistan'da taliban'ı kimlerin besleyip büyüttüğünü soracak olursanız cevap gelmez. peki o seküler suriye'de öso, el nusra, hatta kuruluş dönemlerinde işid kimlerden destek almıştır? bu cihatçı örgütler ilerlerken şam'ı ve golan tepelerini kimler bombalamıştır? türkiye'den devam edelim, madımak katilleri yurt dışına çıktıktan sonra onlara oturum iznini hangi ülke verdi ve şu an çoğu nerelerde yaşıyor? bugün o islamcı olan ortadoğu'da çok da uzak olmayan bir geçmişte gayet seküler bir birikim de yaşandı, peki coğrafyanın içinden geçen o müslüman kardeşleri yani ihvan çetesini kimler himaye etti ve kimlere karşı kullandı? bu soruları istediğimiz kadar uzatabiliriz.

o yüzden açıkça bir taraf seçilecekse bu makyajlamaya göre olmaz, ilk önce sorulması gereken şudur: bugün "özgürlük" ile "medeniyet" pazarlayan kuvvet o ilkeleri size layık görüyor mu? bulunduğunuz coğrafyada kimlere kucak açtığına bakarak anlarsınız, "ama efendim hamas" falan diyecek olursanız yine bir soru gelir: uzun bir dönem filistin mücadelesi fhkc, fkö ve el-fetih gibi gayet seküler unsurlarca temsil edilirken hamasın dünkü çocuktan bir anda gürbüz bir delikanlıya dönüşmesinde kimlerin etkisi olmuştur?

düşünün işte, düşündükçe gerisi çorap söküğü gibi gelir, aksi halde o trans pilotlar ortadoğu'yu bombalarken kimseyi queer mi değil mi diye ayırt etmiyor, sonra padişaha kızıp rum çeteciye sığınmak gibi olmasın halimiz.

israil'in gazze'yi vurması

on gündür yaşananları sağır sultan duydu, ilk üç dört günde yaşanan kafa karışıklığı da "radikal" ergenler hariç herkeste üç aşağı beş yukarı durulmuştur, o yüzden meseleden ziyade işin söylem ve ideoloji düzeyine dikkat çekmek lazım.

bu tür olaylar olduğunda genellikle devletler kötü kalpli teröristleri öldürdüğünü ve bunun aslında oradaki sivil halka da yarayacağını söylerler, ancak ilk günlerde netanyahu doğrudan sivil yerleşimlerin bombalandığı görüntüleri paylaştı, iktidardaki sağcı likud partisinin bir vekili ise bununla tatmin olmamış gibi görünüyor, arkadaş direk atom bombası atılması gerektiğinden bahsediyordu. sonra kabinedeki görevini hatırlamadığım bir bakan "karşılarında insana benzeyen hayvanların olduğunu ve ona göre davranacaklarını" söyledi, sorun şuradaki burada bahsedilen "insansı hayvanlar" hamas militanları değil, bunu derken tüm filistin halkını kastediyordu. sonra da buna göre davrandılar.

yine de israil güçleri bir noktadan sonra geri adım atmak zorunda kalacak, çünkü bu katliamlar sonucu baştaki algı tersine döndü, israil gazze'yi vururken başta bunun meşruluğundan bahseden batıdaki siyasiler oradaki kamuoyu baskısıyla daha "ılımlı" söylemler kullanmaya başladılar. ancak daha bir kaç hafta önce kanada parlamentosunda eski bir nazi subayı "özgürlük savaşçısı" olarak alkışlanmıştı, bir buçuk sene önce başlayan rus-ukrayna savaşında ise azov üzerinden neo-nazi cihadının nasıl desteklendiğini zaten biliyoruz. doğrusu demokrasinin beşiğinde söylem ve hareketler ııı.reichs ayarına doğru kayıyor, ama bunun için illa bildiğimiz führer görünümünde olan sincap gibi bir herife ihtiyaç yok, yeni nazilerimiz gayet güler yüzlü hatta yer yer rishi sunak gibi elemanlardan çıkacak. başka türlü çıkar yolları da yok zaten, bir tarafta kriz büyüyor diğer yanda kurumlar eski gücünü yitiriyor ve yeni bir "kavimler göçü" durmadan sürüyor, o mazideki "old but gold" günler bitti yani, devir canavarların devri.

peki biz ne yapacaz?

doğrusu lafa gelince batıyla aşık atmaya kalkan cihatçı yaratıkların canı cehenneme, bugün vuruşurlar yarın makul bir anlaşmayla satmayacakları şey yoktur, kaldı ki bunlar eski dostlardır, bir dövüşür bir barışırlar hatta başları sıkışınca batının koynuna da sokulmasını gayet iyi bilirler. bizler ise bu coğrafyanın çifte yalnızlarıyız, bir yanda kellemize talip islamcı barbarlar var, diğer taraftakilerin bahsettiği özgürlük ise o beyaz adamın özgürlüğü, bu topraklarda iç savaş finanse edilirken kimse ölenler ilerici mi gerici mi, islamcı mı seküler mi diye ayırt etmiyor yani.

kısaca islamcıyla çatışırken neo nazinin boynuna enişte diye sarılmayacağız, mümkünse kendi göbek bağımızı kendimiz keseceğiz. kolay mı? valla işimiz çok zor, ama adam akıllı tarihe bakanlar kolay diye bir şey olmadığını biliyor.

önemli bir ek: altta güzel güzel yazı girip "şımarık" diye yaftayı basan sonra da silen kardeşim, gel hele gel, vallaha bak anlaşamayacağımız bir şey yok :)

ayı sözlük itiraf

gündelik yaşamın telaşı yeterince zorlarken uzun zaman sonra derinden yoruldum, bu öyle bir yorgunluk ki geçmişimden bugüne her şeyi teker teker önüme serdi. varoluşum bir yana üstüne yıllardır fiziksel bir rahatsızlıkla boğuşuyorum ki insan kendini cennetin krallığı filmindeki kudüs kralı baldwin gibi hissediyor. ötekiyim, bulunduğum her yerde çevremdeki herkesten daha başarılı olmak zorundayım, herkesten daha fazla çabalamak ve herkesin gözünde yine herkesten daha "iyi" bir insan olmak zorundayım, aksi halde ben "öteki" olanım, en ufak hatamda bu halim yüzüme çarpılacak ama aynı zamanda bu halimle karşısına çeşit çeşit engeller koyulanım. dışarıda kimsenin empati yapmasını da beklediğim yok, çünkü mümkün değil dahası yaşamı boyunca "düz" ve makbul varoluşa sahip insanların yaptığı basit tavsiyeler midemi bulandırıyor, ne de olsa "bekara karı boşamak kolay". yaşadığım süreçte her zaman daha iyisinin hayalini kurdum, özellikle daha iyi, adil ve merhametli bir dünya ancak gerçekte var olanı da biliyorum, kendimi sıklıkla karanlık bir ormanda kurtlarla koşturan birisi olarak hayal ediyorum, sürüden biriyim ama aynı zamanda değilim çünkü biliyorum ki yeterince zayıf düştüğüm anda ben bu kurtların akşam yemeği olurum. hangi ortama ve kimlerin yanına gidersem gideyim ben onlardan birisi değilim, daha çok orada olan ve sessizce etrafını seyreden biriyim. ve bazen düz normal bir insan gibi yaşamak istiyorum, ne zaman bu derece gevşesem ve kendimi diğerleri gibi hissetmeye kalksam başıma en kötü belalar geliyor adeta toplum bana kim olduğumu kafama vura vura anlatıyor, rezil kepaze oluyorum, ne zaman tüm bunların farkında olan birisi olarak ayağa kalksam bu seferde adeta ss subayı gibi bir tipe bürünüyorum ve olmaktan tiksindiğim kişiliğe bürünüyorum çünkü karşımda duran herkes potansiyel bir düşman olarak beliriyor. başta dediğim gibi yoruluyorum.