ne çok istiyoruz

ne çok istiyoruz, biri arasın mesajlar yazsın. merak etsin bizi. sorsun. hatta kıskansın. özel hissettirsin. dikkat etsin. özen göstersin. sarsın sımsıcak olsun. öyle öpsün ki, hayat dursun. işte bu yüzden hata yapıyoruz, zira istediğimiz bu, bu ruhun ihtiyacı. kafamızdaki hayallerin yerine birini oturtuyoruz. çok düşünüyor çok seviniyor çok üzülüyoruz. yani her şeyi abartıyoruz. farkında bile olmadan yapıyoruz hem de. sıklıkla işler istediğimiz gibi gitmiyor. en şaşırtıcı olansa gerçeklerin ortada olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. hep orada bir yerde biri var diye bekleşiyoruz. tavuk kümesindeki tavukları gibi. sonuç hep aynı.
(bkz: hüzün)
yokluğunu şerbet sayıp, yokluk zehrini kafaya dikebilmektir istediğim,
her şeyine katlanabilmektir,
sen var olduğunda enlemin boylama, boylamın enleme dönüşmesidir,
anlamadığım şarkıyı ilahlaştırmaktır, bir kelimesi senden olunca...
her şeye ve her şeye katlanabilmektir,
karanlıkta yürüyebiliyorsam eğer,
bu da seni sevmemdendir...
ne çok istiyoruz?
(bunu niye yazdım biliyorum, içimden geldi! )
(bkz: hüzün)
çünkü dilenciliğe alıştırıldık. çünkü kendimizi acındırmayı öğrettiler bize.
sevgiyi ve aşkı bile bir sadaka gibi bekliyoruz. vermeyi sildik defterimizden. paylaşmayı unuttuk. birinin elinden tutmayı, ayağa kaldırmayı, ona sarılmayı, acısını anlamayı..
tüm bunlara vaktimiz yok. çalışmalı, koşturmalı, para kazanmalı sonra onları harcamalıyız.
seçkin semtlerdeki nezih dairelerimizde, rahat koltuklarımıza oturup, muhteşem yalnızlığımıza ağıtlar yakabilir, "aşk istiyorum" diye ağlayabiliriz.
çok hüzünlü bir hikayedir bu gerçekten de...

güzel prenses için dışarıda bir yerde bir prens varmış ve öptüğü her kurbağa onu doğru kurbağaya yakınlaştırması gerekirken tam tersi oluyormuş. o kurbağalara her dudağı değişinde doğru kurbağayı prense dönüştürecek öpücüğünün sihri bir doz daha kirleniyormuş. dolayısıyla her kurbağa onu beyaz atlı prensten bir kaç kilometre daha öteye fırlatıyormuş.

sonra kurbağa öpmenin müpteleası olmuş. hala kendine prense dönüşecek kurbağayı aradığı yalanını söyleyerek. aslında o bataklık ve o kurbağalar o kadar eğlenceliki saraya gidip sıkıcı hayatına dönmek istemiyormuş. belki prens, o bataklıktayken saraya çoktan dönmüştür ama prenses saraya dönemiyor işte. bataklıktaki bütün prensler onunken saraydaki sümüklü prensi ne yapsınki? hem belki bataklıktan çok daha iyi bir prens çıkartabilirmiş.

neden kurbağalar prense dönüşmüyorduki bir türlü? belki de dönüşebilirdi birkaçı. belki gerçekten de bazılarında o sihir vardı. ama prensesin o kurbağaları iki kere bile öpecek sabrı bile yoktu. hatta birkaç kurbağa prenses onu uçuruma gönderdiği sıra prense çoktan dönüşmüştü. hatta bir tanesi prensesin gözleri önünde prense dönüşmüştü, prensesin elinden tutup sonunda onu sarayına götürecekti. ama prenses eteğine öpemediği kurbağaları doldurmaya çalışınca prens de başka bir prensesi aramak için bataklıktan çıkıp gitmişti. o bile doğru kurbağa değilmiş diye düşünmeye başlamış sonra prenses. halbuki o her şeyi doğru yapmıştı. kötü kalpli cadının laneti çok güçlüymüş. belki biraz daha kurbağa öpmeye devam ederse sonunda bu laneti kırabileceğini düşünerek prenses bataklığın derinliklerine doğru yürümeye başlamış ve sonsuza kadar mutlu yaşamaya çalışmış...