bon iver'in uzun zamandır beklediğimiz 5. uzun çaları, gün itibarıyla yayınlandı.
albüm iki fazlı; ilk fazı sable, geçtiğimiz aylarda yayınlanan 3 şarkı ve bir introdan oluşuyor. albümün karanlık kısmını temsil ediyor. diğer fazı ise uzun zamandır dinlediğim en iyi opener'lardan biri olan short story ile açılan fable.
albüm, bon iver'de pek de alışık olmadığımız sadelikte. diğer albümleri gibi cümleleri anlayabilmek için sözlükler açmamız gerekmiyor. aslında bu sadelik albümün yapılma amacına da hizmet ediyor. sable'la açılan depresyon kapısını, çekilen hüzün perdesini aralamak için gereken oldukça nonkompleks bir şey; aşk. albümün ikinci fazı fable'da aşk ve seks üzerine kurgulanmış.
kışı sable'la geçirmiştim, fable'ın da eklemlenmesiyle muhtemelen tüm yazı geçireceğim albüme de sahip olmuş oldum.
rob moose'un aranjesi, justin vernon ve jim e-stack prodüktörlüğü ile her şarkı adeta bir chef kiss. ben justin'in falsettolarına aşık biri olarak bu albümdeki vokallerine ayrı düştüm. kafa sesini kullandığı yerler tam eargasm sebebi.
albümden favorilerim, fable'ı muhteşem şekilde açan short story. kacy hill'ın vokallerine aşık oldum, tam bir ilkyaz rüzgarları gibi vurdu tenime. diğer favorim gitarda mk.gee'nin olduğu from, inanılmaz bir hit potansiyeli olduğunu düşünüyorum. tobias jesso katkısını hemen hissediyorsunuz. şarkıda justin'e jacob collier eşlik ediyor. justin, mk.gee ve collier... biz bu trio'yu hak edecek n'aptık bilmiyorum... ve albümden en sevdiğim şarkı, bence bon iver'in yaptığı en iyi işlerden biri -ki justin de böyle olduğunu söylüyor- there's a rhythmn.
hayatımın bir dönemece girdiği bu süreçte dinlemek çok iyi hissettirdi. justin'in karanlık tarafını yıllarca dinlemiş biri olarak, albümü kapatan there's a rhytmn'ın onun için neden bu kadar önemli olduğunu anlayabiliyorum. şarkının verse-2 kısmındaki ''i could leave behind the snow'' liriği tam bir full circle çekiyor insanda.
''first thing is just be watched
time heals, and then it repeats
you will never be complete
and the strain and thirst are sweet
you have not yet gone too deep''
''there's a rhythmn to reclaim
get tall and walk away''
bawer enfes yazmış yine, onun yazısına ek olarak sadece homonasyonalizm üzerinden okunmasıyla bir yanı eksik kalacak bir durum olduğunu düşünüyorum.
lgbti'lerin varlığını doğrudan hedef alan, ideal aile yapısının anne baba ve çocuklardan oluştuğunu söyleyip same seks evliliklere karşı olunacağını belirten, okullarda cinsel eğitim verilmesine karşı olan, trans çocuklar için "okullarda diğer çocuklar bu azınlıklardan nasıl korunacaklarını bilmiyor" demiş bir antiqueer başkana sahip parti.
jasbir puar'ı çok sever ve okurum, o da homonasyonalizmi iç, bölgesel ve küresel olmak üzere üç ölçekte işler yazılarında. yani sadece iç dinamizme değil bölgesel ve küresel etkilerin queer düşünceye ne kadar invaze olduğuna bakılmalı.
puar, abd'deki ulusalcı ideolojinin (özellikle 11 eylül sonrası dönemde) homonormatiflikle nasıl işbirliği yaptığını ve bu işbirliğinin vatansever ve kapsayıcı anlatılarla nasıl üretildiğini yazmıştı. sağcı popülist siyaset queer'liği kullanıyor ve ulusal kimliğe bağlılığın, ötekileştirmenin ve belirli grupların toplumdaki sorunlardan sorumlu tutulmasının önünü açıyor. bu da antiqueer bir partinin başkanını lgbt bireyler içinde bile birinci parti yapabiliyor.
islamofobi üzerinden tıpkı gazze'de yapıldığı gibi pinkwashing yapılıyor ve insanlar kendi benliklerini göremeyecek kadar körleştiriliyor. kadınları, çocukları ve eşcinselleri sözümona koruma çatısı altında oryantalist söylemler kullanılarak işgal ve baskı legalize ediliyor.
queer görüşünün içine sızan bu homonasyonalizm günümüzde politik bir kayma yaşadı ve homopopülizme ilerledi. ve biz bunu sadece izleyebiliyoruz. bu konuda bir tez okumuştum. james keith lotter şöyle diyordu, "korkulu sözümona vatansever egemen özneler, korku temelinde seçtiği liderleri yetkilendiriyor" yaşananları en iyi özetleyen şeylerden biri bu bence. cynthia weber'in queer uluslararası ilişkiler teorisi de buna benzer çıktıları içeriyordu, kitabında devletlerin ve liderlerin queerleri korku üzerinden yönlendirerek nasıl egemenlik yetkisi aldıklarını yazmıştı weber.
almanya'da yaşanan şeyin bir parçasının da nazilerce pompalanan korkunun bir tezahürü olduğunu düşünüyorum, bunu en iyi genç kuşak üzerinden yapabiliyorlar, zaten en çok oyu da gençlerden bu şekilde alıyorlar. beyaz gaylerin iktidarlar için bu kadar "işlevsel" olduğu başka bir dönem olmadı herhalde. ama bu beyaz gaylerin dışında, korkuyla sindirilmiş gaylere bir şekilde ulaşılabileceğini düşünüyorum, başka bir yol bilmiyorum. yazdıkça, okudukça, düşündükçe delirecek gibi oluyorum.
ruh eşim olduğuna inandığım sanatçılardan biri. umarım paralel hayatlarımızdan birinde aynı masaya oturmuş, uzun uzun konuşmuş ve köz biberli humus kaşıklamışızdır, canım kadın.
" i've looked at clouds from both sides now
from up and down and still somehow
it's cloud illusions i recall
i really don't know clouds at all"
geminid'i izlemesi çok keyifliydi, dolunayın denk gelmesi biraz talihsiz olsa da izleyebilmiştik.
sıra quadrantid'de. 3-4 ocak gibi peak seviyesine ulaşması bekleniyor. özellikle hâdid-i şems'e denk gelmesi epey mistik bir olay bence.
tanrıdan çaldığı ilksel ateşi göğsünde saklayan kızılgerdanlar da uyanmaya başladılar. alkolleşmeye yüz tutacak kadar olgunlaşmış meyveleri yedikleri için "ormanın sarhoşları" denilen ipekkuyrukların da çarpa çarpa uçup geceleri parlayarak plinius'a yol gösterdikleri sabahına ise sızdıkları zamanlardayız. bu yağmurla birlikte doğa da bambaşka bir döngüye giriyor.
hasta için korkunç bir deneyim. özellikle manevrayla kırılmayan svt'lerde adenozin puşelemek zorunda kalmak doktor için de hasta için de kötü, saniyelik de olsa kalbi neredeyse durduruyoruz çünkü ve bu esnada hastanın bilinci açık.
aslında yetişkinlerde çok da nadir sayılmaz. erişkin acilde çalışırken her gün en az 3 hastam olurdu svt'li. ben elimden geldiğince böyle hastalara müdahale ettikten sonra taburcu etmeden vagal manevralar öğretirdim evde tek başlarınayken atağa girerlerse diye. modifiye valsalva manevralarını bilmek en az heimlich bilmek kadar hayati, siz veya bir yakınınız yaşarsa acillik olmadan kırabilirsiniz svt'yi. belli bir noktada ilaç tedavisi gerekiyor tabii ki, çok ileri dönemde ise ablasyon yapılıyor.
youtube'da shorts şeklinde güzel manevra videoları var mutlaka bakın derim.
çayımızı çöreğimizi aldık yağmuru izlemek için şehrin dışına akan yollara düştük. dolunay arefesi olması biraz keyif kaçırıyor tabii ancak bu harika doğa olayının olabildiğince keyfini çıkarmak istiyorum.
3 gün bir yayla evinde sıcak şarap, birkaç dost, the national'ın bugün yayınladıkları konser kaydı ve yağmurla geçecek. eskiden olsa muhtemelen kendime off day vermezdim, illa yanıma birkaç iş alırdım. büyüdükçe böyle anların değerini anlıyorum galiba. 26. yaşıma bir hediye; hadi gökyüzü, hadi geminid yap şovunu!
kişiye saldırmak/karalamak, benzetmeye dayalı karalamak, ispat yükümlülüğü, durumsal kişi karalamak, ''sen de...'' cümleleriyle karalamak, otoriteye başvurarak karalamak, cımbızlama, indirgemecilik, geleneğe başvurma vs. gibi başlıklarda incelenebilir. bir üst entry'de paylaşılan linkte türler güzel özetlenmiş.
bir de tartışmalarında buna başvuran kişilerin bindiği trenin vagonları bununla sınırlı da değil genelde. whataboutizm, tokenizm, doxing, hipermoralizm, ostrasizm vs. hepsine düşerler.
size böyle gelen lowbrow'larla hiç münakaşa etmemek en sağlıklısı. müzakere kültürü insanın içinde olması ve en geç 20'lerin başında kazanılması gereken bir şey. sonradan gelişmiyor.
ayrıca bu konuda daha detaylı okuma yapmak isteyenlere aristotales'in ''sofistçe çürütmeler'' kitabını önerebilirim.
edit: link veren yazar entry'sini silmiş, biraz boşa düşmüş oldu. scotopia videosunda bahsediyor biraz.
" i was on the back of a nightingale, living like a king;
listening to the songs that you’d sing
home fires were burning and the smoke stung our eyes;
we were blind from birth, until that night
love grows old and we die younger each time
heaven loves a martyr
and how am i supposed to run with my legs sunk in the mud?"
"maybe i was destined for philosophy
leading leftist ideologies at the paris-sorbonne
dreaming up the splendid demise
of the societies we despise, at cafe de flore
but these things lose all their meaning and allure
if you're not there to witness the grandeur
what could take my love away?
maybe we'll be missionaries in the congo
revolutionaries in cuba
perhaps we'll build a home
in the shadows of the forest
along the east coast or the west coast
i forget where we decided"
bu seneki geminid meteor yağmurunu oldukça enteresan bir zamanda izleyeceğiz.
aralığın 13'ü cumaya denk geliyor. üstelik 15'inde dolunay var. bunların arasında da 13-14 ve şanslıysak 15'inde yağmuru izleyebileceğiz. geçen sene ay hilâldi, bu sene dolunayın olması şansızlık oldu yine de şafak vakti ayağa dikecek beni bu güzellik.
aralığın 14'üne bahri günleri başlayacak. hikayeye göre sabah yıldızının oğlu keyks ile rüzgarlar kralının kızı alkyone birbirlerine aşık olur, bir gün keyks'in gemisi batıp cesedi suya vurunca alkyone suyun üzerinden adeta uçarak geçer ve sevdiğinin bedenine sarılır. tanrı zeus, keyks'i boğulmasın diye dalgıçkuşuna, alkyone'u ise suyun üstünde aksın diye bahrikuşuna dönüştürür. aynı zamanda aralığın 14'ünü de fırtınasız kılar ki bahrikuşları sevdiklerine uçabilsinler. zeus bu sene de çalışırsa fırtınasız bir gökte yağmuru daha net izleyebiliriz.
ayrıca birkaç yüzyıl öncesinde yaşasak cadılar için oldukça kanlı âyinler olurdu muhtemelen. 13 cuması, dolunay ve meteorlar...
amerikalı ressam, söz yazarı ve buğu sesli şarkıcı, mezzo soprano. 5 yıl önce istanbul konserinde tanımıştım, o günden beri kulağımdan düşmüyor. karanlık folk'un en iyilerinden.
şarkılarını kara kalemle beyninizde imgeler çizerek söylüyor. tüm bu karanlığının içinde filizler de yeşertiyor tabii.
ağıt yakan bir su kuşu aynı zamanda. tarla için, gölcük için, orman için ağıtlar yakar. hiç olmamışların kardeşidir, derdi de ağıdı da onlaradır.
"onun ağıdı bakir topraklar içindir, selvilerin yeşermediği.
onun ağıdı ağaçların derinlikleri içindir, balın ve şarabın çıkmadığı.
onun ağıdı otlaklar içindir, hiçbir bitkinin yetişmediği." *
* adonis, attis, osiris - james george frazer
sohrab sepehri'nin suyun ayak sesi'nde "bayram yağmuru gibi, sığırcık dolu çınar gibi bir şey" dediği "şey" tam olarak onu anlatıyor. dallarına sığırcıklar konuyor ve tüm o fırtınalarda hiçbiri yerini terk etmiyor gibi.
famous blue raincoat'u da en iyi cover'layan kişi zannımca.
özellikle evde yemek yapan biriyseniz ve evin balkonlarından biri ölü balkonsa hayat kurtaran bir şey.
elimden geldiğince vegan beslenmeye çalışan biri olarak evim bakliyatla, kurutulmuş gıdalarla dolu. hepsini camda saklıyorum ve koyacak yer bulamıyordum. sonra baktım hiç kullanmadığım ölü bir balkon vardı evde, kapattırmıştım. içine de büyük bir dolap ve raflar yaptırınca ev büyük oranda rahatlamıştı.
bir de adanalılıktan gelme bir alışkanlık; kendi turşumu, reçelimi, biramı, domates konservemi, salçamı kendim yaparım ve bunları depolayacak yer bulmak bir sorun olmaktan çıkmıştı böylece. aynı zamanda biralarımı hep belli sıcaklıkta ve ışıkta tutabildiğim için tatları eskisinden daha güzel oluyordu, o ev yapımı biradaki skunky koku olmuyordu mesela.
sonra üniversite bitince evi arkadaşlarım kiraladı onlar da aynı şekilde kullanmaya devam ediyorlar.
bazı trick noktaları var tabii. mesela rafları arada havalandırmak ve silmek gerekiyor çünkü güve olabilir. güve olmaması adına rafları mutlaka sirkeli suyla silin. sonra sedir ağacı yağı veya benim tercihim lavanta yağı damlatın birkaç damla. ve bakliyatların içine kurutulmuş defne yaprağı koyun. eğer fazla nemli bir yerde yaşıyorsanız kutulara ve dolaplara birkaç paket silika jel koyabilirsiniz nem sorununu büyük oranda çözüyor.
det sjunde inseglet kadar etkilendiğimi söyleyemem ama bergman deyince aklımda beliren aus dem leben der marionetten, persona, en passion ve höstsonaten kareleri dışında kortikalimde yer edinmiş, ara sıra ağaç sökme sahnesiyle aklıma düşen film.
bergman'ın yok-yerleri ev bellettiği ve insanın ruhuna fısıldadığı, ahlaki ikilemlere soktuğu filmlerine eklemlenmiş, onun sinemasında derinlere inmeyenlerin kaçıracağı, çoğu sinefilin bergman listelerinde üstlerde yer alan filmdir aynı zamanda.
ilginç bir tesadüf; keisuke kinoshita'nın narayama bushiko'sundan sonra izlemiştim filmi. iki filmin evreni beynimde iç içe geçmişti. kinoshita'nın yollarında bergman'ı yürütmüştüm, kendi içimde böyle paraleller kurmayı seviyorum.
yazılmış en güzel isyan şarkılarından. spiritual front'un başyapıtı open wounds albümünden. senden, benden, inançsızlıktan ve nefretten bir yumak. sizlerin mezarına işeyeceğiz evet, ama birbirimizin cenazesinde de en kötü şarkılarımızı söyleyeceğiz.
"everyday is the longest day
or maybe the day you will never forget
god didn't save you from the lack of a rich, rich marriage
nor your dictator saved you from the big glorious war
but maybe you were saved just
because you never, never believed
i loved your style and your hatred for
your hatred for mediocrity
god will not give you an honored place
but he will envy your shined shoes"
amerikan yazar garth greenwell'in basılmış ilk kitabı, özgün adıyla "what belongs to you".
geçen sene londra'da ingiliz bir arkadaşımın elime zorla tutuşturup mutlaka okumalısın demesiyle başlamış ve bir solukta okumuştum. okur okumaz hemen türkiye'deki bir çevirmen arkadaşıma mesaj atıp "bunu çevirmelisiniz" demiştim. sonra biraz bakınınca aslında hali hazırda çevrilme sürecinde olduğunu öğrenmiş ve mutlu olmuştuk.
kitap şafak tahmaz emeğiyle çevrilmiş, geçtiğimiz eylülde livera yayınevinden türkçe ilk basımı yapılmış. görür görmez aldım ve bir de türkçesini okudum. bu kitapla denk gelişlerimiz hep yol üzerinde oldu, ilkinde trendeydim şimdi de havaalanında rötarlı uçuşumu beklerken bitirdim.
hikaye, sofya'da ulusal kültür sarayının altındaki eşcinsellerin rahatça takıldığı köhne bir tuvalette, amerikalı bir öğretmen olan baş karakterin hayat çizgisini zikzaklara sokacak bir adamla tanışmasıyla başlıyor. karakterin yol boyunca kendi cinsel kimliğiyle ve ailesiyle olan çatışmasına, cinselliğin keşif sancılarına, baba figürüyle yüzleşmesine, hazzın utanca utancın merhamete dönüştüğü bir duygu selinde bocalamasına tanıklık ediyoruz. bir eşcinselin geçtiği ağır duygulanımların hepsi o kadar tanıdık ki okurken, kimi yerde tıpkı karakter gibi bunun bir lanet olduğuna inanırken buluyorsunuz kendinizi. kitap birçok duyguya oldukça sert bir yerden dokunuyor. özellikle ailesiyle olan yüzleşmesinde kendine baktığı pencereden kafanızı uzattığınızda tanıdık bir şeyler görmeniz çok olası. hassas bir ruh halindeyken okumak pek iyi bir fikir olmayabilir.
bir holger czukay eseri.
eski ajandalardan, fotoğraf albümlerinden fırlamış gibidir.
şarkının beni götürdüğü yerleri betimleyemem sanırım, sadece ruhumun ve gönlümün bilebileceği yerler. umarım o yerlerden birinde müzik yapmaya devam ediyorsundur holger, huzurlu uyu.
"سالها با آتش غم ساختیم"
"for years we endured the fires of sorrow"
ilk entry'yi okuyunca üniversite anılarım canlandı.
üniversitenin ikinci haftası, klinisyenlerle tanıştık artık cerrahlar dersimize girip kendilerini tanıtıyor. ve oryantasyon haftasında bile imzaya önem veren bir hoca dersimize girdi. ortada imza kağıdı dönüyor, herkes iddia kuponu doldurmaya yarayan sarı kalemin mavisi renginde imzalarını çakmış. bi' benimki arada sırıtıyor; dolma kalemle atılmış ve mürekkebi diamine'ın amazing amethyst'i... farklı olacağım ya illa...
dersin sonunda hocanın eline imza kağıdı geçiyor. herkes gergin soru kime sorulacak diye. o an hissediyorum "oğlum efemerid şimdi boku yedin" diye... hemen tak ismimi söylüyor tabii. hangi aristokratmış bu imzayı atan bir görelim diyor. birkaç soru cevap faslından sonra çıkışta beni yakalıyor. meğer kendisinin de dolma kalem mürekkep koleksiyonu varmış. konu oradan açılıyor ve ben hayatımda hala idol olarak aldığım, okulda teorik derslerden kaçıp kaçıp ameliyatlarına katıldığım, hala görüştüğüm ve arkadaş olduğum kişiyle böylece tanışıyorum.
çok zorbalandığım da oldu tabii ama hiç kulak asmadım. lisede de ellerim renkli renkli mürekkep izleriyle dolu gezerdim, hala da öyle.
ilk girimi 2011 yılında ağustos ayının 14'ünde akşam 5'te yazmışım ayı sözlük'e.
o günün üzerinden 5 yıldan fazla vakit geçmiş.
zaman, pekâlâ, hiç de acımadan patır patır ilerliyor işte.
ben, yeri geldiğinde, gayet duygusal bir insan olabiliyorum sanırım.
gerçi, bazı zamanlar oluyor, dünyanın bütün dertleri omuzlarıma birikmiş gibi hissediyorum
sonra
bazı zamanlar oluyor, dünyanın en huzurlu insanı benmişim gibi hissediyorum.
biz insanlar, bu girift ruh hâllerinden uzaklaşamıyoruz içinde yaşıyor olduğumuz dünya, dünyaya geldiğimiz zaman, zamanı harcadığımız olaylar hasebiyle.
son dönemde hem sözlük içre, hem de içinde yaşıyor olduğumuz ülke içinde olan bitenler beni ziyadesiyle etkilemiş durumda. bu yüzdendir ki uzunca bir süre kendimi soyutlamak niyetindeyim bazı mecralardan.
sözlük de bu mecralardan bir tanesi.
ülkenin içinde bulunduğu ahval dahilinde akıl sağlığımı korumanın en iyi yolu olarak bunu görüyorum:
kendimi müziklere, kitaplara ve filmlere hibe edeceğim.
"insanlardan buz gibi soğudum." diyor cahit külebi,
vardır bi' bildiği.
şu 5 yıl boyunca güzel insanlarla konuştum, güzel insanlarla tanıştım, çirkin insanların yazdıklarını okudum, çirkin insanlardan uzak durdum.
hali hazırda peyderpey konuşuyor/mesajlaşıyor olduğum iki-üç kişi var.
hayatım boyunca, franz kafka ile akıl ve ağız birliği etmişçesine, çevremde hep birkaç insan oldu zaten.
ne demiş: "huzur mu istiyorsun? az eşya, az insan."
şu iki-üç kişi benim için 5 yıl 3 ayın getirisidir; yüreğime basmış, özümsemişim.
kâfidir benim için.
"insan ne için yaşar?"
peki,
"insan ne için yazar?"
ilk sorunun cevabı nezdimde değişmekle beraber,
ikinci sorunun cevabı benim için bellidir:
hayat gailelerimden bir tanesi dünyaya bir iz bırakabilmektir.
o yüzden girilerimi silmiyorum.
burada kalsınlar, okunsunlar.
ingeborg bachmann şöyle yazar pek güzel bir şiirinde*:
"hiçbir şey gelmeyecek bundan böyle."
kapanışı güzel bir müzikle yapayım.
"like little puffs of smoke
we're here and then we're gone"
ayı sözlük'e yolunda başarılar dilerim.
güzel günler görmek dileğiyle.
*bu arada,
olur a iletişime geçmek isteyen yazar ya da okurlar olabilir.
mail adresi şudur:
_________________
[email protected] _________________
istediğiniz herhangi bir şey hakkında yazabilirsiniz.
okumaktan keyif alırım.
gündelik yaşamın telaşı yeterince zorlarken uzun zaman sonra derinden yoruldum, bu öyle bir yorgunluk ki geçmişimden bugüne her şeyi teker teker önüme serdi. varoluşum bir yana üstüne yıllardır fiziksel bir rahatsızlıkla boğuşuyorum ki insan kendini cennetin krallığı filmindeki kudüs kralı baldwin gibi hissediyor. ötekiyim, bulunduğum her yerde çevremdeki herkesten daha başarılı olmak zorundayım, herkesten daha fazla çabalamak ve herkesin gözünde yine herkesten daha "iyi" bir insan olmak zorundayım, aksi halde ben "öteki" olanım, en ufak hatamda bu halim yüzüme çarpılacak ama aynı zamanda bu halimle karşısına çeşit çeşit engeller koyulanım. dışarıda kimsenin empati yapmasını da beklediğim yok, çünkü mümkün değil dahası yaşamı boyunca "düz" ve makbul varoluşa sahip insanların yaptığı basit tavsiyeler midemi bulandırıyor, ne de olsa "bekara karı boşamak kolay". yaşadığım süreçte her zaman daha iyisinin hayalini kurdum, özellikle daha iyi, adil ve merhametli bir dünya ancak gerçekte var olanı da biliyorum, kendimi sıklıkla karanlık bir ormanda kurtlarla koşturan birisi olarak hayal ediyorum, sürüden biriyim ama aynı zamanda değilim çünkü biliyorum ki yeterince zayıf düştüğüm anda ben bu kurtların akşam yemeği olurum. hangi ortama ve kimlerin yanına gidersem gideyim ben onlardan birisi değilim, daha çok orada olan ve sessizce etrafını seyreden biriyim. ve bazen düz normal bir insan gibi yaşamak istiyorum, ne zaman bu derece gevşesem ve kendimi diğerleri gibi hissetmeye kalksam başıma en kötü belalar geliyor adeta toplum bana kim olduğumu kafama vura vura anlatıyor, rezil kepaze oluyorum, ne zaman tüm bunların farkında olan birisi olarak ayağa kalksam bu seferde adeta ss subayı gibi bir tipe bürünüyorum ve olmaktan tiksindiğim kişiliğe bürünüyorum çünkü karşımda duran herkes potansiyel bir düşman olarak beliriyor. başta dediğim gibi yoruluyorum.
kendimi bildim bileli yazların çoğunu çanakkale'de geçiririm, aynı zamanda haziran ayı hariç yaz mevsiminden nefret ettiğim için (antalya sıcakları...) bu durum işime de gelir. çanakkale'de ağustosun 15'i yaz 15'i kış derler, ağustosun ikinci yarısı sağlam bir yağmur başlar ve o yağmurlardan itibaren sabahları ve akşamları ceket giymeye başlarsın. işte o anı çok seviyorum, ortalık sessizleşir, toprak kokusu dört bir yanı sarar, böylece yeni bir hikaye başlar. tesadüf müdür bilemem yaz mevsimi kendimi en yorgun hissettiğim anlara denk gelir, o sonbahara doğru giriş anı da bu nedenle bir yandan dinlendiğimi hissettiğim diğer yandan da yeni bir umut diyerek hayal kurduğum anlara dönüşüyor.
ne zaman nasıl başladı bilmiyorum ama kendimi bildim bileli içimde bir yerde vardı. çok defa kendimi tek başına bir halk, bir ülke gibi hissettim, kendine ait kökleri, gelenekleri ve ülküsü olan özgünlükleriyle var olagelmiş bir memleket. evim vatan oldu odaları da ayrı ayrı şehirler, sonra oradan da sürgün yedim ortaya bir tanrı çıktı bana ait, varlığını bilmesem de ibadet ettim, yaşam devam ediyor. bilmiyorum yalnızlık bitse uyum sağlar mıyım cidden? değer yargılarım dahi çevreyle bu kadar ayrışmış, sanırım yaşamın sonraki evreleri de kendimce bir orta nokta tutturmaya çalışırken geçecek.
ana babasına ileri yaşlarında destek olan kişi sanırım. babamın son ameliyatinda yanında oldum, iki hafta yanlarında kaldım. babamı sağ salim çıkardık hastaneden. yaşlanınca insanlar bir gariban kalıyorlar. anne babamın bankacılık ve edevlet işlemleriyle, cep telefonu problemleriyle, vergi fatura ödemeleriyle falan ben uğraşıyorum uzunca bir süredir. son bir kaç yıldır yurtdisina tatillere götürüyorum. bu son yanlarında bulunusumda da babamın eskiyen cep telefonunu yeniledim, evin de temizliği kolaylaşsın diye şarjlı dikey süpürge aldım, sonra da evi bütün dolapları sifonyerleri çeke çeke bir güzel temizledim. evleri çöp evden hallice, annem herseyi biriktiriyor. evde geçirdiğim süre boyunca gizli gizli torba torba eşya da attım, eski gazeteler, kağıtlar, torbalar, plastik kutular, kavanozlar, tarihi geçmiş ilaçlar, neler neler. bozulmuş bir iki eşyayı tamir ettim, kaplaması kalkmış mobilyaları yapıştırdım, böyle ot bok bir dünya iş yaptım. ayrılırken pek çok dualarını aldım. kendi yaşamımı pek amaçsız buluyorum ama en azından anne babama sahip çıkıyorum, bu biraz kendimi iyi hissettiriyor.
hayırlı evlat kategorisine giriyorum sanırım. babam diyor kaç kişinin evladı ana babasıyla bu kadar ilgileniyor diye. öte yandan bu hayırlı evlatlık işi de şans işi anne baba için. abim kendisine faydası olmayan hiç bir işe karışmaz mesela. ayrıca ben de evli çocuklu biri olsaydım veya ne bileyim zamanında yurt dışına falan taşınmış olsaydım tüm bunları nasıl yapacaktım. bu son olayda bunları düşündüm. hayat olasiliklara atılan zarlar gerçekten.
bu arada garip olan şu ki, babamı gayet sevsem de anneme beni her zaman ihmal ettiğinden, hiç zaman ayirmadigindan, sıkıntım olduğunu söylediğimde hep başından attığından (kendisi de bitmeyen depresyonda olduğundan duygusal sorun duymaya katlanamıyor) dolayı hala çılgın öfke duymaktayim, o öfke hiç geçmedi. hala anneme sarılamıyorum yıllardır. buna rağmen gene de her işlerine de koşuyorum. böyle de oluyormuş demek.
nefret suçuyla ifade özgürlüğünün ayrımını 2024 yılında yapamamak... bu neyin ahrazlığı böyle ya, yani orangutan bile öğrenirdi şimdiye kadar herhalde.
zaten sana laf anlatmaya çalışmak beyhude bir çaba, "homofobik eşcinselim" ne demek ya ahahah
sen homofobik değilsin, sen eşcinsellerden değil bizzat kendinden nefret ediyorsun. çünkü zihninin nasıl bir lağım çukuru olduğunu biliyorsun. kendine olan nefretin o kadar boğmuş ki seni başkasına yansıtarak nefes almaya çalışıyorsun. üstüne insanları idraksızlıkla suçluyorsun. o beğenmediğin lgbt dernekleri sayesinde kaç trans intihardan vazgeçti, kaç ailesinden ölümden kaçan lgbt çocuk yuva bulabildi, kaç öğrenci burs bulup dezavantajlı olduğu illerde okullarda okuyabiliyor farkında mısın? lgbt ortamından dışlanmış olmanı garip karşılaman asıl garip olan şey. çünkü sen içgörüsü sıfır olan bir herifsin. senin birini sevebilme ihtimalin yok, birinin seni sevebilme ihtimali yok, bir ortama dahil olabilme bir çarklının dişlisi olabilme ihtimalin yok. ve bu senin karakterinle, yalnızlığı sevmenle ya da seçmenle değil, bizzat karaktersizliğinle alakalı. insanlardan saygı görememiş olman senin zaten zerre saygı hak etmemendendir.
"heteroseksüeller bas bas bağırıyor mu" demen bile seni ele veriveriyor hemen. bugüne kadar saklanarak, kendini sevmeyerek ve hatta nefret ederek yaşamış olabilirsin. ama sana kötü bi haber, herkes senin gibi ezik ve sinmiş halde yaşamayı seçmiyor artık. insanlar kendilerini sevebiliyor ve kendilerini affedip tanıyabiliyorlar. umarım bu seviyeye ulaşırsın bir gün diyeceğim ama dediğim gibi içgörüsü sıfır bir herifsin, bir şempanzeye emek vermek daha net sonuçlar verir sendense.
ama işte senin gibiler için de mücadele edeceğiz. allah kahretsin ki sen ve senin gibileri de kapsamak zorundayız. ama birilerinin artık sizin yüzünüze yüzünüze çarpması gerekiyor gerçekleri. ve bunu yapmaktan hicap duymuyorum hiç. öğreneceksiniz, sike sike öğreneceksiniz.
ilk defa veya uzun aradan sonra pasif oluyorsa eğer penetrasyon anındaki yüzleri... aşırı tatlı bir ifade oluyor izlemeye bayılıyorum. gerçi penetrasyona kadar çoktan parmaklamış oluyorum ben tabii ama penisin giriyor olması daha farklı hissettiriyor olmalı.
prostatına ilk değdiğimde zevkten dönen yalvarırmış gibi bakan gözleri, ben üstünde acımasızca devinirken onun aldığı tüm hazzı yüz hatlarında izleyebilmem, bir yandan altımda kıvranıp kaçmak isterken bir yandan da daha fazlası için sürtünmesi... erkeklerin her duygusunu vücudunun her santimiyle yaşamasına ve bu duygu selinin yüzde zuhur etmesine bayılıyorum, çok seviyorum, canım erkekler!
eylülün sonlarına doğru rus orta yaşlarda gayet hoş bir adam gelmişti istanbul'a. instagramda bir süredir like'laşıyorduk. açıkçası ilgimi de epey çekmişti. istanbul'a geldiğini haber verdiğinde çok heyecanlanmıştım, bildiğin rus ayısı bi tip, sarı uzun sakalları, kırışık göz çevresi ve kıllı bir vücut...
tabii hemen bilet bakıyorum hızlıca yanına uçabilmek için. kendisi otel tutmuş.
istanbul'a indi, otelde dinlenecek ben de sözde ankaradan yanına geleceğim. telefonda konuşuyoruz, bir anda benimle seksini kaydetmek istediğini ve ileride izlemek için bunu yapmak istediğini söyledi. ben tabii has anadolu çocuğu, yer mi bunları. biraz ağzını aradım ve onlyfans'e başladığını öğrendim. daha öncesinde de lafı geçmiş ve benim onlyfans'le hiç ilgilenmediğimi takip etmediğimi öğrenmişti. yani hiç haberim olmadan pornom yayılabilirdi. tabii ağzına sıçtım bunun, biletimi de yaktım. yalvardı, yüzünü buzlayacaktım dedi ama nafile. en son para teklifi yapınca iyice uyuz oldum. içimde ne varsa ingilizce bildiğim ne kadar küfür varsa ettim herife.
o defter kapanmıştı. dün twitter'da porno izleyeyim diye dolaşırken bir türk porno hesabı gördüm, bir onlyfans içerik üreticisi. biraz bakayım diye tıklar tıklamaz kabak gibi bizimkiyle olan pornosunun trailer'ını gördüm.
o reddettiğim sarışın rus ayısı bizim onlyfans'çıyı delmiş resmen. gerçekten güzel bir seksi kaçırmış oldum. tabii buzlanmış bile olsa seksimin bir yerlere yayılmasını istemem ama adamın penisi o kadar güzel ki... uncut, damarlı ve gayet kalın. dişimi doldururdu yani.
işte o an onlyfans'tan etimle kemiğimle nefret ettim. tek içimi ferahlatan şey bizim türkün de gayet iyi hakkını verniş olmasıydı, o yarrak öyle sürülmeliydi, gerekeni yapmış. ama
o rus ayısı benimdi, benim olabilirdi.
orada, bi rus ayısı var uzakta, o rus ayısı bizim ayımızdır diyemedim. neyse sağlık olsun, allah belanı versin onlyfans.
koca bir medfen burası, yazdıklarımız da hüve’l-bâkīli mermerler. bir gün bakıp ya işeyecekler ya da papatya ekecekler. "artık senin mekânın servilik altında bir yermiş" dedirtelim.
nefret suçuyla ifade özgürlüğünün ayrımını 2024 yılında yapamamak... bu neyin ahrazlığı böyle ya, yani orangutan bile öğrenirdi şimdiye kadar herhalde.
zaten sana laf anlatmaya çalışmak beyhude bir çaba, "homofobik eşcinselim" ne demek ya ahahah
sen homofobik değilsin, sen eşcinsellerden değil bizzat kendinden nefret ediyorsun. çünkü zihninin nasıl bir lağım çukuru olduğunu biliyorsun. kendine olan nefretin o kadar boğmuş ki seni başkasına yansıtarak nefes almaya çalışıyorsun. üstüne insanları idraksızlıkla suçluyorsun. o beğenmediğin lgbt dernekleri sayesinde kaç trans intihardan vazgeçti, kaç ailesinden ölümden kaçan lgbt çocuk yuva bulabildi, kaç öğrenci burs bulup dezavantajlı olduğu illerde okullarda okuyabiliyor farkında mısın? lgbt ortamından dışlanmış olmanı garip karşılaman asıl garip olan şey. çünkü sen içgörüsü sıfır olan bir herifsin. senin birini sevebilme ihtimalin yok, birinin seni sevebilme ihtimali yok, bir ortama dahil olabilme bir çarklının dişlisi olabilme ihtimalin yok. ve bu senin karakterinle, yalnızlığı sevmenle ya da seçmenle değil, bizzat karaktersizliğinle alakalı. insanlardan saygı görememiş olman senin zaten zerre saygı hak etmemendendir.
"heteroseksüeller bas bas bağırıyor mu" demen bile seni ele veriveriyor hemen. bugüne kadar saklanarak, kendini sevmeyerek ve hatta nefret ederek yaşamış olabilirsin. ama sana kötü bi haber, herkes senin gibi ezik ve sinmiş halde yaşamayı seçmiyor artık. insanlar kendilerini sevebiliyor ve kendilerini affedip tanıyabiliyorlar. umarım bu seviyeye ulaşırsın bir gün diyeceğim ama dediğim gibi içgörüsü sıfır bir herifsin, bir şempanzeye emek vermek daha net sonuçlar verir sendense.
ama işte senin gibiler için de mücadele edeceğiz. allah kahretsin ki sen ve senin gibileri de kapsamak zorundayız. ama birilerinin artık sizin yüzünüze yüzünüze çarpması gerekiyor gerçekleri. ve bunu yapmaktan hicap duymuyorum hiç. öğreneceksiniz, sike sike öğreneceksiniz.
bir erkeğin ya da prostatı olan bir bireyin hayatı boyunca alacağı en maksimal zevktir, heteroseksüel erkeklerin bile rektal tuşe muayenesinde prostatlarını muayene ederken birkaç saniye süren muayenede sertleştiklerini gördüm. tr'de evli çiftler openminded olabilse hetero erkekler lavaj nedir bilse ve kadınlar haftada bir gün erkeklerini oyuncakla ya da parmakla sikse çok ciddi söylüyorum mutluluk kat sayısı arşa çıkar ülkede. zaten yattığım tüm evli erkeklerin aktif bile olsa o prostatlarını parmağımla mıncıklarım, bezlerini parmağımla sikerken hepsinin yüzünde salak bi "lan noluyoo oha" ifadesi oluyor, kilitleniyorlar, bunu izlemeye bayılıyorum ve zaten seks bir anda altıma geçmeleriyle devam ediyor, bir de bu evli erkeklerin bazısı sikilmeye "prostat masajı" adını takıp iç rahatlatıyor buna aşırı gülüyorum, tabii ben işime bakıyorum. avrupalı hetero erkekler buna daha çok açık ama maalesef pisler, ben her ne kadar ortadoğu insanını sevmesem de en azından temizlik konusunda daha öndeyiz, çoğu yatmadan önce benim karıları gibi olmadığımı biliyor ve özen göstermek zorunda olduklarından karılarına vermedikleri titizliği bana veriyorlar, vermek zorundalar. her neyse hayırlı forumlar, "prostat masajı" isteyen karısından gizli yorgan altında misafir odası koltuğunda el sikte sözlük gezen evli erkekler varsa yazın canlarım, tabii gayler de aynı şekilde, öpüldünüzzz.
anal seks abartılıyor.
iki erkeğin birbirine en yakın olduğu, türlü duyguların eşlik etmesi gereken seksin aşamalarından biridir.
heteronormatif dayatmanın getirdiği anlayış üzerine yanlış yorumlanıp yanlış beklentilere sokabilir insanı. ilk seksinize gerdekmiş gibi davranmayın.
biri sizin içinize girecek, derinlerinizde bir parçasını gezdirecek. size zevk verecek, onun beyninin kimyasal dengesiyle oynuyor olacaksınız. siz de ona zevk vereceksiniz.
bu sevdiğiniz bir erkekle oluyorsa cennetvari bir deneyim olacak. aksiyonlarla değil duygularla düşüncelerle ilgilenmeye bakın.
sevgilinizi içinize alıyorsunuz, vücutlarınız birleşiyor, ayaklarınızı vücuduna sarıyorsunuz. gözleriniz birbirine kenetlenmiş. tüm bunlar olurken tabii ki acı da olacak, zorlanacaksınız da. ama tüm bunlar seksin bir parçası zaten. kimi günler penetrasyona bile gerek duymadan birbirinizi boşaltıyor olacaksınız.
her şeyin ilki zordur, bunu bu kadar önemseyip bundan korkup yıllarca kendini seksten uzak tutan insanlar var.
arkadaşlar seks penetrasyonun çok ötesinde beyninizin içinde olan bir şey. öyle olmasaydı mastürbasyon da yapamazdık. mastürbasyondan farklı olarak, artık yanınızda biri daha var. ve artık bu zevki iki kişi yaşıyorsunuz, bunu yaşarken de birbirinize yardımcı oluyorsunuz. bu kadar basit...
kendinizi germenize korkmanıza gerek yok. iyi temizlenin, iyi yağlanın yeter. gerisi beyninizde ve beyinizde.
bir de şu "sevdiğiniz insanla olmalı" kafasından çıkın, sevdiğiniz değil istediğiniz insanla olmalı.
eylülün sonlarına doğru rus orta yaşlarda gayet hoş bir adam gelmişti istanbul'a. instagramda bir süredir like'laşıyorduk. açıkçası ilgimi de epey çekmişti. istanbul'a geldiğini haber verdiğinde çok heyecanlanmıştım, bildiğin rus ayısı bi tip, sarı uzun sakalları, kırışık göz çevresi ve kıllı bir vücut...
tabii hemen bilet bakıyorum hızlıca yanına uçabilmek için. kendisi otel tutmuş.
istanbul'a indi, otelde dinlenecek ben de sözde ankaradan yanına geleceğim. telefonda konuşuyoruz, bir anda benimle seksini kaydetmek istediğini ve ileride izlemek için bunu yapmak istediğini söyledi. ben tabii has anadolu çocuğu, yer mi bunları. biraz ağzını aradım ve onlyfans'e başladığını öğrendim. daha öncesinde de lafı geçmiş ve benim onlyfans'le hiç ilgilenmediğimi takip etmediğimi öğrenmişti. yani hiç haberim olmadan pornom yayılabilirdi. tabii ağzına sıçtım bunun, biletimi de yaktım. yalvardı, yüzünü buzlayacaktım dedi ama nafile. en son para teklifi yapınca iyice uyuz oldum. içimde ne varsa ingilizce bildiğim ne kadar küfür varsa ettim herife.
o defter kapanmıştı. dün twitter'da porno izleyeyim diye dolaşırken bir türk porno hesabı gördüm, bir onlyfans içerik üreticisi. biraz bakayım diye tıklar tıklamaz kabak gibi bizimkiyle olan pornosunun trailer'ını gördüm.
o reddettiğim sarışın rus ayısı bizim onlyfans'çıyı delmiş resmen. gerçekten güzel bir seksi kaçırmış oldum. tabii buzlanmış bile olsa seksimin bir yerlere yayılmasını istemem ama adamın penisi o kadar güzel ki... uncut, damarlı ve gayet kalın. dişimi doldururdu yani.
işte o an onlyfans'tan etimle kemiğimle nefret ettim. tek içimi ferahlatan şey bizim türkün de gayet iyi hakkını verniş olmasıydı, o yarrak öyle sürülmeliydi, gerekeni yapmış. ama
o rus ayısı benimdi, benim olabilirdi.
orada, bi rus ayısı var uzakta, o rus ayısı bizim ayımızdır diyemedim. neyse sağlık olsun, allah belanı versin onlyfans.
kişiye saldırmak/karalamak, benzetmeye dayalı karalamak, ispat yükümlülüğü, durumsal kişi karalamak, ''sen de...'' cümleleriyle karalamak, otoriteye başvurarak karalamak, cımbızlama, indirgemecilik, geleneğe başvurma vs. gibi başlıklarda incelenebilir. bir üst entry'de paylaşılan linkte türler güzel özetlenmiş.
bir de tartışmalarında buna başvuran kişilerin bindiği trenin vagonları bununla sınırlı da değil genelde. whataboutizm, tokenizm, doxing, hipermoralizm, ostrasizm vs. hepsine düşerler.
size böyle gelen lowbrow'larla hiç münakaşa etmemek en sağlıklısı. müzakere kültürü insanın içinde olması ve en geç 20'lerin başında kazanılması gereken bir şey. sonradan gelişmiyor.
ayrıca bu konuda daha detaylı okuma yapmak isteyenlere aristotales'in ''sofistçe çürütmeler'' kitabını önerebilirim.
edit: link veren yazar entry'sini silmiş, biraz boşa düşmüş oldu. scotopia videosunda bahsediyor biraz.