marsmüridi

Durum: 158 - 0 - 0 - 0 - 28.01.2024 01:21

Puan: 2536 - Sözlük Kezbanı

1 yıl önce kayıt oldu. 13.Nesil Yazar.

0
  • /
  • 8

erich von daniken

12-13 yaşlarımın içinden geçen dayımızdır, bütün hikaye eve digitürk belgesel paketinin girmesiyle başladı, benim de tarihin sapığı olmam münasebetiyle history channel denen kanala bulaşmam bir oldu, adamlar sağ olsun erich von daniken'in teorilerine bolca atıf yapan antik uzaylılar serisini günde 8-10 defa veriyordu, o ara beynim fazla hayal+korkudan hallaç pamuğuna dönecekti zor kurtuldum.

manzaraya karşı yapılabilecekler

aracın koltuğa yaslanıp birayı fondiplemek! napsın lan torosun varoş yörüğü, kan çekiyor.

iz bırakan özlü sözler

tay sikildiği çayırı özlermiş...

her şeyi siktir edip bir köye yerleşmek

köy yaşantısına alışkın bir insan iseniz sıkıntı yok, özellikle anılarınızın geçtiği bir coğrafyada mutlu olabilirsiniz, ancak, ömrü hayatınız boyunca metropolden dışarı iki adım atamadıysanız eğer, kazdağları'nda bizim yazın gelip gittiğimiz bir ev var, buyurun satayım da görün ebenizi.

artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak

sakalı kesip bıyığı saldığımız an içten içe diyeceklerimizden biridir, bu an bünyenin de haddinden fazla büyüdüğünü kabul ettiği ana denk düşer.

geceye bir şarkı bırak



bir yanım umut öte yanım karanlıkta meçhul, her zamanki gibi güzel yamuldum.

ölüm

şu evrende maddenin varlığından bile daha çok emin olduğum bir gerçek, ve sanırım baştan sona her şeyi belirleyen, her neyi kutsarsak kutsayalım tüm kutsallarımızın baş edemeyeceği bir durum. kişileştirecek olursam var olan en mutlak güç olabilir, onu da yenersek zaten kendimize tanrı diyebiliriz, ama şimdilik böyle bir ihtimalden de pek bahsedemiyoruz.

gündelik yaşamımız buna karşı ürettiğimiz kaçış teorileriyle geçiyor, ama ne kadar uzak kalırsak o kadar yaşadığımızın dahi ayırdına varamıyoruz, karşıtların birliği en çok da burada güncel. hal böyleyken bazen düşünüyorum belki de yaşamın en çok ayırdına vardığımız an aynı zamanda ölüme en yakın olduğumuz andır, ya da bir cinnet halindeyim ve ölüm ile yaşam arası sınırlar silikleşiyor.

bilemiyorum tabi, ancak kendi adıma konuşacaksam eğer, ölümün mutlak olduğu noktada elimde mızrakla savaşırken ölmeyi tercih ederim, tabi mızrak bir metafor dümdüz kafayı kırdığımı düşünmeyin :)

ayı sözlük yazarlarının şu an dinlediği şarkılar



2022 yazı, çanakkale'de birine çok pis tutulmuştum, ama bir anlık tutulma da değil seneler içinde gelişti bu ve orada patladı. küçük yer olunca onun attığı her adım sizin de mülteci gibi gezeceğiniz bir mesken haline geliyor, böyle böyle günler haftaları kovaladı, ama olmadı işte, bir olmasa yine iyi hikayenin sonunda korkunç koyan meseleler gelişti. gönlün uğruna adandığı kişi yaz tatilini bitirmesiyle şehrine gitti, iki ya da üç gün geçti sanırım dedemin evindeyim, surat asık, kafa trilyon, bu şarkı önüme çıktığı gibi gülmekle ağlamak arasında kararsız ama o kadar donuk bakışlar eşliğinde tüm gece bahçede oturdum.

ateist

son zamanlarda kendimi "ateist" değil de "diyalektik materyalist" sıfatıyla tanımlamayı tercih ediyorum. ateizmi bir çatı gibi görürsek eğer işin ucu oraya çıkıyor, ancak bende olan daha çok bu tanımı sahiplenen ana akımla kendi pozisyonumu ayrıştırmak, ya da aynı torbada değerlendirilme tehlikesinden sıyrılma çabası diyelim.

türkiye'de ateizm belki de biraz yanlış temeller üzerinden kuruldu. kuran'da yazan cümlelerin eleştirisiyle, ya da oradan hata bulup sonuca çıkmakla başlayan bir süreç, ancak temelden hatalı çünkü inanç bilimin dışında olan bir konu, ve bu yönüyle de inanç ve imanda mantık şartı aranmaz, bu yüzden de gerçek anlamda iman eden bir insan böyle bir tartışmanın henüz baştan dışındadır. tabi mesele bununla kalmıyor, turan dursun ekolüne rahmet okutacak biçimde bugünün "ateist"leri tamamen tepkisel bir refleksle hareket eden insanlar, aslında onlarda da bilim yok sadece bilim31 var, bunun arkasında yatan ise ergence bir duygusallık, haliyle bir tane köktendinci bela başımızdayken bir de bunların köktencisiyle uğraşıyoruz, ne var ki tüm argümanı duygusal refleksler üzerinden kurulan bir düşünce işin sonunda anticiliğine soyunduğu şeyi güçlendirmekten başka bir işe yaramaz.

materyalistim, dünyayı madde ve diyalektik üzerinden yorumluyorum, haliyle tanrı gibi bir inancım da yok, ancak "ateist" dendiği zaman aklıma belli bir tipleme geldiği için bu tanımdan da kaçıyorum.

yılbaşı

kasım sonuna girer girmez içimi yılbaşı kıpırtısı alır, ama bir ben olsam ne ala, ailece böyleyiz biz!

aralık 24'ü 25'e bağlayan gece kutlanan christmas bizde oldu yılbaşı, üstüne tüm aile walt disney çizgi filmlerinden subliminal yemiş gibiyiz. televizyonun yanında ağaç, duvar ve pencerelerde süslemeler, ortadaki masada geniş bir sofra ile bol bol içki, arka fonda ise yılbaşı özel programında dans eden dayı ve teyzeler. kendimi bildim bileli evde yarı alafranga yarı da ala turka bir ortam, öyle ki ben artık doğu batı sentezini buradan kuruyorum.

memleketimin hali de bir garip tabi, sarhoş olmayan insan sayısı bir elin parmağını geçmiyor, zannedersem bugün yaşananları müslümanların tanrısı görmezden geliyor. yine de eşle dostla eğlenmek olması gereken tabi, kendi adıma konuşursam aile geleneğimiz o güzel günü birlikte geçirmemizi salık veriyor.

ayı sözlük itiraf

yaş 23, ergenlik yıllarındaki gibi şımarıklık lüksüne sahip değilim. gerçi kendimi hiç olmadığı kadar anlamam o yıllara denk geldi, haliyle bunun sinirinden bahsetmeye gerek yok. ama insan sonra sonra anlıyor, asıl mesele kendimi tam olarak kabullenemememmiş, kendi içinde cebelleşen birinin dışarıdan görünen hali yani. bir noktada bunu da aştım sanırım, ama kayıp giden senelerin bir daha gelme olanağı yok, bir insanın her şeyin yeni yeni farkına vardığı, ve pek çok anıyı ilk defa tadacağı bir zamanda kapalı kutu olarak yaşamak telafi edilebilecek bir şey değil maalesef, sanırım ömrümün kalanında bunun hesaplaşması kendi içimde devam edecek.

ya ileriye bakmak? evet daha açık ve daha cesurum, çünkü kaybedilecek pek bir şey yok, ama çok daha büyük dertler var artık. belki üniversite yıllarımda bir şeyleri yoluna koyabilirdim, ancak günden güne berbat bir hale gelen ekonominin yanında iki senesi pandemide bir senesi kenarda köşede karambole bir yarım senesi de deprem felaketi sonucu geçirmiş bir insanım. ve şimdi aile evi kafese dönmüş oturuyorum. yüksek lisans yapsam? bir dönem buradan ilerleyip yolumu bulabilirdim, ama buna hazırlanırken karşılayacak durumumuz vardı, şimdi ise iş bulma yükümlülüğü pencereden kafayı uzatıp usulca selamlıyor. bir işe girebilirim, küçücük bir yerde 10 saat çalıştığım ve kendi ihtiyaçlarımı karşıladığım bir iş, ancak bir daha asla eski imkanlara sahip olamam, yaşam çalışıp yemek yiyip o aile evinde uyuyarak geçecek, sonrasında zaten gençliğini bir kenara bırakmış birisi oluyorum.

meşhur bir şiir başlar "yaşamak güzel şey kardeşim!", evet yaşamak güzel bir şey, ancak belli bir imkanınız varsa güzel bir şey! benim klansman daha çok karambole gidiyor. neticede sonuç belli ama, hiçlikten geldik ve hiçliğe gidiyoruz, arada küçük bir aralık ve hikayenin sonu belli, bu şartlar altında kutsanacak bir şey de yok.

sözün kısası günler geçiyor, yaşanmamış bir hayat oturduğum yerden kayıp gidiyormuş gibi hissediyorum, ya da bir başka panik durumu, ama netice belli; yaşam ile ölüm arasında gezdiğimiz ipince çizginin iyice görünmez hale geldiği bir an, belki de cinnetin kıyısı.

otoriter sinirli baskıcı sert sahiplenici maço erkek çekiciliği

tüm taraflar mutluysa bizlere de halt etmek düşer efenim, mutluluklar...

harry potter hayranlarının gryffindorlu olma sevdası

kitapta nasıl bir tasarım var bilemiyorum, ama filmlerde cesur, mert, delikanlı gryffindor vs hogwarts'ın kalleş ve namussuz evlatları karşıtlığı var. o atmosferde hufflepuff, ravenclaw falan figüran gibi eklenmiş. haliyle bu evrenle filmler üzerinden tanışanlardan farklı bir tercih beklememek lazım.

otoriter sinirli baskıcı sert sahiplenici maço erkek çekiciliği

bir basamak üstü "kocam döver de sever de" noktasıdır, allah korusun.

tüm gün gay accountlarında takılan biseksüel

en azından bu noktada kişiyi tek tipte kategorize etmemek gerekebiliyor. mesele biseksüellikse bu o kişinin orta noktada durduğu anlamına gelmez, illa skala hesabı bakacaksak eğer biseksüel olmakla birlikte belki de hemcinslerine ilgi duymaya çok daha meyillidir.

yok olmak vs sonsuza kadar yaşamak

"yok olmak" uzun uzadıya düşündüğümüz anda korku verici oluyor, en azında benim için öyle, bazen ölümü sonsuz bir karanlık gibi görüyorum ama burada karanlık falan yok çünkü karanlık da canlı olanın yaşayacağı bir şey, karşımızda duran gerçek bir şey bile değil, hiçlik ama hiçlik dediğimiz vakit de aklımıza bir şey gelir çünkü varlık olmayan bir şeyi tezahür edemez.

bu sorudan yola çıkarken açıkça sonsuza kadar yaşamak derim, neden? çünkü bizi biz yapan şeyin başında var olmak adına çabalamak geliyor. diğer yanda düşünmek lazım, eğer ki ölümsüzlüğün bir yolu bulunsa bu sefer de herhangi bir patlama, deprem vb sebeplerle yok olma ihtimalimiz olacağından şimdiki halimizden de ürkek olurduk, çünkü şu an cesaret namına her ne yapıyorsak işin sonunda "sonunda geberecez lan" fikrinden geliyor, ancak sağlık anlamında ölümsüz olursak bu sefer diğer sebeplerden ölüp gitme ihtimali ve bunun korkusu şimdiden daha beter aklımızı kemirir, ve öyle ki güvenli bir kavanozda öylece oturmayı bile dileyebiliriz. daha önce de burada yazmıştım, yaşamı anlamlı kılan ve fark etmemizi sağlayan şey ölümün kendisidir. ama yine de bir sorun var.

bu kadar güzelce konuşuyoruz ancak herhangi bir eğitim araştırma hastanesine gidelim, 90 yaşına gelmiş dayılar ve teyzeler yaşayacam diye köpekler gibi çırpınıyor lan! "sonsuz yaşasam nolacak lan?" cümlesinin bittiği noktadır bu, kaç yaşına gelirse gelsin insan iki dakika fazladan nefes almak için dahi olsa çırpınır, çünkü en kötü varlık yokluktan iyidir.

ya da bu benim bir türlü yenemediğim ve düşündükçe kendimi yedip bitirdiğim paradoksumdur.

hiv'den korkmayıp korona'dan korkan gay

şu başlığı az sulandırmam lazım: arkadaşlar ilkinde at arpadan ölüyor ötekinde bok yolunda gidiyor, mesele bu kadar basit!

29 ekim cumhuriyet bayramı

geç devrimler çağında yapılan bir devrim sürekli ilerlemek zorunda kalıyor, aslında kimileri vaktiyle bunun farkına varmış, o dönemlerden kalma bir fotoğrafta "durmayalım düşeriz" yazılı bir pankart bu durumu anlatıyor. ne var ki cumhuriyet bir noktada durdu, dahası kendi yetiştirdiği evlatları tarafından boğazlandı. bir başka meşhur söz vardır "devrim kendi çocuklarını yer" diye başlar, kimileri bunu mitolojide oğlu zeus'u yiyen kronos'a benzetir. ne var ki burada tersi olmuştur, cumhuriyet ve kemalist ideoloji kronos dahi olamamış kendi yarattığı burjuvazi tarafından ilk fırsatta yenilip yutulmuştur, 1945 sonrası olanlar da bunun hikayesidir.

bugün ise ortada cumhuriyet falan yok, adı var ama beden nefes almıyor sadece cenazesini kaldırmadıkları için ortada öylece yatıyor. o yüzden "coşku" ve "heyecanla" kutlayamıyorum. bende olan daha çok uzun süre önce yitip gitmiş bir adamın doğum gününde sevenleriyle toplanıp iki kadeh eşliğinde yine o adamı biraz üzüntü biraz da sitem içinde anmak.

sürekli siyaset konuşan erkek

biraz da siyasetin magazinsel bir şeye dönmesi sonucu itici gelebilen bir durum. yani bir insan toplumsal bir konuyu ne için konuşur? ortaklaşmak ve mümkünse bir konuda organize olup harekete geçmek için. ancak başta türkiye ve dünyanın pek çok yerinde siyaset artık müge anlı programlarından hallice ilerlediği için sokakta dönen muhabbet de "kim kime dum duma" goygoyu olarak işliyor.

doğruya doğru konuşmak lazım, politik bir aileden gelen, siyaset bilimi mezunu olan politik bir kişiyim, siyasi magazin dönünce ben de başımı çeviriyorum.

israil'in gazze'yi vurması

on gündür yaşananları sağır sultan duydu, ilk üç dört günde yaşanan kafa karışıklığı da "radikal" ergenler hariç herkeste üç aşağı beş yukarı durulmuştur, o yüzden meseleden ziyade işin söylem ve ideoloji düzeyine dikkat çekmek lazım.

bu tür olaylar olduğunda genellikle devletler kötü kalpli teröristleri öldürdüğünü ve bunun aslında oradaki sivil halka da yarayacağını söylerler, ancak ilk günlerde netanyahu doğrudan sivil yerleşimlerin bombalandığı görüntüleri paylaştı, iktidardaki sağcı likud partisinin bir vekili ise bununla tatmin olmamış gibi görünüyor, arkadaş direk atom bombası atılması gerektiğinden bahsediyordu. sonra kabinedeki görevini hatırlamadığım bir bakan "karşılarında insana benzeyen hayvanların olduğunu ve ona göre davranacaklarını" söyledi, sorun şuradaki burada bahsedilen "insansı hayvanlar" hamas militanları değil, bunu derken tüm filistin halkını kastediyordu. sonra da buna göre davrandılar.

yine de israil güçleri bir noktadan sonra geri adım atmak zorunda kalacak, çünkü bu katliamlar sonucu baştaki algı tersine döndü, israil gazze'yi vururken başta bunun meşruluğundan bahseden batıdaki siyasiler oradaki kamuoyu baskısıyla daha "ılımlı" söylemler kullanmaya başladılar. ancak daha bir kaç hafta önce kanada parlamentosunda eski bir nazi subayı "özgürlük savaşçısı" olarak alkışlanmıştı, bir buçuk sene önce başlayan rus-ukrayna savaşında ise azov üzerinden neo-nazi cihadının nasıl desteklendiğini zaten biliyoruz. doğrusu demokrasinin beşiğinde söylem ve hareketler ııı.reichs ayarına doğru kayıyor, ama bunun için illa bildiğimiz führer görünümünde olan sincap gibi bir herife ihtiyaç yok, yeni nazilerimiz gayet güler yüzlü hatta yer yer rishi sunak gibi elemanlardan çıkacak. başka türlü çıkar yolları da yok zaten, bir tarafta kriz büyüyor diğer yanda kurumlar eski gücünü yitiriyor ve yeni bir "kavimler göçü" durmadan sürüyor, o mazideki "old but gold" günler bitti yani, devir canavarların devri.

peki biz ne yapacaz?

doğrusu lafa gelince batıyla aşık atmaya kalkan cihatçı yaratıkların canı cehenneme, bugün vuruşurlar yarın makul bir anlaşmayla satmayacakları şey yoktur, kaldı ki bunlar eski dostlardır, bir dövüşür bir barışırlar hatta başları sıkışınca batının koynuna da sokulmasını gayet iyi bilirler. bizler ise bu coğrafyanın çifte yalnızlarıyız, bir yanda kellemize talip islamcı barbarlar var, diğer taraftakilerin bahsettiği özgürlük ise o beyaz adamın özgürlüğü, bu topraklarda iç savaş finanse edilirken kimse ölenler ilerici mi gerici mi, islamcı mı seküler mi diye ayırt etmiyor yani.

kısaca islamcıyla çatışırken neo nazinin boynuna enişte diye sarılmayacağız, mümkünse kendi göbek bağımızı kendimiz keseceğiz. kolay mı? valla işimiz çok zor, ama adam akıllı tarihe bakanlar kolay diye bir şey olmadığını biliyor.

önemli bir ek: altta güzel güzel yazı girip "şımarık" diye yaftayı basan sonra da silen kardeşim, gel hele gel, vallaha bak anlaşamayacağımız bir şey yok :)
  • /
  • 8

yalnızlık

güzel falan değildir. zaten yalnızlık güzelleyen insanların aslında yalnız değil şımarık olduğunu görürsünüz. aksaya aksaya hastaneye gelen tuvalete bile giderken başkasından yardım istemek zorunda kalan sırf sosyalleşmek için acil kuyruğuna giren yaşlıları görünce sikeyim yalnızlığı diyorum. "biri var mı yanınızda teyze" deyince "allah var"ı duyup göğsünüzde bir kütle öylece kalakalıyorsunuz. o allah mesela teyzenin ilaçlarını gidip eczaneden almıyor hastaneden çıkışta en azından koluna girip yoldaş olmuyor.
sevin sevilin gençler insan insana her zaman ihtiyaç duyar. ilk adımı atan siz olun çay ısmarlayın selam verin insanlar dostlar biriktirin. yardıma ihtiyacı olursa koşun. bir doktor olarak bunu çok iyi anladım belki de en iyi anlayan meslek grubundayım, çünkü insanların en çok birine ihtiyaç duyduğu anlara tanıklık ediyorum. yaşlı olmasına da gerek yok aniden ameliyata almamız gereken adamın arayıp eşyalarını getirtecek bir tane eşi dostu yoktu mesela geçen nöbet. baktım gizlice personele para verip evden getirtmek istiyor o halde ben gidip alayım diyor falan. böyle şeyler beni çok üzüyor etkileniyorum. yalnızlığa sokayım.

lgbti temalı klipler

lgbti temalı klipler

lgbti temalı klipler

lgbti temalı klipler

robbie williams - gary barlow: "shame"

lgbti temalı klipler

sigur ros'un seraph adlı şarkısının videosu benim gözümde diğer tüm gay temalı videolardan üstündür. video'nun yönetmenliğini yine bir eşcinsel olan john cameron mitchell yapmıştır. john cameron mitchell shortbus, hedwig and the angry inch ve rabbit hole gibi filmlerin yönetmenidir. aynı zamanda filmde hedwig karakterini de kendisi canlandırmıştır. videonun animasyonlarını dash shaw adlı çok da ünlü olmayan biri yapmıştır. kendisi tumblrdan takip edilesidir, amatör olsa da çok güzel işlere imza atmaktadır.



"it's hard to look at a love you can't understand."

pinkwashing

pinkwashing (pink: pembe, washing: yıkama/yıkanma/boyama) israil’in filistin’de işlediği suçların üstünü örtmek için başvurduğu yöntemlerden biri. ülkeyi batı’ya “gey dostu” ve “ortadoğu’nun en demokratik ülkesi” olarak lanse eden kampanyalar için israil devleti milyonlarca dolar harcıyor; abd ve avrupa’da tel aviv pride’ın reklamları yapılıyor ve turlar düzenleniyor. devamı:

pinkwashing nedir?
https://velvele.net/2021/05/13/pinkwash...

aileye açılmak

insanı özgürleştiren bir şey. benim ailem eski sevgilimin ondan başka kimsem kalmasın diye beni ifşalaması sonucu öğrenmişlerdi. küçük yer tabii herkese yayıldı. şu an koca ailemden sadece annemle, iki open minded kuzenimle ve bir teyzemle bağımız kaldı. onlarla da eskisi gibi değil tabii. hepimiz yeni yeni öğreniyoruz benim kimliğimle barışmayı, yaşamayı.
artık kimse ne zaman evleneceksin baskısı yapmıyor, gariban kızlara umut verip benimle tanıştırmaya çalışmıyor. ben ailemin hastalıklı genetiği bozuk bir bireyiyim. nasıl ki sendromlu bir çocuğu kimse yadırgamazsa, beni de böyle kabul ettiler anlaşılan. düzeltmeye uğraşmıyorum, açıkçası hastalıklı sanılmanın özgürleştirici bir yanı da var, tıpkı deli olmanın olduğu gibi.
sadece anneme fazla yükleniyorlar biliyorum. özellikle baba tarafı onu suçluyordur, en çok buna üzülüyorum. ben babamı değil annemi rol model aldığım için, annemin çocuğu olmayı seçtiğim için... annemin suçlarından biriyim.
bir gün beni doğururken bir suç yumağı doğurmadığını, kendi kanıyla beslediği çocuğunun bir canavar olmadığını anlayacak. sadece zamana ihtiyaç var biliyorum, biraz daha zaman.

şehir hatları

velvele'nin yeni podcast serisi.

sunuş yazısında şöyle demişler:

"velvele’nin 'göçü konuşmak' dosyası için hazırladığımız şehir hatları podcast’inde türkiyeli göçmen lgbti+’ların hikayelerinin peşine düşüyoruz. ülkeden neden ayrıldılar, yeni şehirlerinde neler yaşadılar ve yaşıyorlar, göçmen bir lubunya olarak deneyimledikleri hayatlarında neleri değiştirdi ya da etkiledi gibi sorulara yanıtlar arıyoruz. en önemlisi de türkiye ile ve ülkede sürmekte olan lgbti+ mücadelesiyle ilişkileri nasıl bir seyir izledi, kendilerinden dinliyoruz.

göçü konuşmak dosyamızın sunuş yazısında da belirttiğimiz gibi ülkeden göçmek zorunda kalmış ya da kendine yeni bir hayat kurmuş lgbti+’ların türkiye’deki hak mücadelesinin ne denli bir parçası olduğu, türkiye’de yaşananlara dair ne ölçüde söz söylediğine ilişkin hararetli, zaman zaman da heves kırıcı tartışmalar var. bu tartışmalar yeni önyargıları doğurmaya devam ediyor. bu podcast serisinde hem bu olumsuz ve dışlayıcı algıyı değiştirmeyi arzuluyor hem de diasporadaki lubunyaların hikayelerinin ve mücadelelerinin ülkede sürmekte olan mücadeleden neden ayrı düşünülemeyeceğini anlatmak istiyoruz. ve bunun için sözü gidenlere veriyoruz."

sunuş yazısı ve dinlenebilecek platformlar linkte https://velvele.net/2023/07/09/sehir-ha...

tüm podcast dinlenen platformlardan ulaşabilirsiniz. ilk bölümü dinledim, keyifli ve aslında faideli olmuş. türkiye'den giden lubunyaların hikayelerini duymaya daha çok ihtiyacımız var.

17 eylül 2023 homofobik aile buluşması

bu iğrenç gösteriye alternatif olarak kaos gl canlı olarak büyük hayat buluşması temasıyla youtubeda dört buçuk saatlik geniş katılımlı yayın yaptı.

Toplam entry sayısı: 158

havada asılı kalmak

aklıma jack london'un "ademden önce" kitabında anlattığı bir durumu getirdi. yazar, insan henüz uzun kollarıyla ağaçtan ağaca atlayan bir "maymun"ken, kimi talihsizlerin bir ağaçtan diğer ağaca yetişemeyerek aşağıya düştüğünden bahsediyor, ve bunun sonu ekseriyetle ölüm, sonra devam ediyor, yükseklik korkusu buradan başımıza bela olan bir şey, ve çoğumuz rüyalarımızda dahi düşüyoruz, ancak rüyada bir yükseklikten düşerken tam yere çakılacağınız anda bedeniniz yer ile temas etmeden uyanırsınız, neden o beden yere temas etmez? çünkü bu tecrübe ettiğiniz bir şey değil, etseydiniz zaten çoktan ölmüştünüz.

sabiha gökçen'de öpüşen heteroseksüel gençlere tepki gösteren kadın

kıssadan hisse

islamcıların "ahlak", "edep", "haya" kelimeleri üzerinden kurdukları anlatıya bir kere prim verirseniz, o prim verdiğiniz şey azınlıklara karşı bir silah olarak başlar, sonra o silah size de füze olarak döner. bir zaman sonra bakarsınız ki "millet-i hakime", kendisinden olmayan herkese diz çöktürmüş yalnız kendi değerlerini egemen kılmıştır.

bazen osmanlı dağılma devri gibi geliyor insana, kimliklere bölünmüş toplum, ama sadece bu kadarı değil, millet-i hakime olan müslimler bir de nasıl ne şekilde doğarsa doğsun resmi ideoloji (ama sadece resmi ideoloji değil, artık bu toplumun bir unsuru da sosyal konumu ne olursa olsun bir suç ortağı) tarafından gayrimüslim konumuna getirilenler (ama onlarda çeşit çeşit, diyorum ya geç dönem osmanlı prototipi). düşünmüyor değilim, bu topraklar hepimizi birden kaldıramayacak, varlığımız sürecekse kavgadan öte gırtlak gırtlağa savaşmamız lazım, ama metafordan daha çok antagonistik bir çatışma bu!

sözlük yazarlarının depresyon nedenleri

aslında bende olan muhtemelen psikoloji biliminin tanımladığı anlamda "depresyon" değil, öyle olsa işin sonu çok farklı yere çıkar, ama yine de buraya yazıyorum çünkü daha uygun bir başlık bulamadım. ondan buradaki depresyonu halk arasındaki anlamıyla ele alayım.

tarihe bugünden bakanlar geçmişi dönemlere ayırır, ben de bunu kişisel olana indirgeyecek olursam eğer, tüm bu günler geçtiği vakit 15-16 yaşlarımdan bu yana yaşadığım dönemi "uzun depresyon" olarak adlandırmayı tercih edeceğim. aslında tüm mesele kendimi gerçek anlamda kabullenmemle başlıyor, daha doğrusu yönelimimi ve bunun etrafında şekillenen karakterimi. kabullenmek fark etmekle aynı değildir, fark edebilirsiniz ama bunu bastırır ve karanlık dehlizlere savuşturabilirsiniz de, ama kabullenmek acı verici olandır, çünkü siz artık "farklı"sınız. ve en kötüsü kabullenmek ile "kendini sevmek" aynı şey değil maalesef bunları çok birbiriyle iç içe görürüz ki maalesef herkes için öyle değil. ilk 15'den 16 yaşıma doğru gelirken kendimi kabullendim, yani ben olduğum kişiydim ve yaşamım istesem de istemesem de buna bağlı gelişecekti, ama kendimi sevebildim mi noktasında durum değişir çünkü bunu kabullendiğim an ben bir "ucube"ydim. burada işin içine toplumsal yaşamın kendisi girdi tabi, "şimdi ben kendimi bu topluma nasıl kabul ettireceğim?", ya da "beni yadırgayacak bunca kuvvetle nasıl başedeceğim?". sonrasında açıldığım insanlar oldu, hepsinde başımı eğe eğe utana sıkıla konuştum, o en meşhur sorumuz var ya hani "ya yadırgarlarsa?".

ve yıllar yılları kovaladı, bu süreçte sevdim, hem de çılgınca sevdim. aslına bakarsanız nefes aldığım ve alacağım süreç içinde kendim için çok küçük ama toplum için çok büyük isteklerim var, nedir bunlar? yanında mutlu olup dünyamı paylaştığım bir adet sevgili ve huzurlu bir ev! bütün toplumsal yargıları bir köşeye atıp insanı en çıplak haliyle ele aldığınız vakit basit bir istek, ancak işin içine toplumu ve düzenin kendisini koyduğunuz vakit büyük bir hayal, dahası bildiğin ütopya gibi bişey lan! ya da beklentiler o kadar düştü ki artık buna bile inanamayacak hale geliyorum.

bundan böyle yaşım 23, önce ne olduğumu anladım, sonra kendi içimde kabul ettim, ama belki de kendimi hala sevemedim, ve geçen yıllar içinde belki de ömrüm boyunca geçen yıllara dönüp "keşke daha cesur olsaydım" diyerek kendimi yargılayacağım, ve muhtemelen her gece! bunun yanında teşhisi koymak da çözüm yolunda giden önemli bir adımdır ancak yetmez, hareket etmek gerekir, yani yol belli artık görebiliyorum ancak o yolu yürümek fazlasıyla acı verici, üstüne sonu da belli değil ve insanı yaşamadığı korkutur, oysa yaşadığı da pek iç açıcı şeyler değildir, bu durumda insan ne kaybedebilir?

şimdi saadete gelelim... dışarıya karşı bir savaşım var, toplum, düzen, ataerki ya da her ne haltsa işte. ancak dışarıdaki kasırgadan kaçıp sığınacak bir limanım yok, çünkü içeride dışarıdakinden de beter bir savaş var! en kötüsü budur işte, insan başını yastığa koyduğu her gece kendiyle boğuşur ve artık kaçacağı bir yer de yoktur.

eşcinsel olmak

hayatın tersinden şamar yemektir.

ne tam anlamıyla kendinizi anlatabilirsiniz ne de karşınızdakiler sizi anlar. hatta kimi zaman siz bile kendinizi anlayamayabilirsiniz. ama her şekilde nanayı yediniz yani burdan çıkış yok.
toplumsal yaşam içerisinde durumunuzu bir ihtimal yozgatta yaşayan bir ermeniyle kıyaslayabilirsiniz belki, zaten en yorucusu olanı da toplumsal baskıdır, açık kimliğinizle var olmak isteseniz bir türlü, tamamen kendi içinize kapanıp gölgelerin arasına karışsanız başka türlü.
bir de sevgi, aşk ve benzeri konularda şansınız pek de yaver gitmiyor. "on beş sene sonra kendini nerede görüyorsun" denildiği vakit üç poşet birayla arabayı deniz kıyısına çekmiş kıllı göbekli ipsiz sapsız bir dayı olma ihtimalim gözlerime vuruyor, bu senaryodan mutlu olduğumu söyleyemem.

iz bırakan özlü sözler

tay sikildiği çayırı özlermiş...

kitap okumak

şimdi buraya kadar epey güzelleme yapılmış bir de işin öte tarafına bakalım, eğer soyadınız koç, sabancı ya da benzeri bir şey değilse bokunu çıkarmak zarar verecektir, yıllardır günde en az 250 sayfa okuyabilen, bir yanda defter diğer yanda kitap günde 8-10 saat mesai yapar gibi oturan bir insanım. yıllar boyu gelinen süreçte antik yunan'da sınıf mücadeleleri üzerine sabaha kadar konuşurum, ama elime iki çivi verseler çakamam, haliyle dışarıda para kazanacak bir işim de yok. kitapları da raflarıyla beraber g.tüme sokarım artık.

liseli eşcinsellere tavsiyeler

kendini iyice keşfettiğin bir çağda özellikle yaşanılan yer dolayısıyla kimliğini saklamak çok yıpratıcı olabiliyor, bu durumda hayat üçgeni oluşturmak lazım. düşünsel olarak da açık bir dostuma, ilerici olduğunu çok iyi bildiğim bir rehberlik öğretmenime ve psikoloğa açılmıştım. doldukça, canım sıkıldıkça birinden biriyle konuşuyordum, en azından insanı rahatlatıyor. kimliğinizi açık ya da yarı açık sürdürme şansınız yoksa eğer bu türlü bir harekette bulunun, psikolojik olarak sizi de rahatlatır.

bunun yanında ben hiç bir zaman cesaret edemedim, ama yapabiliyorsanız ve mevcutta varsa genç lgbti+'ların olduğu bir ortama yanaşın, daha doğrusu örgütlenin. yıllar geçtikçe kayıp giden senelere küfrediyorsunuz.

sözlük yazarlarının depresyon nedenleri

aslında bende olan muhtemelen psikoloji biliminin tanımladığı anlamda "depresyon" değil, öyle olsa işin sonu çok farklı yere çıkar, ama yine de buraya yazıyorum çünkü daha uygun bir başlık bulamadım. ondan buradaki depresyonu halk arasındaki anlamıyla ele alayım.

tarihe bugünden bakanlar geçmişi dönemlere ayırır, ben de bunu kişisel olana indirgeyecek olursam eğer, tüm bu günler geçtiği vakit 15-16 yaşlarımdan bu yana yaşadığım dönemi "uzun depresyon" olarak adlandırmayı tercih edeceğim. aslında tüm mesele kendimi gerçek anlamda kabullenmemle başlıyor, daha doğrusu yönelimimi ve bunun etrafında şekillenen karakterimi. kabullenmek fark etmekle aynı değildir, fark edebilirsiniz ama bunu bastırır ve karanlık dehlizlere savuşturabilirsiniz de, ama kabullenmek acı verici olandır, çünkü siz artık "farklı"sınız. ve en kötüsü kabullenmek ile "kendini sevmek" aynı şey değil maalesef bunları çok birbiriyle iç içe görürüz ki maalesef herkes için öyle değil. ilk 15'den 16 yaşıma doğru gelirken kendimi kabullendim, yani ben olduğum kişiydim ve yaşamım istesem de istemesem de buna bağlı gelişecekti, ama kendimi sevebildim mi noktasında durum değişir çünkü bunu kabullendiğim an ben bir "ucube"ydim. burada işin içine toplumsal yaşamın kendisi girdi tabi, "şimdi ben kendimi bu topluma nasıl kabul ettireceğim?", ya da "beni yadırgayacak bunca kuvvetle nasıl başedeceğim?". sonrasında açıldığım insanlar oldu, hepsinde başımı eğe eğe utana sıkıla konuştum, o en meşhur sorumuz var ya hani "ya yadırgarlarsa?".

ve yıllar yılları kovaladı, bu süreçte sevdim, hem de çılgınca sevdim. aslına bakarsanız nefes aldığım ve alacağım süreç içinde kendim için çok küçük ama toplum için çok büyük isteklerim var, nedir bunlar? yanında mutlu olup dünyamı paylaştığım bir adet sevgili ve huzurlu bir ev! bütün toplumsal yargıları bir köşeye atıp insanı en çıplak haliyle ele aldığınız vakit basit bir istek, ancak işin içine toplumu ve düzenin kendisini koyduğunuz vakit büyük bir hayal, dahası bildiğin ütopya gibi bişey lan! ya da beklentiler o kadar düştü ki artık buna bile inanamayacak hale geliyorum.

bundan böyle yaşım 23, önce ne olduğumu anladım, sonra kendi içimde kabul ettim, ama belki de kendimi hala sevemedim, ve geçen yıllar içinde belki de ömrüm boyunca geçen yıllara dönüp "keşke daha cesur olsaydım" diyerek kendimi yargılayacağım, ve muhtemelen her gece! bunun yanında teşhisi koymak da çözüm yolunda giden önemli bir adımdır ancak yetmez, hareket etmek gerekir, yani yol belli artık görebiliyorum ancak o yolu yürümek fazlasıyla acı verici, üstüne sonu da belli değil ve insanı yaşamadığı korkutur, oysa yaşadığı da pek iç açıcı şeyler değildir, bu durumda insan ne kaybedebilir?

şimdi saadete gelelim... dışarıya karşı bir savaşım var, toplum, düzen, ataerki ya da her ne haltsa işte. ancak dışarıdaki kasırgadan kaçıp sığınacak bir limanım yok, çünkü içeride dışarıdakinden de beter bir savaş var! en kötüsü budur işte, insan başını yastığa koyduğu her gece kendiyle boğuşur ve artık kaçacağı bir yer de yoktur.

aşık olmak

güzeldir güzeldir de, bizim mahalleye doğru geldikçe pek yaramıyor sanki, hemen sapıtıyoruz efendim.

en son birine bi tutuldum, yalan yok ilk iki ay polyanna gibi geziyorum, çiçek böcek derken kampüsü güneşi keşfettim bir anda, cengizin moğol süvarisi gibi dolaşan allah'ın yabanisi oldu size frankafon beyefendi! hani böyle kafamda hayali insanlar var ben onlara hayatın yaşamaya değer olduğunu, önemli olanın iyiye güzele doğru kanat çırpmak olduğunu falan anlatıyorum, tedx konuşmacısı gibi nutuk çekiyorum amk.
sonra tabi "hayallerle yaşayanı gerçeklerle sikerler" cümlesi yeryüzündeki en hakkaniyetli cümle olduğunu kanıtlıyor, bir bakıyoruz herif hetero, taktı koluna sevgiliyi geziyor. iki aylık çiçek böcek faslı bıraktı yerini dört aylık komaya, uyku düzeni falan hak getire, panjurdan azıcık ışık girsin vampir gibi tıslayabilirim. tutmadı yani boş yere bi de samimi olduk daha da nah koparım burdan.

velhasıl kelam bir döngüdür gidiyor, üç beş sene sonra da peş peşe eskilerden düğün davetiyeleri alırız, onu da atlattık mı havada karada ölüm yok.

aileye açılmak

sene 2016, ergenlik gümbür gümbür. yine sinir krizi geçirip farkında olmadan kız kardeşin ödünü bokuna karıştırdığım bir günün sonunda anne beni çekti, anlattım böyle böyle, "çok normal" karşıladı, ya da ben öyle sandım, o ara odamda canan tan'ın eşcinsellik üzerine bir romanı vardı adını hatırlamıyorum, iki gün sonra o roman artık yoktu, baya gestapo gibi yırta yırta imha etmişler, işte efendim ben etkileniyor muşum falan, üstelemedim yemedi. aradan iki sene geçti, ergenlik yine tavan, kafa da güzel çıktım karşılarına "ben topum ulannn, aha buyum" diye sayko gibi konuştum, o ara baba ağlıyordu. ertesi gün baktım ortam çok gergin, "içkiliydim vs" ayağıyla geçiştirdim onların da işine geldi tabi. şimdi yaş oldu 22, iki gün önce kafa güzel yine çıktım babanın karşısına "lan oğlun bu yaşına kadar koluna iki kız takmadı hiç mi şüphelenmedin" diye başladım, adam kalktı "etken misin edilgen misin?" diye sordu amk ona göre oğluna cinsiyet atayacak. şimdi o enteresan diyalog hiç yaşanmamış gibi rol kesiyoruz, her neyse, böyle döngü gibi gidiyor işte. ne ben tam cesaret ediyorum ne onlar tam kabullenebiliyor, ara ara patlamalı, ortaya saykodeli manzaralar çıkartmalı bir ilişki.

ayı sözlük yazarlarının yattığı erkek sayısı

game of thrones gece nöbeti... gerçi aseksüel eğilimi yüksek herifim çok da dert ettiğim şey değildir, ama bazen insan düşünüyor incel femcel gibi saçma sapan hesaplar çıktı piyasaya, elemanlar hayvan gibi para kazanıyor ulan kur bu tarz bi lgbti+ temalı hesap sen de yolunu bul amk! tabi toplum içerisinde genel sığırlaşmaya hizmet edeceksin ama o çok övdükleri piyasanın mantığı da bu değil midir? neyse biz yine de efendi efendi takılalım efenim.

kısa bir ek: olum kafam güzelken maytap geçiyordum hemen eksilemeyin lan!

pinkwashing

haklar ve özgürlükler de bugün pazarlama stratejisi olabilir, çünkü dünyada öyle "sekülerler" ile "köktendinciler" arası bir fantastik kavga verilmiyor, çelişkiler ve bunlardan doğan çatışmalar daha farklı.

mesela batı devletleri ne kadar özgürlükçü ve demokrat olduklarının propagandasını 45 sonrası dönemden beri yapmıştır (bir ölçüde olması kaydıyla öyledirler de), bugün ise medyaya bolca trans, gay ya da lezbiyen hava kuvvetleri personeli servis edilir. hikayenin diğer yanında ise afganistan'da taliban'ı kimlerin besleyip büyüttüğünü soracak olursanız cevap gelmez. peki o seküler suriye'de öso, el nusra, hatta kuruluş dönemlerinde işid kimlerden destek almıştır? bu cihatçı örgütler ilerlerken şam'ı ve golan tepelerini kimler bombalamıştır? türkiye'den devam edelim, madımak katilleri yurt dışına çıktıktan sonra onlara oturum iznini hangi ülke verdi ve şu an çoğu nerelerde yaşıyor? bugün o islamcı olan ortadoğu'da çok da uzak olmayan bir geçmişte gayet seküler bir birikim de yaşandı, peki coğrafyanın içinden geçen o müslüman kardeşleri yani ihvan çetesini kimler himaye etti ve kimlere karşı kullandı? bu soruları istediğimiz kadar uzatabiliriz.

o yüzden açıkça bir taraf seçilecekse bu makyajlamaya göre olmaz, ilk önce sorulması gereken şudur: bugün "özgürlük" ile "medeniyet" pazarlayan kuvvet o ilkeleri size layık görüyor mu? bulunduğunuz coğrafyada kimlere kucak açtığına bakarak anlarsınız, "ama efendim hamas" falan diyecek olursanız yine bir soru gelir: uzun bir dönem filistin mücadelesi fhkc, fkö ve el-fetih gibi gayet seküler unsurlarca temsil edilirken hamasın dünkü çocuktan bir anda gürbüz bir delikanlıya dönüşmesinde kimlerin etkisi olmuştur?

düşünün işte, düşündükçe gerisi çorap söküğü gibi gelir, aksi halde o trans pilotlar ortadoğu'yu bombalarken kimseyi queer mi değil mi diye ayırt etmiyor, sonra padişaha kızıp rum çeteciye sığınmak gibi olmasın halimiz.

israil'in gazze'yi vurması

on gündür yaşananları sağır sultan duydu, ilk üç dört günde yaşanan kafa karışıklığı da "radikal" ergenler hariç herkeste üç aşağı beş yukarı durulmuştur, o yüzden meseleden ziyade işin söylem ve ideoloji düzeyine dikkat çekmek lazım.

bu tür olaylar olduğunda genellikle devletler kötü kalpli teröristleri öldürdüğünü ve bunun aslında oradaki sivil halka da yarayacağını söylerler, ancak ilk günlerde netanyahu doğrudan sivil yerleşimlerin bombalandığı görüntüleri paylaştı, iktidardaki sağcı likud partisinin bir vekili ise bununla tatmin olmamış gibi görünüyor, arkadaş direk atom bombası atılması gerektiğinden bahsediyordu. sonra kabinedeki görevini hatırlamadığım bir bakan "karşılarında insana benzeyen hayvanların olduğunu ve ona göre davranacaklarını" söyledi, sorun şuradaki burada bahsedilen "insansı hayvanlar" hamas militanları değil, bunu derken tüm filistin halkını kastediyordu. sonra da buna göre davrandılar.

yine de israil güçleri bir noktadan sonra geri adım atmak zorunda kalacak, çünkü bu katliamlar sonucu baştaki algı tersine döndü, israil gazze'yi vururken başta bunun meşruluğundan bahseden batıdaki siyasiler oradaki kamuoyu baskısıyla daha "ılımlı" söylemler kullanmaya başladılar. ancak daha bir kaç hafta önce kanada parlamentosunda eski bir nazi subayı "özgürlük savaşçısı" olarak alkışlanmıştı, bir buçuk sene önce başlayan rus-ukrayna savaşında ise azov üzerinden neo-nazi cihadının nasıl desteklendiğini zaten biliyoruz. doğrusu demokrasinin beşiğinde söylem ve hareketler ııı.reichs ayarına doğru kayıyor, ama bunun için illa bildiğimiz führer görünümünde olan sincap gibi bir herife ihtiyaç yok, yeni nazilerimiz gayet güler yüzlü hatta yer yer rishi sunak gibi elemanlardan çıkacak. başka türlü çıkar yolları da yok zaten, bir tarafta kriz büyüyor diğer yanda kurumlar eski gücünü yitiriyor ve yeni bir "kavimler göçü" durmadan sürüyor, o mazideki "old but gold" günler bitti yani, devir canavarların devri.

peki biz ne yapacaz?

doğrusu lafa gelince batıyla aşık atmaya kalkan cihatçı yaratıkların canı cehenneme, bugün vuruşurlar yarın makul bir anlaşmayla satmayacakları şey yoktur, kaldı ki bunlar eski dostlardır, bir dövüşür bir barışırlar hatta başları sıkışınca batının koynuna da sokulmasını gayet iyi bilirler. bizler ise bu coğrafyanın çifte yalnızlarıyız, bir yanda kellemize talip islamcı barbarlar var, diğer taraftakilerin bahsettiği özgürlük ise o beyaz adamın özgürlüğü, bu topraklarda iç savaş finanse edilirken kimse ölenler ilerici mi gerici mi, islamcı mı seküler mi diye ayırt etmiyor yani.

kısaca islamcıyla çatışırken neo nazinin boynuna enişte diye sarılmayacağız, mümkünse kendi göbek bağımızı kendimiz keseceğiz. kolay mı? valla işimiz çok zor, ama adam akıllı tarihe bakanlar kolay diye bir şey olmadığını biliyor.

önemli bir ek: altta güzel güzel yazı girip "şımarık" diye yaftayı basan sonra da silen kardeşim, gel hele gel, vallaha bak anlaşamayacağımız bir şey yok :)