lorde'un 4 yıl aradan sonra gün itibarıyla yayınladığı 4. stüdyo albümü.
yakın zamanda cinsiyet kimliğini akışkan olarak tanımlamıştı, albümde de bunun izlerini görüyoruz. kapağında pelvik x ray var; intrauterin araç, kalın bir fermuar ve kemer görüntüsü... albüm kadınlık, cinsel karmaşa, doğurganlık, korunma, masumiyet ve beden sınırları üzerinde gezinirken kapağı da albüme cuk oturmuş.
opener şarkı hammer'da "somedays i'm a woman, somedays i'm a man" olarak akışkan kimliğini dünyaya açıyor. bunun hakkında uzun uzun aforizma kasmadan olabilecek en basit şekilde yorumlayıp kabullenmesi ve yaşaması çok hoşuma gitti, albüm de tam olarak bu karmaşadaki basitlik üzerine zaten.
enfes bir prodüktör listesi var: jim-e stack, dev hynes, fabiana palladino, buddy ross, dan nigro, andrew aged... mix kısmında spike stent ve tom elmhirst var. esas prodüktör lorde ve jim-e stack... jim'in 6,5 yıllık ilişkisini bu albüm yapımı döneminde lorde'la yakınlaştığı için bitirdiği söyleniyor ama bu işin cheesy kısmı, çok girmek istemiyorum.
albüm lorde'un şimdiye kadarki en koheziv işi. albüm başladığı gibi akışarak sona doğru sizi sürüklüyor. melodrama'dan sonra kimse o albümün yanına dahi yaklaşacak bir albüm yapamamıştı, virgin'le lorde epey yaklaşmış görünüyor. ki dinledikçe sevilecek bir albüm kesinlikle.
bu albümü yüzde yüz kanla yazdığını söylemiş, şarkıları dinleyince bunu görebiliyorsunuz. olabildiğince yırtıcı, ürkek, cesur ve aynı zamanda yer yer korkak lirikler yazılmış.
korunmasız bir cinsel ilişkiden sonra korkarak yaptığı hamilelik testinden (clearblue) annesiyle olan karmaşık ilişkisine (favourite daughter), seksi bir savunma mekanizması olarak kullanmasından (shapeshifter) yeme bozukluğu yaşadığı dönemlere (broken glass) kadar birçok iz buluyoruz kendisinden.
albümün kapanışını yapan david nefis bir iş olmuş, bence albümdeki en iyi şarkı. bass ve elektrik gitarda justin vernon var, dinler dinlemez fark etmiştim ve credit'lere baktığımda bunu fark ettiğim için aşırı mutlu oldum.
albüm genel olarak beklentilerimi karşıladı, daha epey zaman geçiririz birlikte, biraz daha uzun olmasını isterdim sadece. haim'ın son albümü i quit'le birlikte yılın en iyi işi.
kadınlar ikinci haftayı ve istanbul ayağını 4'te 3'le kapatıyoruz. son maçımız brezilya maçı kötü bir kapanış oldu. oyuncular arası iletişimsizlik, brezilya'yla karşılaşıyor olmanın verdiği stres, takıma yeni katılan orta oyuncuların oynadığı ilk büyük maç olması ve doğal olarak yetersiz kalmaları, karşı tarafta ana cristina gibi bir ismin olması mağlubiyeti getirdi.
geçen sene olimpiyat bronz maçında brezilya karşısında ne hata yaptıysak aynılarını yine yaptık, hiç ders alınmamış gibiydi. sahada ayakta kalan tek isim yaprak erkek'ti. geçen sene derya sayesinde maça tutunur gibi olup set alabilmiştik bu sene de o isim yaprak oldu. manşet kötü olunca pasörler de istediği gibi oyun kuramadı, ortadan hiç hücum edemedik. savunmamız vasattı, bloktan top sekmedi, sekmeyince arkada smaçörler ve libero defans yapamadı. gabi gibi bir ismi kullanmak zorunda kalmadılar neredeyse ki o da vasattı bugün.
takım biraz kötü göründü ama yapacaksak hataları burada yapalım. daha önümüzde uzun bir turnuva var, ağustosta dünya şampiyonası var. buradan olabildiğince şeyi cebimize koyup devam etmeliyiz, belki de bu yenilgi sahte bir üstünlük rüyasına kapılmamızı engelleyecektir. dünya şampiyonasında madalyamız eksik, kuramız da çeyrek finale kadar gayet rahat. oraya odaklanalım.
sırada erkekler haftası var, erkek takımımız için oldukça zor bir hafta olacak. ilk hafta 1/4 yapmıştık, ki en azından 3/4 yapmamız gereken takımlarla karşılaşmıştık, bu hafta için hiç umudum yok maalesef. göreceğiz, umarım ilk haftadan daha iyi bir oyun izletebilirler bize.
3 kız kardeşten oluşan pop rock grubu haim'ın gün itibarıyla çıkan 4. stüdyo albümü.
albüm dönemi boyunca rostam batmanglij ile çalıştılar. albümün yapımcısı grup üyelerinden danielle ile birlikte o.
albüm tam bir 90'lar rock erken iki binler dark country karışımı olmuş. zamanında danielle haim ile ilgili "günümüzün paul mccartney'si" denmişti, eskiden buna biraz abartı gibi baksam da bu albümde iyice ikna oldum. mccartney ve alanis morissette ortaklaşa bir albüm yapmışlar ve ortaya i quit çıkmış gibi.
albümü gone'la açıyorlar ve gone'da george michael'ın freedom! '90'sinden ufak bir sample kullanmışlar. şarkıya öyle güzel yedirilmiş ki sample gibi durmuyor. albümü açmak için iyi bir tercih, ilk şarkıdan ne kadar iddialı olduklarını göstermişler.
sonra arka arkaya single olan şarkıları duyuyoruz. love you right'a justin vernon'ın vokalleri çok yakışmış. lucky stars albümün ilk dinleyişte hemen göze çarpıp kendini ikinciye açtıran şarkılarından. million years'a da bayıldım, build up'ını çok güzel yapmışlar ki bu da rostam batmanglij etkisi, imzasını bu şarkıyla atmış.
albümün ilk yarısı daha rock folk'ken ikinci yarısında grubun asıl sound'una daha yakın kalmayı tercih etmişler. tam bir los angeles grubu, favori genre'ları jazz'dan da serpmişler ikinci kısım şarkılarına.
normalde grubun vokali danielle ama bu albümde hem alana hem de este'nin ana vokalliğini yaptığı şarkıları koymaları çok tatlı olmuş. özellikle alana'lı spinning albümün en catchy şarkısı.
albümün tartışmasız şekilde en güzel şarkısı, albümü de kapatan şarkı now it's time. uzun zamandır tüm albümü derleyip toparlayan ve güzel bir şekilde kapatan bir closer dinlememiştik. şarkının aynı zamanda albümün outro'sunu danielle'ın davulu ile yapmak chef kiss olmuş.
bu sene iyi albümler çıktı özellikle haim gibi daha alternatif kalan sanatçılarca ama genel olarak da düşünürsem yılın net bir şekilde en iyisi diyebilirim. zaten women in music part iii albümleriyle grammy'de yılın albümü adaylığı almışlardı. i quit'le de birçok adaylık alıp yılın albümüne de epey yaklaşacaklarını düşünüyorum. benson'ın miley'nin ve gaga'nın kafası karışık albümlerine nazaran yere sağlam basan bir albüm, umarım hak ettikleri album of the year'ı bu sene alabilirler.
aslında epey karanlık bir sebeple ortaya çıkmış da olsa günümüzde pozitif anlamıyla kullanımı daha yaygın. ben de bu terimi ne zaman duysam aklıma yarım elma'nın asansör sahnesi geliyor.
15 ağustosta yayınlayacağı 11 şarkılık uzunçaları new radiations'ı duyuran dark folk sanatçı.
ilk single da albümün adını taşıyan new radiations. kendi yazıp prodüktörlüğünü de yine kendi yapmış. elektrik gitarda ise milky burgess var ki outro'da güzel bir dokunuş yapmış.
şu sıralar this is us. bir yandan makale yazarken bir yandan da this is us izliyorum. her bölüm salya sümük ağladığım için akademik sancılarımı da bu ağlama seanslarına katarak içimde biriktirmemiş oluyorum böylece. enfes bir dizi gerçekten, tam bi safe place. şimdilik sadece arkadaşlarımı "ben evlatlık edineceğim" diye darlamak gibi bir yan etki yaptı bende, aile her şeydir diye dolandırıyor ortada ama olsun. 4.sezondayım; 2. sezon bölüm 11 ve 14, 3. sezon bölüm 11 ve 18 favorilerim.
crispr'ı aslında uzun zamandır kullanıyoruz tedavilerde, özellikle herediter anjiyoödemde. tabii 2020'de kimya alanında nobel ödülünü jennifer doudna ve emmanuelle charpentier crispr ile aldığından beri çalışmalar başka yöne evrildi. makaleler yağıyor adeta. tekil ve kombine yaklaşımlardan çok viral kaçış, hedef dışı etkiler, iletim yöntemleri ve immünojenisite gibi hiv tedavisi yolundaki çalılara odaklanmış durumdalar.
şu an bu tedavinin en büyük dezavantajı crrna'ların veya cas proteinlerinin modifikasyonu ile düzenleme etkinliğinin artırılmasının gerekmesi ve potansiyel hedef dışı etkilerin tahmin edilip sınırlandırılmasında elimizde tatmin edici bir veri olmaması. off target etkilerini öngöremiyoruz, yani bir yeri düzeltelim derken nereyi bozacağımız henüz belli değil.
isveç'te bir tıbbi genetik hocamız ve ekibi crispr üzerinden başka bir hastalığın tedavisi için çalışıyordu. onların korkuları istenmeyen genlerin susturulması, tümör baskılayıcı bir genin çıkarılması veya bir protoonkogenin aktivasyonu gibi kansere ilerleyebilecek yolaklar üzerinde nasıl bir etkisi olacağını bilmemeleriydi. dolayısıyla hiv tedavisi için de aşılacak çok yol var daha. ama ben umutluyum.
erkekler hayal kırıklığı yaratmaya devam ederken kadın voleybol takımımız ilk haftayı 4/4 galibiyetle kapattı. üstelik bu haftayı 2028 olimpiyatına kadar takıma adapte etmemiz gereken genç oyuncularla oynadık, kaybetmeye lüksleri de vardı yani. neredeyse hepsinden verim aldık.
yaprak, deniz, berka buse, eylül, çin maçının yıldızı alexia ve wonderkid pasörümüz dilay harikaydı. bu isimleri ileride çok duyacağız, olimpiyata kadar da a takıma tamamen adapte şekilde göreceğiz umuyorum ki. hatta aralarından yaprak, deniz ve dilay'ı bu yaz oynanacak dünya şampiyonasında bile izleyebiliriz.
ikinci hafta maçları istanbul'da olacak. dominik ve brezilya maçına as kadroyla çıkarız diye düşünüyorum; ebrar, vargas, cansu, derya oynayacak gibi hissediyorum. özellikle brezilya maçı epey keyifli olacak gibi duruyor.
bon iver'in uzun zamandır beklediğimiz 5. uzun çaları, gün itibarıyla yayınlandı.
albüm iki fazlı; ilk fazı sable, geçtiğimiz aylarda yayınlanan 3 şarkı ve bir introdan oluşuyor. albümün karanlık kısmını temsil ediyor. diğer fazı ise uzun zamandır dinlediğim en iyi opener'lardan biri olan short story ile açılan fable.
albüm, bon iver'de pek de alışık olmadığımız sadelikte. diğer albümleri gibi cümleleri anlayabilmek için sözlükler açmamız gerekmiyor. aslında bu sadelik albümün yapılma amacına da hizmet ediyor. sable'la açılan depresyon kapısını, çekilen hüzün perdesini aralamak için gereken oldukça nonkompleks bir şey; aşk. albümün ikinci fazı fable'da aşk ve seks üzerine kurgulanmış.
kışı sable'la geçirmiştim, fable'ın da eklemlenmesiyle muhtemelen tüm yazı geçireceğim albüme de sahip olmuş oldum.
rob moose'un aranjesi, justin vernon ve jim e-stack prodüktörlüğü ile her şarkı adeta bir chef kiss. ben justin'in falsettolarına aşık biri olarak bu albümdeki vokallerine ayrı düştüm. kafa sesini kullandığı yerler tam eargasm sebebi.
albümden favorilerim, fable'ı muhteşem şekilde açan short story. kacy hill'ın vokallerine aşık oldum, tam bir ilkyaz rüzgarları gibi vurdu tenime. diğer favorim gitarda mk.gee'nin olduğu from, inanılmaz bir hit potansiyeli olduğunu düşünüyorum. tobias jesso katkısını hemen hissediyorsunuz. şarkıda justin'e jacob collier eşlik ediyor. justin, mk.gee ve collier... biz bu trio'yu hak edecek n'aptık bilmiyorum... ve albümden en sevdiğim şarkı, bence bon iver'in yaptığı en iyi işlerden biri -ki justin de böyle olduğunu söylüyor- there's a rhythmn.
hayatımın bir dönemece girdiği bu süreçte dinlemek çok iyi hissettirdi. justin'in karanlık tarafını yıllarca dinlemiş biri olarak, albümü kapatan there's a rhytmn'ın onun için neden bu kadar önemli olduğunu anlayabiliyorum. şarkının verse-2 kısmındaki ''i could leave behind the snow'' liriği tam bir full circle çekiyor insanda.
''first thing is just be watched
time heals, and then it repeats
you will never be complete
and the strain and thirst are sweet
you have not yet gone too deep''
''there's a rhythmn to reclaim
get tall and walk away''
bawer enfes yazmış yine, onun yazısına ek olarak sadece homonasyonalizm üzerinden okunmasıyla bir yanı eksik kalacak bir durum olduğunu düşünüyorum.
lgbti'lerin varlığını doğrudan hedef alan, ideal aile yapısının anne baba ve çocuklardan oluştuğunu söyleyip same seks evliliklere karşı olunacağını belirten, okullarda cinsel eğitim verilmesine karşı olan, trans çocuklar için "okullarda diğer çocuklar bu azınlıklardan nasıl korunacaklarını bilmiyor" demiş bir antiqueer başkana sahip parti.
jasbir puar'ı çok sever ve okurum, o da homonasyonalizmi iç, bölgesel ve küresel olmak üzere üç ölçekte işler yazılarında. yani sadece iç dinamizme değil bölgesel ve küresel etkilerin queer düşünceye ne kadar invaze olduğuna bakılmalı.
puar, abd'deki ulusalcı ideolojinin (özellikle 11 eylül sonrası dönemde) homonormatiflikle nasıl işbirliği yaptığını ve bu işbirliğinin vatansever ve kapsayıcı anlatılarla nasıl üretildiğini yazmıştı. sağcı popülist siyaset queer'liği kullanıyor ve ulusal kimliğe bağlılığın, ötekileştirmenin ve belirli grupların toplumdaki sorunlardan sorumlu tutulmasının önünü açıyor. bu da antiqueer bir partinin başkanını lgbt bireyler içinde bile birinci parti yapabiliyor.
islamofobi üzerinden tıpkı gazze'de yapıldığı gibi pinkwashing yapılıyor ve insanlar kendi benliklerini göremeyecek kadar körleştiriliyor. kadınları, çocukları ve eşcinselleri sözümona koruma çatısı altında oryantalist söylemler kullanılarak işgal ve baskı legalize ediliyor.
queer görüşünün içine sızan bu homonasyonalizm günümüzde politik bir kayma yaşadı ve homopopülizme ilerledi. ve biz bunu sadece izleyebiliyoruz. bu konuda bir tez okumuştum. james keith lotter şöyle diyordu, "korkulu sözümona vatansever egemen özneler, korku temelinde seçtiği liderleri yetkilendiriyor" yaşananları en iyi özetleyen şeylerden biri bu bence. cynthia weber'in queer uluslararası ilişkiler teorisi de buna benzer çıktıları içeriyordu, kitabında devletlerin ve liderlerin queerleri korku üzerinden yönlendirerek nasıl egemenlik yetkisi aldıklarını yazmıştı weber.
almanya'da yaşanan şeyin bir parçasının da nazilerce pompalanan korkunun bir tezahürü olduğunu düşünüyorum, bunu en iyi genç kuşak üzerinden yapabiliyorlar, zaten en çok oyu da gençlerden bu şekilde alıyorlar. beyaz gaylerin iktidarlar için bu kadar "işlevsel" olduğu başka bir dönem olmadı herhalde. ama bu beyaz gaylerin dışında, korkuyla sindirilmiş gaylere bir şekilde ulaşılabileceğini düşünüyorum, başka bir yol bilmiyorum. yazdıkça, okudukça, düşündükçe delirecek gibi oluyorum.
ruh eşim olduğuna inandığım sanatçılardan biri. umarım paralel hayatlarımızdan birinde aynı masaya oturmuş, uzun uzun konuşmuş ve köz biberli humus kaşıklamışızdır, canım kadın.
" i've looked at clouds from both sides now
from up and down and still somehow
it's cloud illusions i recall
i really don't know clouds at all"
geminid'i izlemesi çok keyifliydi, dolunayın denk gelmesi biraz talihsiz olsa da izleyebilmiştik.
sıra quadrantid'de. 3-4 ocak gibi peak seviyesine ulaşması bekleniyor. özellikle hâdid-i şems'e denk gelmesi epey mistik bir olay bence.
tanrıdan çaldığı ilksel ateşi göğsünde saklayan kızılgerdanlar da uyanmaya başladılar. alkolleşmeye yüz tutacak kadar olgunlaşmış meyveleri yedikleri için "ormanın sarhoşları" denilen ipekkuyrukların da çarpa çarpa uçup geceleri parlayarak plinius'a yol gösterdikleri sabahına ise sızdıkları zamanlardayız. bu yağmurla birlikte doğa da bambaşka bir döngüye giriyor.
hasta için korkunç bir deneyim. özellikle manevrayla kırılmayan svt'lerde adenozin puşelemek zorunda kalmak doktor için de hasta için de kötü, saniyelik de olsa kalbi neredeyse durduruyoruz çünkü ve bu esnada hastanın bilinci açık.
aslında yetişkinlerde çok da nadir sayılmaz. erişkin acilde çalışırken her gün en az 3 hastam olurdu svt'li. ben elimden geldiğince böyle hastalara müdahale ettikten sonra taburcu etmeden vagal manevralar öğretirdim evde tek başlarınayken atağa girerlerse diye. modifiye valsalva manevralarını bilmek en az heimlich bilmek kadar hayati, siz veya bir yakınınız yaşarsa acillik olmadan kırabilirsiniz svt'yi. belli bir noktada ilaç tedavisi gerekiyor tabii ki, çok ileri dönemde ise ablasyon yapılıyor.
youtube'da shorts şeklinde güzel manevra videoları var mutlaka bakın derim.
çayımızı çöreğimizi aldık yağmuru izlemek için şehrin dışına akan yollara düştük. dolunay arefesi olması biraz keyif kaçırıyor tabii ancak bu harika doğa olayının olabildiğince keyfini çıkarmak istiyorum.
3 gün bir yayla evinde sıcak şarap, birkaç dost, the national'ın bugün yayınladıkları konser kaydı ve yağmurla geçecek. eskiden olsa muhtemelen kendime off day vermezdim, illa yanıma birkaç iş alırdım. büyüdükçe böyle anların değerini anlıyorum galiba. 26. yaşıma bir hediye; hadi gökyüzü, hadi geminid yap şovunu!
kişiye saldırmak/karalamak, benzetmeye dayalı karalamak, ispat yükümlülüğü, durumsal kişi karalamak, ''sen de...'' cümleleriyle karalamak, otoriteye başvurarak karalamak, cımbızlama, indirgemecilik, geleneğe başvurma vs. gibi başlıklarda incelenebilir. bir üst entry'de paylaşılan linkte türler güzel özetlenmiş.
bir de tartışmalarında buna başvuran kişilerin bindiği trenin vagonları bununla sınırlı da değil genelde. whataboutizm, tokenizm, doxing, hipermoralizm, ostrasizm vs. hepsine düşerler.
size böyle gelen lowbrow'larla hiç münakaşa etmemek en sağlıklısı. müzakere kültürü insanın içinde olması ve en geç 20'lerin başında kazanılması gereken bir şey. sonradan gelişmiyor.
ayrıca bu konuda daha detaylı okuma yapmak isteyenlere aristotales'in ''sofistçe çürütmeler'' kitabını önerebilirim.
edit: link veren yazar entry'sini silmiş, biraz boşa düşmüş oldu. scotopia videosunda bahsediyor biraz.
" i was on the back of a nightingale, living like a king;
listening to the songs that you’d sing
home fires were burning and the smoke stung our eyes;
we were blind from birth, until that night
love grows old and we die younger each time
heaven loves a martyr
and how am i supposed to run with my legs sunk in the mud?"
"maybe i was destined for philosophy
leading leftist ideologies at the paris-sorbonne
dreaming up the splendid demise
of the societies we despise, at cafe de flore
but these things lose all their meaning and allure
if you're not there to witness the grandeur
what could take my love away?
maybe we'll be missionaries in the congo
revolutionaries in cuba
perhaps we'll build a home
in the shadows of the forest
along the east coast or the west coast
i forget where we decided"
yunan mitolojisi yaratıklarından biri. sesleriyle ve daha önceki kurbanlarının kemiklerinden yaptıkları müzik aletleriyle çaldıkları müziklerle denizcileri etkileri altına alıp, onları sarp kayalıklara çekerek gemilerinin batmasına ve gemicilerin ölmelerine sebep oluyorlarmış. genelde çekici, güzel kadınlar olarak resmediliyorlar ve tanrıça olmasalar bile ölümsüz oldukları söyleniyor.
5 rakamına dönüşerek, numeroloji ilminin inceleme sahasına girer. içimden agnostik olmak gelmediği zamanlarda, açar okur, hem doğum günüm hem de kader sayım olan 23'ün çizdiği hayat yolunda soluklanır, her şeyin benim elimde olmadığını bir kez daha anlarım. bu isimde iki de müzikal eser vardır, benim bildiğim. mor ve ötesi'nin ilk albümünde "yüzünden başlasam gitmeye uzaklara" cümlesiyle başlayan şarkı ve blonde redhead'in albüme de adını veren açılış şarkısı. en az 23 sayısı kadar havalıdır ikisi de.
bir gecenin iki yarısı. tonu ve teni tutturduktan sonra zevke sefaya dalmanın hiçbir sakıncası yoktur. hele karşınızdaki eski aşklarından, kırıp bıraktığı kalplerden, hayvan gibi eğitimli oluşundan, alından morundan parasından pulundan bahsetmiyorsa yeme de yanında yat.
bu adam ve çevresindekilerinin neler yaptıkları ortada. vatan millet sakarya adı altında siyonist uşaklığı yapıyorlar. işlerine gelmeyen herkes terörist. ama ortaya döküldüğü üzere tacizciler ve eşcinsellere nonoş diye saldıranlardan oluşan bu tiplerin buradaki sevicilerinin fantezileri de böyle saldırıya uğramak olsa gerek. ne de olsa ödlekler. hadi efendilerinizin kucaklarına oturmaya yallah.
ilk girimi 2011 yılında ağustos ayının 14'ünde akşam 5'te yazmışım ayı sözlük'e.
o günün üzerinden 5 yıldan fazla vakit geçmiş.
zaman, pekâlâ, hiç de acımadan patır patır ilerliyor işte.
ben, yeri geldiğinde, gayet duygusal bir insan olabiliyorum sanırım.
gerçi, bazı zamanlar oluyor, dünyanın bütün dertleri omuzlarıma birikmiş gibi hissediyorum
sonra
bazı zamanlar oluyor, dünyanın en huzurlu insanı benmişim gibi hissediyorum.
biz insanlar, bu girift ruh hâllerinden uzaklaşamıyoruz içinde yaşıyor olduğumuz dünya, dünyaya geldiğimiz zaman, zamanı harcadığımız olaylar hasebiyle.
son dönemde hem sözlük içre, hem de içinde yaşıyor olduğumuz ülke içinde olan bitenler beni ziyadesiyle etkilemiş durumda. bu yüzdendir ki uzunca bir süre kendimi soyutlamak niyetindeyim bazı mecralardan.
sözlük de bu mecralardan bir tanesi.
ülkenin içinde bulunduğu ahval dahilinde akıl sağlığımı korumanın en iyi yolu olarak bunu görüyorum:
kendimi müziklere, kitaplara ve filmlere hibe edeceğim.
"insanlardan buz gibi soğudum." diyor cahit külebi,
vardır bi' bildiği.
şu 5 yıl boyunca güzel insanlarla konuştum, güzel insanlarla tanıştım, çirkin insanların yazdıklarını okudum, çirkin insanlardan uzak durdum.
hali hazırda peyderpey konuşuyor/mesajlaşıyor olduğum iki-üç kişi var.
hayatım boyunca, franz kafka ile akıl ve ağız birliği etmişçesine, çevremde hep birkaç insan oldu zaten.
ne demiş: "huzur mu istiyorsun? az eşya, az insan."
şu iki-üç kişi benim için 5 yıl 3 ayın getirisidir; yüreğime basmış, özümsemişim.
kâfidir benim için.
"insan ne için yaşar?"
peki,
"insan ne için yazar?"
ilk sorunun cevabı nezdimde değişmekle beraber,
ikinci sorunun cevabı benim için bellidir:
hayat gailelerimden bir tanesi dünyaya bir iz bırakabilmektir.
o yüzden girilerimi silmiyorum.
burada kalsınlar, okunsunlar.
ingeborg bachmann şöyle yazar pek güzel bir şiirinde*:
"hiçbir şey gelmeyecek bundan böyle."
kapanışı güzel bir müzikle yapayım.
"like little puffs of smoke
we're here and then we're gone"
ayı sözlük'e yolunda başarılar dilerim.
güzel günler görmek dileğiyle.
*bu arada,
olur a iletişime geçmek isteyen yazar ya da okurlar olabilir.
mail adresi şudur:
_________________
[email protected] _________________
istediğiniz herhangi bir şey hakkında yazabilirsiniz.
okumaktan keyif alırım.
kendisini gecen sene sans eseri canli olarak dinledim. gittigim bir konserde ön sanatci olarak cikmisti. oldukca yetenekli ve sahneyi de iyi kullaniyor.
şahsen pek anlam veremediğim emel, arzu. bir vakit bir arkadaşım karşısındaki adamın zeki olup olmadığını birkaç saat içinde anladığını, sevişmeye bile tenezzül etmediğini söylemişti. bazan, bir devirde geç kalmış gibi hissediyorum. herkesin eteğinde onlarca taş, dökmek için sabırsız ve arsız, öyle bir devir. kara kaşından, dalgın bakışından, tıraş olurken yüzünde bıraktığı yara izinden önce, ne kadar tez düşünce ürettiğine, ne kadar terslediğine, yapış yapış ukalalığına prim vermek bir adamın? bazı hiyerarşileri yerle yeksan etmeye çalışırken*, nasıl domates yetiştirildiğine sırtını dönüp hegel felsefesine kulak vermek? bunun gibi fena birkaç şey daha var, ya da dediğin gibi olsun, birçok şey var. ama gel,
isveç'in başkenti, nordik ülkelerinin incisi. denizinin ve göllerinin böldüğü kara parçaları, su üstünde hafif titrek hafif durgun yüzen nilüferleri andırır. çetin, alacakaranlık kış günleri gözünüze yarım perde çekmiştir, uyku ve uyanıklık arasında mütemadiyen bir dirsek teması. imdadınıza bilinçsizce elinizi uzatsanız da tutabileceğiniz bir karton bardak kahve yetişir, kahve her yerdedir stockholm'de. sanılanın aksine, isveçliler o sapsarı saçları ve bembeyaz tenleriyle sokakları aydınlatmazlar. öyle bir renktir etrafı saran. herkesin başı önde, zaruri bitkin.
velhasıl, belki de yaz hiçbir yerde bu kadar güzel değildir. ışıldayan gökyüzü gecelere kadar yorulmaz, ışık bedeni tükenmez bir enerjiyle çalkalar. isveçliler bu kez sarhoşlardır, zaten ancak ve ancak sarhoşlarken anlaşabilir, sevişebilirsiniz. sanki doyumsuz duygulara haiz bir düşün içinde seyredersiniz.
gidince; södermalm'in sırtlarını, gamla stan'ın ufak meydanlarını gezin. tradgarden'de açık havada, kalabalığa değerek dokunarak, dans edin. bir de mütevazi bir cevapları var "nasılsın?" sorusuna, bir köşeye yazın: başım yukarıda ayaklarım aşağıda!*
ilk defa veya uzun aradan sonra pasif oluyorsa eğer penetrasyon anındaki yüzleri... aşırı tatlı bir ifade oluyor izlemeye bayılıyorum. gerçi penetrasyona kadar çoktan parmaklamış oluyorum ben tabii ama penisin giriyor olması daha farklı hissettiriyor olmalı.
prostatına ilk değdiğimde zevkten dönen yalvarırmış gibi bakan gözleri, ben üstünde acımasızca devinirken onun aldığı tüm hazzı yüz hatlarında izleyebilmem, bir yandan altımda kıvranıp kaçmak isterken bir yandan da daha fazlası için sürtünmesi... erkeklerin her duygusunu vücudunun her santimiyle yaşamasına ve bu duygu selinin yüzde zuhur etmesine bayılıyorum, çok seviyorum, canım erkekler!
eylülün sonlarına doğru rus orta yaşlarda gayet hoş bir adam gelmişti istanbul'a. instagramda bir süredir like'laşıyorduk. açıkçası ilgimi de epey çekmişti. istanbul'a geldiğini haber verdiğinde çok heyecanlanmıştım, bildiğin rus ayısı bi tip, sarı uzun sakalları, kırışık göz çevresi ve kıllı bir vücut...
tabii hemen bilet bakıyorum hızlıca yanına uçabilmek için. kendisi otel tutmuş.
istanbul'a indi, otelde dinlenecek ben de sözde ankaradan yanına geleceğim. telefonda konuşuyoruz, bir anda benimle seksini kaydetmek istediğini ve ileride izlemek için bunu yapmak istediğini söyledi. ben tabii has anadolu çocuğu, yer mi bunları. biraz ağzını aradım ve onlyfans'e başladığını öğrendim. daha öncesinde de lafı geçmiş ve benim onlyfans'le hiç ilgilenmediğimi takip etmediğimi öğrenmişti. yani hiç haberim olmadan pornom yayılabilirdi. tabii ağzına sıçtım bunun, biletimi de yaktım. yalvardı, yüzünü buzlayacaktım dedi ama nafile. en son para teklifi yapınca iyice uyuz oldum. içimde ne varsa ingilizce bildiğim ne kadar küfür varsa ettim herife.
o defter kapanmıştı. dün twitter'da porno izleyeyim diye dolaşırken bir türk porno hesabı gördüm, bir onlyfans içerik üreticisi. biraz bakayım diye tıklar tıklamaz kabak gibi bizimkiyle olan pornosunun trailer'ını gördüm.
o reddettiğim sarışın rus ayısı bizim onlyfans'çıyı delmiş resmen. gerçekten güzel bir seksi kaçırmış oldum. tabii buzlanmış bile olsa seksimin bir yerlere yayılmasını istemem ama adamın penisi o kadar güzel ki... uncut, damarlı ve gayet kalın. dişimi doldururdu yani.
işte o an onlyfans'tan etimle kemiğimle nefret ettim. tek içimi ferahlatan şey bizim türkün de gayet iyi hakkını verniş olmasıydı, o yarrak öyle sürülmeliydi, gerekeni yapmış. ama
o rus ayısı benimdi, benim olabilirdi.
orada, bi rus ayısı var uzakta, o rus ayısı bizim ayımızdır diyemedim. neyse sağlık olsun, allah belanı versin onlyfans.
nefret suçuyla ifade özgürlüğünün ayrımını 2024 yılında yapamamak... bu neyin ahrazlığı böyle ya, yani orangutan bile öğrenirdi şimdiye kadar herhalde.
zaten sana laf anlatmaya çalışmak beyhude bir çaba, "homofobik eşcinselim" ne demek ya ahahah
sen homofobik değilsin, sen eşcinsellerden değil bizzat kendinden nefret ediyorsun. çünkü zihninin nasıl bir lağım çukuru olduğunu biliyorsun. kendine olan nefretin o kadar boğmuş ki seni başkasına yansıtarak nefes almaya çalışıyorsun. üstüne insanları idraksızlıkla suçluyorsun. o beğenmediğin lgbt dernekleri sayesinde kaç trans intihardan vazgeçti, kaç ailesinden ölümden kaçan lgbt çocuk yuva bulabildi, kaç öğrenci burs bulup dezavantajlı olduğu illerde okullarda okuyabiliyor farkında mısın? lgbt ortamından dışlanmış olmanı garip karşılaman asıl garip olan şey. çünkü sen içgörüsü sıfır olan bir herifsin. senin birini sevebilme ihtimalin yok, birinin seni sevebilme ihtimali yok, bir ortama dahil olabilme bir çarklının dişlisi olabilme ihtimalin yok. ve bu senin karakterinle, yalnızlığı sevmenle ya da seçmenle değil, bizzat karaktersizliğinle alakalı. insanlardan saygı görememiş olman senin zaten zerre saygı hak etmemendendir.
"heteroseksüeller bas bas bağırıyor mu" demen bile seni ele veriveriyor hemen. bugüne kadar saklanarak, kendini sevmeyerek ve hatta nefret ederek yaşamış olabilirsin. ama sana kötü bi haber, herkes senin gibi ezik ve sinmiş halde yaşamayı seçmiyor artık. insanlar kendilerini sevebiliyor ve kendilerini affedip tanıyabiliyorlar. umarım bu seviyeye ulaşırsın bir gün diyeceğim ama dediğim gibi içgörüsü sıfır bir herifsin, bir şempanzeye emek vermek daha net sonuçlar verir sendense.
ama işte senin gibiler için de mücadele edeceğiz. allah kahretsin ki sen ve senin gibileri de kapsamak zorundayız. ama birilerinin artık sizin yüzünüze yüzünüze çarpması gerekiyor gerçekleri. ve bunu yapmaktan hicap duymuyorum hiç. öğreneceksiniz, sike sike öğreneceksiniz.
koca bir medfen burası, yazdıklarımız da hüve’l-bâkīli mermerler. bir gün bakıp ya işeyecekler ya da papatya ekecekler. "artık senin mekânın servilik altında bir yermiş" dedirtelim.
nefret suçuyla ifade özgürlüğünün ayrımını 2024 yılında yapamamak... bu neyin ahrazlığı böyle ya, yani orangutan bile öğrenirdi şimdiye kadar herhalde.
zaten sana laf anlatmaya çalışmak beyhude bir çaba, "homofobik eşcinselim" ne demek ya ahahah
sen homofobik değilsin, sen eşcinsellerden değil bizzat kendinden nefret ediyorsun. çünkü zihninin nasıl bir lağım çukuru olduğunu biliyorsun. kendine olan nefretin o kadar boğmuş ki seni başkasına yansıtarak nefes almaya çalışıyorsun. üstüne insanları idraksızlıkla suçluyorsun. o beğenmediğin lgbt dernekleri sayesinde kaç trans intihardan vazgeçti, kaç ailesinden ölümden kaçan lgbt çocuk yuva bulabildi, kaç öğrenci burs bulup dezavantajlı olduğu illerde okullarda okuyabiliyor farkında mısın? lgbt ortamından dışlanmış olmanı garip karşılaman asıl garip olan şey. çünkü sen içgörüsü sıfır olan bir herifsin. senin birini sevebilme ihtimalin yok, birinin seni sevebilme ihtimali yok, bir ortama dahil olabilme bir çarklının dişlisi olabilme ihtimalin yok. ve bu senin karakterinle, yalnızlığı sevmenle ya da seçmenle değil, bizzat karaktersizliğinle alakalı. insanlardan saygı görememiş olman senin zaten zerre saygı hak etmemendendir.
"heteroseksüeller bas bas bağırıyor mu" demen bile seni ele veriveriyor hemen. bugüne kadar saklanarak, kendini sevmeyerek ve hatta nefret ederek yaşamış olabilirsin. ama sana kötü bi haber, herkes senin gibi ezik ve sinmiş halde yaşamayı seçmiyor artık. insanlar kendilerini sevebiliyor ve kendilerini affedip tanıyabiliyorlar. umarım bu seviyeye ulaşırsın bir gün diyeceğim ama dediğim gibi içgörüsü sıfır bir herifsin, bir şempanzeye emek vermek daha net sonuçlar verir sendense.
ama işte senin gibiler için de mücadele edeceğiz. allah kahretsin ki sen ve senin gibileri de kapsamak zorundayız. ama birilerinin artık sizin yüzünüze yüzünüze çarpması gerekiyor gerçekleri. ve bunu yapmaktan hicap duymuyorum hiç. öğreneceksiniz, sike sike öğreneceksiniz.
bir erkeğin ya da prostatı olan bir bireyin hayatı boyunca alacağı en maksimal zevktir, heteroseksüel erkeklerin bile rektal tuşe muayenesinde prostatlarını muayene ederken birkaç saniye süren muayenede sertleştiklerini gördüm. tr'de evli çiftler openminded olabilse hetero erkekler lavaj nedir bilse ve kadınlar haftada bir gün erkeklerini oyuncakla ya da parmakla sikse çok ciddi söylüyorum mutluluk kat sayısı arşa çıkar ülkede. zaten yattığım tüm evli erkeklerin aktif bile olsa o prostatlarını parmağımla mıncıklarım, bezlerini parmağımla sikerken hepsinin yüzünde salak bi "lan noluyoo oha" ifadesi oluyor, kilitleniyorlar, bunu izlemeye bayılıyorum ve zaten seks bir anda altıma geçmeleriyle devam ediyor, bir de bu evli erkeklerin bazısı sikilmeye "prostat masajı" adını takıp iç rahatlatıyor buna aşırı gülüyorum, tabii ben işime bakıyorum. avrupalı hetero erkekler buna daha çok açık ama maalesef pisler, ben her ne kadar ortadoğu insanını sevmesem de en azından temizlik konusunda daha öndeyiz, çoğu yatmadan önce benim karıları gibi olmadığımı biliyor ve özen göstermek zorunda olduklarından karılarına vermedikleri titizliği bana veriyorlar, vermek zorundalar. her neyse hayırlı forumlar, "prostat masajı" isteyen karısından gizli yorgan altında misafir odası koltuğunda el sikte sözlük gezen evli erkekler varsa yazın canlarım, tabii gayler de aynı şekilde, öpüldünüzzz.
anal seks abartılıyor.
iki erkeğin birbirine en yakın olduğu, türlü duyguların eşlik etmesi gereken seksin aşamalarından biridir.
heteronormatif dayatmanın getirdiği anlayış üzerine yanlış yorumlanıp yanlış beklentilere sokabilir insanı. ilk seksinize gerdekmiş gibi davranmayın.
biri sizin içinize girecek, derinlerinizde bir parçasını gezdirecek. size zevk verecek, onun beyninin kimyasal dengesiyle oynuyor olacaksınız. siz de ona zevk vereceksiniz.
bu sevdiğiniz bir erkekle oluyorsa cennetvari bir deneyim olacak. aksiyonlarla değil duygularla düşüncelerle ilgilenmeye bakın.
sevgilinizi içinize alıyorsunuz, vücutlarınız birleşiyor, ayaklarınızı vücuduna sarıyorsunuz. gözleriniz birbirine kenetlenmiş. tüm bunlar olurken tabii ki acı da olacak, zorlanacaksınız da. ama tüm bunlar seksin bir parçası zaten. kimi günler penetrasyona bile gerek duymadan birbirinizi boşaltıyor olacaksınız.
her şeyin ilki zordur, bunu bu kadar önemseyip bundan korkup yıllarca kendini seksten uzak tutan insanlar var.
arkadaşlar seks penetrasyonun çok ötesinde beyninizin içinde olan bir şey. öyle olmasaydı mastürbasyon da yapamazdık. mastürbasyondan farklı olarak, artık yanınızda biri daha var. ve artık bu zevki iki kişi yaşıyorsunuz, bunu yaşarken de birbirinize yardımcı oluyorsunuz. bu kadar basit...
kendinizi germenize korkmanıza gerek yok. iyi temizlenin, iyi yağlanın yeter. gerisi beyninizde ve beyinizde.
bir de şu "sevdiğiniz insanla olmalı" kafasından çıkın, sevdiğiniz değil istediğiniz insanla olmalı.
kişiye saldırmak/karalamak, benzetmeye dayalı karalamak, ispat yükümlülüğü, durumsal kişi karalamak, ''sen de...'' cümleleriyle karalamak, otoriteye başvurarak karalamak, cımbızlama, indirgemecilik, geleneğe başvurma vs. gibi başlıklarda incelenebilir. bir üst entry'de paylaşılan linkte türler güzel özetlenmiş.
bir de tartışmalarında buna başvuran kişilerin bindiği trenin vagonları bununla sınırlı da değil genelde. whataboutizm, tokenizm, doxing, hipermoralizm, ostrasizm vs. hepsine düşerler.
size böyle gelen lowbrow'larla hiç münakaşa etmemek en sağlıklısı. müzakere kültürü insanın içinde olması ve en geç 20'lerin başında kazanılması gereken bir şey. sonradan gelişmiyor.
ayrıca bu konuda daha detaylı okuma yapmak isteyenlere aristotales'in ''sofistçe çürütmeler'' kitabını önerebilirim.
edit: link veren yazar entry'sini silmiş, biraz boşa düşmüş oldu. scotopia videosunda bahsediyor biraz.
bawer enfes yazmış yine, onun yazısına ek olarak sadece homonasyonalizm üzerinden okunmasıyla bir yanı eksik kalacak bir durum olduğunu düşünüyorum.
lgbti'lerin varlığını doğrudan hedef alan, ideal aile yapısının anne baba ve çocuklardan oluştuğunu söyleyip same seks evliliklere karşı olunacağını belirten, okullarda cinsel eğitim verilmesine karşı olan, trans çocuklar için "okullarda diğer çocuklar bu azınlıklardan nasıl korunacaklarını bilmiyor" demiş bir antiqueer başkana sahip parti.
jasbir puar'ı çok sever ve okurum, o da homonasyonalizmi iç, bölgesel ve küresel olmak üzere üç ölçekte işler yazılarında. yani sadece iç dinamizme değil bölgesel ve küresel etkilerin queer düşünceye ne kadar invaze olduğuna bakılmalı.
puar, abd'deki ulusalcı ideolojinin (özellikle 11 eylül sonrası dönemde) homonormatiflikle nasıl işbirliği yaptığını ve bu işbirliğinin vatansever ve kapsayıcı anlatılarla nasıl üretildiğini yazmıştı. sağcı popülist siyaset queer'liği kullanıyor ve ulusal kimliğe bağlılığın, ötekileştirmenin ve belirli grupların toplumdaki sorunlardan sorumlu tutulmasının önünü açıyor. bu da antiqueer bir partinin başkanını lgbt bireyler içinde bile birinci parti yapabiliyor.
islamofobi üzerinden tıpkı gazze'de yapıldığı gibi pinkwashing yapılıyor ve insanlar kendi benliklerini göremeyecek kadar körleştiriliyor. kadınları, çocukları ve eşcinselleri sözümona koruma çatısı altında oryantalist söylemler kullanılarak işgal ve baskı legalize ediliyor.
queer görüşünün içine sızan bu homonasyonalizm günümüzde politik bir kayma yaşadı ve homopopülizme ilerledi. ve biz bunu sadece izleyebiliyoruz. bu konuda bir tez okumuştum. james keith lotter şöyle diyordu, "korkulu sözümona vatansever egemen özneler, korku temelinde seçtiği liderleri yetkilendiriyor" yaşananları en iyi özetleyen şeylerden biri bu bence. cynthia weber'in queer uluslararası ilişkiler teorisi de buna benzer çıktıları içeriyordu, kitabında devletlerin ve liderlerin queerleri korku üzerinden yönlendirerek nasıl egemenlik yetkisi aldıklarını yazmıştı weber.
almanya'da yaşanan şeyin bir parçasının da nazilerce pompalanan korkunun bir tezahürü olduğunu düşünüyorum, bunu en iyi genç kuşak üzerinden yapabiliyorlar, zaten en çok oyu da gençlerden bu şekilde alıyorlar. beyaz gaylerin iktidarlar için bu kadar "işlevsel" olduğu başka bir dönem olmadı herhalde. ama bu beyaz gaylerin dışında, korkuyla sindirilmiş gaylere bir şekilde ulaşılabileceğini düşünüyorum, başka bir yol bilmiyorum. yazdıkça, okudukça, düşündükçe delirecek gibi oluyorum.
güzelim bilge'mi tekrar ziyaret etme zamanıdır. uzun zamandır bakıştığımız troya'da ölüm vardı'ya tozlu raftan alıp kahvemi demlenmeye bıraktım. günü güzel kapatacağım. göçmüş kediler bahçesi başucumdur. kendimi bildim bileli okurum, henüz o'nun gibi yazanı, o'nun hissettirdiklerini bana hissettirebileni bul(a)madım.
crispr'ı aslında uzun zamandır kullanıyoruz tedavilerde, özellikle herediter anjiyoödemde. tabii 2020'de kimya alanında nobel ödülünü jennifer doudna ve emmanuelle charpentier crispr ile aldığından beri çalışmalar başka yöne evrildi. makaleler yağıyor adeta. tekil ve kombine yaklaşımlardan çok viral kaçış, hedef dışı etkiler, iletim yöntemleri ve immünojenisite gibi hiv tedavisi yolundaki çalılara odaklanmış durumdalar.
şu an bu tedavinin en büyük dezavantajı crrna'ların veya cas proteinlerinin modifikasyonu ile düzenleme etkinliğinin artırılmasının gerekmesi ve potansiyel hedef dışı etkilerin tahmin edilip sınırlandırılmasında elimizde tatmin edici bir veri olmaması. off target etkilerini öngöremiyoruz, yani bir yeri düzeltelim derken nereyi bozacağımız henüz belli değil.
isveç'te bir tıbbi genetik hocamız ve ekibi crispr üzerinden başka bir hastalığın tedavisi için çalışıyordu. onların korkuları istenmeyen genlerin susturulması, tümör baskılayıcı bir genin çıkarılması veya bir protoonkogenin aktivasyonu gibi kansere ilerleyebilecek yolaklar üzerinde nasıl bir etkisi olacağını bilmemeleriydi. dolayısıyla hiv tedavisi için de aşılacak çok yol var daha. ama ben umutluyum.