nilay vardar
istanbul -
bia haber merkezi
24 nisan 2015, cuma 00:00
prof. dr. arşaluys kayır, türkiye'de cinsel sorunlar denince özellikle de vajinismus tedavisinde akla ilk gelen isim.
istanbul üniversitesi tıp fakültesi emekli öğretim üyesi kayır, psikoterapist, psikodramatist, çift ve grup terapisti ve cinsel psikoterapi uzmanı.
hastaları 70 yaşındaki kayır'a yıllarca en mahrem "sır"larını anlattı. o da bir yandan hastalarını tedavi ederken bir yandan da topluma cinselliğin, cinsel sorunların bir tabu olmadığını, kadınların da yatakta haykırma hakkı olduğunu anlattı.
bu kez prof. dr. arşaluys'un kapısını türkiye'nin en büyük tabularından biri olan cinsellik meselesi için değil, başka bir tabu olan ermeni meselesinde kendi hikayesini öğrenmek için çaldık.
nerelisiniz?
annem harputlu, babam kığılı. ben ailenin sekizinci ve son çocuğuyum. altı yaşına kadar sadece iki ermeni ailenin kalmış olduğu kığıda yaşadım. sonradan iki kere daha gittim, beş yılımın geçtiği sevmekten hiç vazgeçmediğim, hiç hatrımdan çıkmayan topraklara. göçün etkileri hafif şeyler değildir. 1915'te annemin de babamın da kimsesi kalmamış.
anneannem annemin gözü önünde yolda ölmüş, kız kardeşi elinden kopmuş ve kaybolmuş. harputdaki amerikan yetimhanesinde bulmuş kendini yedi yaşlarında. babamı müslüman bir aile korumasına almış fakat kaçmış, o da kendini harput yetimhanesinde bulmuş. iki kurtulandan bizler doğduk. temelimiz kayıplar üzerine oturdu.
altı yaşından beri istanbulda yaşıyorum. üsküdar bağlarbaşında 1952 yılında ne çok ermeni ve rum vardı. okullar, kiliseler dolar taşar. vaftiz, düğün, noel, paskalya, isim günleri, evlerden gelen piyano sesleri, kiliselerde şan ve koro sesleri ile beslenirdik. başka sesler yükseldi, o sesler kısıldı, azaldıkça azaldı. 6-7 eylül'de ermeni ve rum okul ve kiliselerin olduğu yerden yükselen alevler, "okulum yanıyor" diye ağlayışım.
semerciyan cemaran ilkokulunda okudum. ailem ermenice konuştuğu halde ben ilkokula kadar ana dilimi konuşmamışım. okulda ermenice konuşamadığımda, ermeni olduğumu anladım.yüzüme şamar yemiş gibi oldum. hangi bilinçdışı korku beni ermeniceye karşı susturmuş anadoluda.
türkçeyi hatta ingilizceyi ermeniceden daha iyi konuşuyorum. üsküdar amerikan kız lisesinde okudum. adım başı ermeniye rastlasam yavaşlamazdım. ismimin has ermenice olması beni memnun ediyor giderek. isminizin anlamı ne?", "ne ilginç bir isim? dendiğinde ilginç değil ermenice ve şafak demek diyorum. tek tük kalma hissi acıtıcı.
aileniz anlatır mıydı geçmişi?
aile dediğiniz ortada kalmış annem ve babam. suskunluk hakimdi. suskundular. biz de sormazdık. nasıl büyümüştük öyle sormadan bilemiyorum. sadece annem "yeter ki gel bana senede bir gün" şarkısında ağlardı, onun duası gibi bir şeydi. o şarkıda kaybolan kardeşini arardı. yıllarca annem kızkardeşinin yasını tuttu ve onu göremedi. bize de "seferberlik zamanında annem öldü, kız kardeşim kayboldu diye anlatırdı. yıllar sonra annem kızkardeşinin erivan'da olduğunu öğrendi. ama o zamanlar sovyetler'e gitmek kolay değildi. tam pasaportu çıktı, kardeşinin öldüğü haberi geldi.
babam zaten hiç konuşmadı. psikoloji eğitimi gördüm, merak et de sor değil mi? muhtemelen sessiz bir anlaşma vardı, "o konuda konuşmak yasak". işte şimdi kardeşlerimle bilgilerimizi birleştirmeye çalışıyoruz. o kadar az ve bölük pörçük ki. mesela dedem ve amcam 1915 öncesi amerika'ya gitmiş, ama dedeme ne oldu? kayıp bilgiler.
susmak nasıl bir dürtü?
suskunluk, öfkeyi, üzüntüyü, çaresizliği bastırmanın bir ifadesi. travma yaşayanlarda görürüz. işte annem "senede bir gün şarkısında" ağlıyor o kadar. susuyor, kendini koruma iç güdüsü. sustuğunda aynı zamanda unutuyorsun, soy sop da bir şey öğrenmiyor. siz bana sorunca kendimi sağır ve dilsiz gibi hissediyorum. ben bunları niye bilmemişim, oysa meraklı bir insanım. bu merak orada neden devre dışı kalmış?
mesela çocukken birisi dede, nine, teyze, dayı deyince ben niye diyemiyorum diye bir eksiklik hissederdim, özenirdim. yoktu çünkü. yıllar önce bir grup terapi çalışması sırasında travma uzmanı olan grup lideri "travma dendiğinde aklınıza ne geliyor?" demesi ile ben uykudan uyanırcasına çok derinden "göç" demiştim. keder
geçti deyince geçmiyor.
fethiye çetin'in "anneanem" kitabı çıkınca, ermeni olmayan arkadaşlarım ağlaya ağlaya beni aradılar. "okumuşsundur sen kitabı" diye. ben "okumadım, okumayacağım" dedim. kendimi cesur hissetmiyorum. acım depreşecek. oysa ben bir yol tutturmuşum gidiyorum, yoluma çelme takılsın istemiyorum. kendimi koruyorum. işte suskunluk. çünkü okuyunca altında mı kalacaksın, üstüne mi çıkacaksın, bilmiyorsun. şimdi daha cesurca okuyorum ve dayanıklılığım arttı. ama biliyorum ki yatmadan önce okumamalıyım. o yüzden travmalarda psikoterapiler gelişti.
nasıl?
suskunluğu bozmak önem kazandı. psikolojik travma nedenleri az çok bilinirdi, fakat tedavileri çağımızda daha çok önem kazandı ve gelişti. şimdi bütün dünya bunu konuşuyor. travma unutturan bir şey. unutursun, hatırlamazsın. ama artık dünya suskunluğunu bozmaya, konuşmaya, yüzleşmeye başladı. bireysel acıların yanısıra toplumsal acılar var. sır eve düşen bir bombadır der psikanalist ve psikodramatist anne schützenberger. kuşaklararası soy sendromu üzerine çalışmış ve kitapları var. ben de onun eğitiminden geçtim. mesela annem anneannemin öldürülüşünü anlatırken annem nefes alırken üzerine toprak atıldı derdi. işte "nefes darlığı" kuşaktan kuşağa bize yadigar kaldı. annem de çekti ben de nefes darlığı çekiyorum.
psikoterapide kişi şikayetini söyler, biz hikayesinin içine gireriz. suskunluğu çözülür ama birdenbire anlat demeyiz. yavaş yavaş anlatır, anlattıkça kendi sesini duyar. size anlatmaya başladığında duygular konuşur artık, akıl değil. bütün mesele bu. akıl çok konuştuğu zaman bir işe yaramıyor; çünkü akıl iyileştirmiyor. duygu kanalından gidildiğinde zihinsel değişiklik de olur. biz şimdi sizinle konuşurken size sadece anlatmıyorum, alıp vermeler oluyor. o kanalda "karşılıklılık" olması dönüşümü de sağlıyor.
yüzleşme bir terapi şekli, kaçınılan şeye maruz bırakma yöntemi. köpekten korkuyorsanız, doğrudan köpekle temas ettirilir. ama bu yöntemin işe yaramadığı anlaşıldı. başka yöntemler geliştirildi. işte köpek resmi çizdirilir, köpek filmi izletilir. yüzleşirken önce bireyin yanında güvendiği birinin olması istenir. alıştırmalar verilir, aşamalar vardır. yüzleştirme (konfrontasyon) yöntemi beceri ile kullanıldığında işe yarar sert kullanıldığında gerçeği görsün derken içine suçlama girer.
yüzleşme oluyor mu türkiye'de?
aslında geçmişindeki suskunluğu dile getirirken bile suskunluğunu bozmuş oluyorsun ve bu bir aşama. yavaş yavaş konuşuyoruz, ondan memnunum. yok sayma kısmı kalkmış oluyor, o da bir savunma mekanizması çünkü. hepimiz hayatımızda küçük küçük inkarlar yaşarız. çünkü kendimizi daha sağlam tutmak, yıkılmamak isteriz. ama inkarın dozu çok kaçarsa, yükü başkasının üstüne atmış oluruz. televizyonlarda bağıra çağıra da olsa konuşuluyor, bu alıştırma açısından iyi bir süreç. kimi yerde sinirime dokunsa bile örtük kalmasından iyidir. ermeniler konusunda söz söylemek isteyen söylüyor.
sinirimi en bozan ise ermeni kelimesinin yabancı kelime gibi kullanılması. mesela "sözde ermeni
" diye başlayan cümleler senelerdir var, arkasının nasıl geldiğinin hiç önemi yok, ben zaten gerisini dinleyemiyorum. sözde lafıyla beraber ermeni kelimesi gelince, benim annem babam yalan mı söylüyor diye düşünüyorum. biz iftiracı mıyız? kendimi zayıf hissetsem neredeyse "acaba ben ermeni değil miyim" diye sorabilirim bile. yani bu yaşananlara "ne diyelim, ne ad verelim", bunlar benim işim değil. sürecin iyileştiriciliğine inanan birisi olarak şunu söylüyorum, teşhis koyduğun zaman o hastalık iyileşmiyor ama bir işbirliği başlıyor. iyileşmek için iyi bir tedavi ortamı gerekiyor.
mesela bir zamandan beri "benim de babaannem ermeni" cümlesini duymak, söyleyenler için de iyileştirici bizler için de. tabii "babaannen ermeni olunca aslında sen de birazcık ermeni olmuyor musun" diye de sorabilirsin. ama o öyle diyorsa öyle hissediyordur, belki terapiye alsan üçüncü seansta "ermeniyim" diyecek ama sen onu alıp suratına "sen de ermenisin" dediğinde bu bir işe yaramaz.
okul hayatınız nasıl geçti?
okulda korkutulduğumuzu hatırlıyorum. türkçe bir kelimeyi yanlış kullanınca türkçe hocamız suçlayıcı bir tavırla düzeltirdi bizi. işte hoca öyle suratına vurursa bu birleştirmez ancak ayırır. türkçeyi düzgün konuşmalıydık. yanlış yapma korkusuyla bir şeyi iyi söyleyemeyeceksen o zaman susarsın.
hakkını veremeyeceğim için harikulade kelimesini ne yazarım ne de söylerim. "vatandaş türkçe konuş" döneminde mesela evden çıkmışsın otomatik ağzından annene 'mama' diyeceksin susarsın. cezalandırılma korkusu, başın belaya girmesin, ağzından bir laf kaçmasın... söylerken bile içim acıyor, doğallığımı yitirmediğim için şükretmeliyim, az buz eziyet değil.
rumlar daha rahat konuşurdu toplu taşımada mesela. ve ben sussalar diye beklerdim. sussunlar, çünkü kötü şeyler olabilir, görüyor musunuz korkutana değil korkmayana içerlemişim. sonunda da göçtüler, gittiler. şimdi bana diyorlar ki "aaa, ermeni olduğun hiç anlaşılmıyor." türkçem çok iyi ya, bir iltifat gibi söylüyorlar. ama bu bir iltifat değil. çünkü ben düzgün türkçe konuşacağım diye o kadar çaba sarf etmişim ki, ermenicem iyi değil. oysa altı yıl okumuşum. kayıp gibi yaşıyorum. benim gibi olanlar az değil.
siz ilk azınlık, kadın psikoloji profesörüsünüz. o süreç zor muydu?
azimli olmam çok yüzüme vuruldu ama yılmadım. sinip azla yetinmem beklendi. emekli olan şefimiz yani anastasiadis çok kıymetli bir psikoloji doçenti idi. onun yerine doktorası olan birisi gelecekti, benim istanbul'da olmadığım zaman sınav açıp benden sonra doktorasını yapan bir arkadaşım şef olmuştu. kürsü başkanına gittim. "eksiğim mi var, bileyim, düzelteyim " dedim. "hayır seni beğeniyoruz" dedi. "ermeniyim diye mi" diye sorunca hoca kıpkırmızı olmuştu.
doçent olduktan sonra da sıkıntılar devam etti. doçent olanların sabah işe geldiklerinde artık imza atmasına gerek kalmazdı. ismim imzadan kaldırılsın diye bekledim, kalkmayınca içerledim, ve kendimi görünür kılan bir dilekçe yazdım. kürsü başkanı beni odasına çağırdı, "sen bana kalp krizi mi geçirteceksin? hepimiz müslüman çocuğu değil miyiz?" dedi. bir ermeni öğrencim diyor ki, "beni yükseltmezler". haksız değil ama kapasitesine güvenmesini söylüyorum. şimdilerde ermeni yalanlarına son afişleri arasından geçerek derse girmek kolay şeyler değil benim için.
türkiye'deki en büyük tabulardan biri olan cinsel sorunları, vajinismus sorununu ilk kez siz gündeme getirdiniz. cinsel sorunların bir ruh sağlığı sorunu olduğunu kabul ettirdiniz.
doğru, bu sorunun hafife değil ciddiye alınmasının yolunu açtım. cinsel sorunlarını konuşmakta insanlar rahat değil. çünkü bu bir tabu. ben insanların sırlarını görünür kılıyorum. bunun nesi ayıp dedirtiyorum. cinselliği normalize ediyorum. organla değil bireyle, içinde tuttukları ile ilgileniyorum. erkek haykırıyorsa kadın da haykırsın. mesleğimde eşitliğe vurgu yapan bir yanım var.
40 yıl öncesine göre değişimin her iki tarafta da nasıl olduğunun tanığıyım ben. tedavi edenler de tedaviye gelenler de arttı. iki tarafta da tabu yıkıldı. "karşılıklılık" burada da söz konusu. meseleye benim açımdan bakarsak ben bu konuda sesimi çıkarttıkça ermeni ve kadın kimliğim yerinde dururken psikoterapist kimliğim öne çıktı.
doğduğunuz köye ilk ne zaman gittiniz?
15-20 yıl önce ilk gidişimde beni büyüdüğüm eve götürmüşlerdi, bir aile yerde kahvaltı ediyordu, hemen yere çömeldim, elime sıcak çay verdiler, elimde o bardağın sıcaklığına sımsıkı tutundum ve içerdeki dolabı tanıdığımı söyledim. kahverengi oluşundan tanımıştım. kadın o dolabı, istanbul zeytinburnu'ndan oraya gelin geldiğinde getirdiğini söyledi. kadına "yanılıyorsun sen" diyecek kadar ileri gidebilecek durumdaydım. sonra zihnim o sofraya döndü ve kaldığımız yerden devam ettik, onun da bir göç öyküsü vardı.
insanlar 1915'te sadece ölmedi ki, yerlerinden edildi. herkes bir yere dağıldı. köyde babamın dikmiş olduğu ağaçlara baktığım zaman babam yaşıyormuş gibi hissettim. bize turist muamelesi yaptılar, ama "ben yerliyim, buralıyım" deyince sıcak bir yakınlık kuruldu. toprağa basmak önemli. ilk gidişimde eski evimi arayıp bulmayınca tapu dairesine gönderdiler beni. oysa kiracı olduğumuz evi arıyordum, sadece çocukluk anılarımı arıyorum, zihnimdekini somutlaştırmak, dokunmak istiyorum ki, oradan ayrılışımın hasreti dinsin.
ermenistan'a gittiğimde beni ne etkiledi biliyor musunuz? tamam herkesin ermenice konuşması falan çok güzel ama yörelere verdikleri isimler. antepliler bölgesi, teyzemin mezarını aradığım harputlular mahallesi, "yukarı maraş" demişler. sabah çok erken yürürken kapısını onaran birisine ermenice "pariluys", yani "günaydın" dedim, doğruldu. istanbuldan geldiğimi söyleyince keyfi yarıda kaldı. adana, maraş, bilir misiniz? dedi. hemen anadolulu yanımla konuşmaya başladım. dedesinden dinlediği yörelere dokunmak istiyordu. istanbul yabancıydı, ondan uzaklaştıktan sonra gözyaşlarımı bıraktım. onun da benim de konuşma ve yakınlaşma ihtiyacı... bu orada yaşayan bir rum da olabilirdi müslüman da.
ben de hayatım boyunca geride kalan olarak çokça insanın göçüne şahit oldum. kap-kaçak, güzelim antika mobilyalar bırakılarak gidilirdi. bu yüzden yeni eşya merakım yok. evimi işyeri odamı tanıdığım, tanımadığım insanların eşyaları süsler.
kığı'ya ilk gittiğimde orada olan kilise ikinci gidişimde yoktu. anadolu'da dünya kadar kilise, okul yok olmuş. kiliselerin yıkılması geçmişimin silinmesine neden oluyor. ben kilisenin olmadığı bir yerde yaşamayı tercih etmem. bu dindarlığımdan değil, ermeniliğimi unutmak istemiyorum, çünkü unutuyorum. kilise benim hafızam.
son söz söylememi bekliyorsunuz ama öyle bir şey yok, açıldıkça konuştukça daha naif cümleler çıkıyor. belki de meselenin püf noktası burada. yumuşamak için kendimize fırsat tanımak. çünkü akıl her zaman işe yaramıyor...(nv)
rakel dink cumhuriyet gazetesi 24 nisan 2015
acı acı ağlıyorum
bu yazıyı okuduğunuz gün 24 nisan. ağır ve çok acılı bir yas günü. bugün sizler için kendi hikayemi tanrının yardımıyla kısaca yazmaya çalışacağım.
1959da şimdi şırnaka bağlı olan ermeni varto aşiretinde doğdum. adı şimdi yolağzı köyü olarak değişmiştir. varto, babamın dedesinin adı, vartandan gelir. büyük dede vartan zamanında vandan gelmiş oraya. cudi dağının güney eteğinde bulunur. irak ve suriye sınırına yakın. cudi dağı bizim oradan bakarken çok heybetlidir. bize komşu hasana köyünden ise kanatlarını üzerine germiş gibi görünür. şimdi ise ne hasana köyü ne de ermeni varto aşireti var. 1915te yok etme fermanı gelir. bizde kürtçe 'fermana me xatibi derlerdi. bizimkiler bu fermandan tayanlar olarak bildiğimiz arap müslüman bir aşiretin yardımıyla cudinin içinde, yükseklerdeki kaya kovuklarında, mağaralarda uzun yıllar saklanarak hayatta kalmışlar. cudi bir azizin adı. mesih onun adı hatrına bizi sakladı derler. hatta efsane olmuştur; o zamanki mağaralar aslında yokmuş
1915te kaçarlarken akrabalardan birinin yeni doğmuş ağlayan çocuğu susturulamaz. kayınvalide siz yürüyün, biraz bana ver kızım onu diyerek alır ve
ben telaffuz edemiyorum, siz tahmin edin. bebek anneannemin ablasının çocuğu
başka biri kız çocuğunu artık taşıyamamış ve gözünü bağlayarak bir ağacın altına koymuşlar. eline bir kuru ekmek parçası tutuşturmuşlar. gözlerini bağlamışlar ki bir zarar gördüğünde korkmasın. her anlattıklarında kurt mu yedi, kuş mu der ağlarlar. kim bilir? belki bir yerlerde birinizin anneannesidir
babam siyamentin soyadı vartanyan iken soyadı kanunuyla yağbasan olmuş. annem delal. ikisi de becerikli, yaptıkları her işi en iyi şekilde yapan, cesur, dürüst insanlardı. ekmeğini taştan çıkaran bu insanlar, kimsenin malına göz dikmediler, yalan solumadılar, her zaman hakkı, doğruyu, adaleti savundular. zulme karşılık bile. bize de kendilerinde olanı yaşayarak verdiler, öğrettiler. annem 35 yaşında hastalandı. ben sekiz yaşındaydım. rahmete kavuştu. o yıl içinde bir grup hayırseverin yolu bizim köye de düştü. o zamanki patriğimiz şnork srpazanın teşvikiyle anadoludaki köyleri gezip kılıç artıklarını buluyorlardı. anadoluda tek bir ermeni okulu kalmadığı için yaşı okula uygun çocukları alıp istanbula getirmekti amaçları. hrant güzelyan ve orhan yünkes, babamla birlikte 12 çocuğu istanbula getirdiler. ikinci gruptuk biz. dilimizi, dinimizi ögrenmemiz, eğitim almamız için yatılı okula yerleştirildik.
köydeyken çok geceler babalarımız nöbet tutardı. köpekler ulurdu. bir korku ruhu sanki gezinirdi. tabii ki çocuklara hissettirmemeye çalışırlardı ama tavırlardan, kadınların fısır fısır durmadan dua etmelerinden sezer, tedirginliği görürdünüz. farklı zamanlarda iki kere çobanlarımız öldürüldü. geride son kalanların istanbula göç etmesinden önceki hafta bir başka hristiyan köyü olan komşu hasana köyünden bir adamı öldürüp her bir parçasını bir tarafa atmışlardı. korku gittikçe arttı.
babama kiracı olan komşu dadar köyü ağası sahte tapu icad edip mahkemeye vermişti babamı. babam 40 yıl bu davaların, toprak keşiflerinin peşine düştü. çok kez yaralandı, yoruldu ama vazgeçmedi. babam 72 yaşında brükselde, sizin deyiminizle diaspora olarak toprak talebi sürerken rahmete kavuştu. dava hala devam ediyor.
sevgili eşimi, yatılı okulda tanıdım. yatılı okulun yazlığı tuzla ermeni çocuk kampında tanıştık ilk. birlikte beş taş oynadık, koştuk, ilahiler söyledik, yardımlaşmayı, teselli etmeyi, ağlayanla ağlamayı, gülenle gülmeyi, sevmeyi, saymayı öğrendik. doğruluğu, dürüstlüğü, paylaşmayı öğrendik. iyiyi kötüden ayırt etmeyi öğrendik. 1977nin 23 nisanında, çocuk bayramında biz çocuklar evlendik. size bir şey söyleyeyim: birbirimizi de sevmeyi de seviyorduk.
1978de kamp yöneticimiz güzelyanı vurdular. yaralı kurtuldu. 1979da ermeni militan yetiştiriyor diye hapse attılar. iki çocuklu biz, yazları kampta yönetici olarak sorumluluk aldık. hrant bir taraftan üniversitede öğrenci, bir taraftan da süren bir ekmek kavgası. 1986da üçüncü çocuğumuz doğdu. ve tuzla kampına el kondu. bugün yıkık dökük duruyor. keşke hayırlı bir amaç için kullansalardı. alıp eski sahibine geri verdiler. sonra kaç el değiştirmiş. hiçbir sahibine hayır getirmedi.
kışın istanbulda çocukların kaldıkları yerler ise o dönemde birer birer kapatıldı.
bugün bu bilgi çağında aslında hiç kimsenin bilmiyorum demeye hakkı yok. benim veya başkasının hayat hikayeleri... o dönem hayatta kalanların her birinin mucizeyle hayatta kaldıklarını görüyor insan.
şimdi soykırım demiyordu hrant deyip laf ebeliği yapıyor perinçek gibi zavallılar. ifade özgürlüğünün peşine düşmüşler devlet kadrosuyla. talat paşa ve dostları
öldürmenin ötesi de varmış. 19 ocak 2007den sonraki mahkemeleri de gördük. öldürmekle tatmin olmayan öfkeyi de, nefreti de mahkemelerde gördüm.
canım çutağım... o, sizi incitmeden, kendinizin sonuçları görme, anlama büyüklüğüne, onuruna erişmenizi istiyordu. çünkü çok iyiydi. sizi çok seviyordu. size yardım etmekti isteği ve amacı. irkçılığın insanlıktan nasibini almamış, körleşmiş, gözleri dönmüş çok hallerini gördük. mahkemenin ortasında resmen ölünün üzerinde tepiniyorlardı. hem tehditlerle yaşarken hem de cinayetten sonra. bu soykırım zihniyeti değil mi?
öyle, kimse kalmadı... gittiler işte, keşke gitmeselerdi. gittiler, bereket de gitti, aramız iyiydi, dış güçler nifak soktular demeyle olmuyor. samimiyetle, yaşanılan vahşeti, ölü soyuculuğunu, mahremiyetlerin hepsinin yerle bir edilmiş olma kötücüllüğünü, o kul hakkı dediğiniz bütün hakların çiğnendiğini, malın mülkün haysiyetin yok edildiğini, hiçbir hakkın korunmadığını ikrar etmek gerekli.
bildiklerim, duyduklarım, yaşadıklarım belki cüzi. belki bir bütünün azıcığı. ama bütünün ne kadar büyük olduğunu hangi akıl, hangi yürek kavrayabilir?
şimdi seyrediyorum. inkar libası ne kadar komik duruma düşürüyor, gülünçleştiriyor insanlığı. benimkisi acı bir gülümseme. acılaşmış, gözyaşı dolu bir gülümseme. biraz da öfkeyle beklenti dolu bir gülümseme.
1915teki dünyayı seyrediyorum. bütün insanlığa, politikalarına acı acı ağlıyorum. 2015 insanlığını seyrediyorum, ruhum inliyor içimde. canım çekiliyor. ülkemi seyrediyorum. utanıyorum. ağlıyorum. boğazım düğümleniyor. yutkunmakta zorlanıyorum. sesimi koyveriyorum. bağrımdan dökülüyor gözyaşlarım.tanrıyla konuşuyorum, dertleşiyorum. biriciğinin adında hisusta yalvarıyorum. insanlığa merhamet etsin diye. yürekleri tövbeye yönlendirsin diye. o zaman tanrı yere iner, insan da içtenlikli ikrarla devam eder. yürekler birleşir, yaralar merhem bulur, şifa ve sevinç gelir. eski kokuşmuş zihniyet de kirli, paçavra bir elbise gibi sıyrılıp atılır. insan billurlaşır, kurtulur, hafifler, özgürleşir tarihin kementlerinden.
ben bugün, önce balıklıda çutağımın mezarında, sonra şişlide sevagın mezarında, sonra da 1915 soykırımında ölenlerimizi anmak için taksim meydanında sessizce bu ülkenin özgürleşmesini bekleyeceğim.
uzun bir yazı ama lütfen okuyun. bu acı olayı bir ermeni vatandaşımızın kendi yazısından okumanızı istiyorum. yazdıklarının hepsine katılıyorum. vicdanı körelmemiş her insanın şu yazıdan bir şeyler alacağını umut ediyorum.
rober koptaş yazdi
istanbul - bia haber merkezi
24 nisan 2015, cuma 11:55
bir ermeni olarak ne istiyorum?
türkiyenin bu tarihi hakkıyla hatırlayabilmesi, onunla yüzleşebilmesi, bugün ve yarın nasıl bir hayat yaşayacağımızı belirlemek açısından hayati önem taşıyor. işte bu yüzden, 1915, salt geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin meselesi.
ermeniyim. öyle gururla filan değil. hasbelkader ermeni
kainatın vâkıf olmadığım birtakım sırları sonucu hagopcandan ve maritsadan doğmuşum. hasan ve melikeden de doğabilirdim ya da hans ve martadan ya da haim ile maiadan
o zaman hikâyem herhalde biraz farklı olurdu ama öyle olmadı. beni hagopcan ve maritsa dünyaya getirdi. türkiyede, istanbulda
ermeniyim. öyle gururla filan değil. hasbelkader.
ermeniyim. yani kimine göre ne istesem çok, ne istesem ne haddime!, ne istesem hadi oradan!, ne istesem ben kim oluyorum ki!
bunları biliyorum, yaşadım, gördüm. ama işte, insan evladı çiğ süt emmiş, istedi mi istiyor. ben de o hesap
bir şeyler istiyorum. hayal ediyorum. hayal etmek istiyorum.
bu, kişisel bir yazı. 24 nisan 2015in, yani yüz yıl önceki o gide, bir daha gelmeye denilen kara günlerin yüzyıldönümünün bir gün öncesinde, ondan, bundan, şundan, kendimden, ne istediğimi yazmak istedim. aslında sadece yükten ermeni olmanın yükünden biraz sıyrılabilmek, biraz ferahlayabilmek, önümdeki geleceğe biraz daha hafifleyerek bakabilmek için.
bu, kişisel bir yazı. ne kimseyi temsil etmek, ne de yazarı dışındaki ermenilerin düşüncelerini, duygularını yansıtmak gibi bir iddiası var. istanbulda, kurtuluşta, kökleri anadoluda olan bir ermeni ailede doğup büyümüş bir fani olarak yaşadıklarımdan, içinde bulunduğum ortamlardan, yaptığım işlerin penceresinden, kendi hayat tecrübemden süzülmüş bir fikir özeti bu.
yazının hareket noktasını başlığı belirtiyor. bir ermeni olarak, olduğum kişi olarak, 1915te yaşanan felaket bağlamında gelecekten ne bekliyorum? bu meselenin taraflarından ne istiyorum?
bu soruların yanıtlarını, olabildiğince net ve sade bir şekilde vermeye çalışacağım. biraz uzun olacak, kusuruma bakmayın.
başlarken, 1915te ve takip eden birkaç yılda bu topraklarda yaşayan ermenilerin başına gelenin, uğranan insan kaybının ve bununla bağlantılı her türlü kaybın, geri döndürülemez bir şekilde yitip gittiğini düşündüğümü söylemek isterim.
ölenler öldü, çile çekenler çilelerini çektiler, sahip oldukları her şeyden mahrum kaldılar. hayatları, yurtları, evleri, meslekleri, şarkıları, okulları, kiliseleri, sesleri, emekleri, yemekleri, tarihleri, bellekleri, aklımıza gelebilecek her şeyleri ellerinden alındı. yok oldular, kayboldular, yeryüzünden silindiler.
bu yok oluş, bu kayıp, yarın her ne yaşanırsa yaşansın, ister olan biten tüm boyutlarıyla kabul edilsin, ister dilenebilecek en sahici özür dilensin, ister milyarlarca liralık tazminat ödensin, ister en güzel barış günleri gelsin, ister yaşamaya devam eden her ermeninin önüne kırmızı halılar serilsin, ortadan kaldırılamaz, geri döndürülemez.
şunu demek istiyorum: bu yazıda şöyle olmasını istiyorum diye dile getireceğim her şey yerine gelse bile, geçmişe dair hiçbir şeyi telafi etmesi mümkün değil. 1915te yaşanan, bu topraklarda yeri doldurulması asla mümkün olmayan kayıplara neden oldu. siz, biz, onlar, bugün ve yarın ne yaparsak yapalım bu gerçek değişmeyecek. nokta.
bu nokta, herhalde yeryüzüne dağılmış her ermeninin benliğinde taşıdığı, bizleri biraz hüzünlendiren, ama çokça çıldırtan, anlatılması ve tanımlanması herhalde imkânsız bir genetik bilgi. ben de daha fazla anlatmaya çalışmayacağım. sadece, ermeniler söz konusu olduğunda, bu türden anlatılamayan ve elle tutulamayacak bir deliliğin, gücünü derin bir hüzünden alan bir deliliğin bir yerlerde olduğunu hatırda tutmak gerekir diye yazıyorum. (ve bu hali, bu halleri, elbette ki 1915te yaşananlar, ama ondan da çok, o gün yaşananların 100 yıldır inkâr edilmesi yarattı diye tahmin ediyorum. ama bu delilik meselesi bambaşka bir tartışma, burada girmeyeceğim.)
geçmişe dair bir telafi mümkün değil, evet, ama sonuçta hayat, 1915te hayatta kalabilenler için nasıl devam ettiyse, bugün de bir şekilde devam ediyor ve özellikle türkiyenin bu tarihi hakkıyla hatırlayabilmesi, onunla yüzleşebilmesi, bugün ve yarın nasıl bir hayat yaşayacağımızı belirlemek açısından hayati önem taşıyor. işte bu yüzden, 1915, salt geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin meselesi.
bu bilinçle, türkiyeden, her şeyden çok, bu tarihi, insani kaybı, acıları kabul eden; bunları çarpıtmayan, meşrulaştırmayan, bahane bulmayan, mağdurun kendisini suçlamayan, pazarlık yapmayan bir yeni duruş istiyorum. bugüne kadar yapılanın tam tersini yani
samimi bir yüzleşme, gerçeklere uygun bir tarih yazımı ve bunların sonucu olacak bir tür hüzün, bir tür mahcubiyet; suçluluk değil ama bir tür sorumluluk hissi ve bu türden duyguların devamı olan bazı somut adımlar.
kısaca, şuna benzer bir cümle dizisini duymak istiyorum (bunu çok istiyorum): 1915te bu topraklarda ermeniler (ve süryaniler), vatandaşı oldukları devlet, onu yönetenler ve komşuları olan insanlar tarafından öldürüldü. stop. tek suçları etnik ve dini kimlikleriydi. stop. bu büyük bir insanlık suçuydu. stop. bu suçu mahkûm ediyoruz. stop. tekrarlanmaması ve gelecekte bir arada barış içinde yaşayabilmek için üzerimize düşenleri yapma sözü veriyoruz. stop. bundan böyle, cinayetlerin faillerini değil, kurbanları ve onları kurtarmaya çalışan atalarımızın anısını yücelteceğiz. full stop.
bu kadar. işte ben, şu cümleleri hiçbir 'amaya yer bırakmadan sarf edebilecek bir aklı, vicdanı ve siyasi duruşu hayal ediyorum. (ve garip bir şekilde, 37 yıldır yaşadığım hayat tam tersini gösteriyor olsa da, bir gün bu cümlelerin işaret ettiği değerlerin hâkim olacağı bir türkiyeye ulaşacağımıza inanıyorum.)
biliyorum, yazıyı okuyan bazılarının aklına hemen, son iki yılın nisan ayında erdoğan ve davutoğlunun yayımladığı taziye mesajları gelecek, ama zaten türkiye artık ölenlerin anısına taziye diliyor ve üzüntü beyan ediyor? daha ne istiyorsun? sorusu sorulacak. bu sorunun sorulmasını anlayabiliyorum ama kast ettiğim tam olarak bu değil.
evet, son iki yıldaki açıklamalar, türkiyenin, ittihatçılardan bugüne kadar gelen hiçbir şey olmadı. olduysa da ermeniler yaptı. savaş tedbiriydi. mukateleydi. kimse öldürülmedi. ölenler hastalıktan öldü cümleleriyle özetlenebilecek resmi pozisyonunda önemli bir değişikliği ifade ediyor. ediyor, çünkü resmi ağızda ilk kez ermenilerin kayıpları ve acıları hakkında saygılı bir dil geliştiriliyor. bu saygılı dil, yine geçmişten beri hayal ettiğim bir gelişmeydi ve bunun önemsiz olduğunu iddia edemem.
ancak, eksik olan bir şeyler var. aslına bakarsanız, bir şey değil, çok şey var eksik olan. koskoca şeyler var.
anlatayım
evet, söz konusu taziye mesajları bugüne kadarki söylemde temel ve önemli bir değişiklik yapıyor, ölenler hakkında saygılı bir dil kullanıyor. ancak, bazı şeyleri de hiç değiştirmiyor. mesela hâlâ, ermenilerin başına geleni i. dünya savaşının diğer kayıpları arasına sıkıştırıyor. bu kayıplara, hâkim bir devletin kendi vatandaşlarına karşı işlediği suç olarak yaklaşmıyor. ermenilerden, onlar adeta bir doğal felaket sırasında ölmüşler gibi söz ediyor. böyle yaptığı için de gerçeği muğlaklaştırıyor. muğlaklaştırdığı ölçüde de, geçmişte resmi tarih yazıcıları tarafından üst üste dizilmiş yalanlardan ayrışmıyor.
mesela, bu açıklamalarda, ermenilerin başına gelen şeyin ne olduğu açık seçik tasvir edilmiyor, şu ya da bu şekilde tanımlanmıyor. ne oldu? sorusu yine muğlak ifadelerle geçiştiriliyor.
mesela, faillerin kim olduğu belirtilmiyor. kim yaptı sorusunun yanıtına hiç değinilmiyor. mesela, yapılanlar ve yapanlar mahkûm edilmiyor, lanetlenmiyor.
mesela, taziyenin doğal sonucu olması gereken bazı adımlar konusunda hiçbir taahhüde girilmiyor.
bu gibi hususları çoğaltabilirim ama demek istediğim şu: 2014 ve 2015 taziyeleri, bana, geçmişe dair gerçek bir yüzleşmeden çok, ne yapalım da şu lanet meseleden en hafif zararla çıkalım? mantığından doğmuş gibi görünüyor.
oysa, gerçek bir taziye, üstten bir dile hiç yeltenmeden, ölenlerden dolayı üzüntü beyan etmenin yanı sıra, bu taziyeye yol açan tarihsel aktörlerin kınanmasını ve onların eylemlerinden dolayı mağdur olan insanların anısına gelecekte yapılması planlananları da içerirdi.
ve elbette ki, bu, çok derin, çok çetrefil, çok boyutlu bir mesele olduğu için de, geliştirilecek yeni yaklaşım, yılda bir kez yayımlanacak taziye beyanlarına sığmayacak kadar geniş, uzun vadeli, titiz, ölçülü bir programın ürünü olabilirdi. bugün ortada bu türden bir program olmadığını ise hepimiz yaşıyor ve görüyor olmalıyız. sadece şu son on günde, 1915le ilgili olarak türkiyeyi yüzleşmeye davet ettiği için batı kamuoyuna gösterilen tepkideki şiddete bakarsanız, ortada böyle iyi niyetli ve bütüncül bir yaklaşım olmadığını, aslında yeni denebilecek pek bir şey de olmadığını görürsünüz.
peki, olsaydı, böyle bir programın içinde neler olurdu?
misal, en basitinden, ders kitaplarındaki her türden ırkçı ve milliyetçi ifadenin kaldırılması olurdu herhalde. misal, orada, bundan böyle her zeminde ermenilerle ilgili doğru bir tarihsel anlatıya yer verileceği beyan edilirdi herhalde. misal, ittihatçı liderlerin adlarının resmi bina, yapı ve yer adlarından kaldırılacağı gibi birtakım somut adımlardan bahsedilirdi herhalde. bunlar gibi şeyler işte
aklınıza ne gelirse buraya koyabilirsiniz.
bunun yanı sıra, ermenilerin bugüne kadar yok edilen ve yok sayılan kültürel varlıklarının görünür kılınması ve yaşatılması için bir irade beyan edilirdi herhalde. ibadethanelerin yeniden ihyası, her birinin kuruluş amaçlarına uygun kullanımı için gerekenin yapılacağı taahhüt edilirdi herhalde. gasp edilen tüm mallarla ilgili bir iade ve tazmin mekanizmasının oluşturulacağı duyurulurdu herhalde
burada anlatmaya çalıştığım, 1915e ve ermenilere dair, savunmacı olmayan, gerçekçi, her türlü milliyetçi kompleksten arınmış, kökten bir bakış açısı değişikliği gerekliliği
işte ancak bunun sonucunda, ermenistana ve tüm dünyadan ermenilere, biz bu acıyla gerçekten yüzleşmek istiyoruz ve bunun için yapılması gerekenleri görüşmek üzere ermenilerle bir masa etrafında dostane bir şekilde yan yana gelmeye hazırız denilebilir. yani, denilecekse, eğer denilmek gerçekten isteniyorsa, bu şekilde denilmeli. yani, biz zaten size neler neler lütfettik, siz hâlâ anlamıyorsunuz namertler! tavrıyla yüzleşme de, barış da olmaz, demek istiyorum.
ancak bu tür adımlar atıldığında ermeniler ve tüm dünya türkiyenin bu konudaki ciddiyetine inanabilir. (bakın, bilhassa samimiyet demiyorum, ciddiyet diyorum.)
ancak bu tür adımlar atıldığında ermeniler ve türkler, daha doğrusu ermenilerin ve türklerin temsilcileri, iyimser bir ruhla bir araya gelip, nasıl bir ortak gelecek inşa edeceklerine karar verebilirler.
şunu da söyleyeyim: ermeniler demek ermenistan demek değildir. ermenistan elbette ki ermeni gerçekliğinde büyük bir role ve öneme sahiptir. ancak, hele hele 1915le ilgili, barışla, uzlaşmayla ilgili tartışmalarda, onyıllardır tu kaka edilen diaspora en az ermenistan kadar taraftır, söz sahibidir. bugün diasporada, dünyanın dört bir tarafında, ermenistanda yaşayan ermenilerin üç katı kadar ermeni yaşıyor ve diasporayı dışlayarak, onları şeytanlaştırarak türk-ermeni barışı inşa edilemez.
burada açılan diaspora kanalından devam edip ermenilerden ne istediğime geleceğim, ama bir parantez açıp, üçüncü taraflardan, özellikle de batıdan ne istediğimi anlatayım.
batının türkiyeyi 1915 konusunda yüzleşmeye çağıran açıklamalarını şüphesiz ki önemsiyorum. ancak bu çağrıların çoğu zaman riyakâr ve hesapçı olduğunu, dürüstlükten uzak olduğunu düşünüyorum. büyük batı devletlerinin pek çoğunun, i. dünya savaşında akan kana dair büyük bir vebali var. bugün de dünyanın dört bir yanında oluk oluk akan kanın müsebbibi olan emperyalizm olgusu bir yalandan ibaret değil ve dönemin büyük devletlerinin her biri, fransasından britanyasına, rus çarlığından osmanlılara, almanyadan avusturya-macaristana tüm güçler, bu emperyal mücadelenin bir parçasıydı. bugün türklere geçmişle yüzleşme çağrısı yapanlar, bu çağrıyı, kendi benzer suçları ve suç ortaklıkları için yapmadıkları sürece, türkiye ve türkler tarafında yaratmayı arzuladıkları olumlu etkiyi yaratamazlar. oysa, türklerle ermeniler arasında barış çağrısı yapan herhangi bir aktörün sorumluluğu, elbette ki ermenilerde, ama şüphesiz ki türklerde de olumlu bir değişime yol açabilecek hakiki bir tutum içinde olmaktır. bu tutumun yolu da, en başta, türklere sorumluluk çağrısı yaparken, kendi sorumluluğunu halının altına süpürmemekten geçer.
almanya genelkurmayı ittihatçıların silah arkadaşıydı. genç alman subaylarının çoğu holokost öncesinde stajlarını 1915te, anadoluda yapmıştı. almanlar, tehcir ve katliamların düzenlenmesinde önemli bir rol oynamış, bu suçun ortağı olmuşlardı. fransa, ingiltere, rusya, tıpkı savaşa tutuştukları karşıt cephedeki almanlar ve osmanlılar gibi, kendilerinin olmayan topraklar üzerinde hak iddia etmiş, buralara dair paylaşım planları yapmış ve bunun için de milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuşlardı. ermeniler anadoluda öldürülürken, şüphesiz ki bir avuç vicdanlı alman, amerikalı, danimarkalı, norveçli ve başka halklardan insanlar bu büyük cinayetin önlenmesi için çalışmıştı; peki ya onların devletleri ve diğer batı ülkeleri ne yapmıştı? ii. dünya savaşı sonrasında, bölgeyi bir ateş topuna çevirmek pahasına israilin kurulmasını sağlayan batı, daha otuz yıl önce ermenilere neden sırt çevirmişti? peki ya o devletlerin askerlerinin, savaştan sonra antepte, urfada, maraşta, istanbulda ne işi vardı? o zaman da mı bir yerlere demokrasi götürülüyordu?
bu soruların yanıtlarına ve bu yanıtların ruhuna, bu ruhun gerektirdiği sorumluluğa sahip olmayan yüzleşmeye çağrı bildirileri, parlamento kararları, yüksek perdeden tiratlar, dürüst, hakiki, samimi olabilir mi? batı, bu suçların yükünden, sadece tanıma kararları ve türkiyeye yaptığı çağrılarla kurtulabilir mi?
benim gördüğüm o ki, islam ve göçmen karşıtlığının ve başka bazı siyasi ihtirasların ortasında ermenilerin acısı, pek çok batılı devlet için, türkiyeye karşı kullanabilecekleri bir koz olarak değer taşıyor çoğu zaman. iyi niyetli, dürüst ve sorumluluk sahibi insanlar, aktivistler, siyasetçiler şüphesiz ki var; ancak batının ermeni meselesindeki bugüne kadarki genel tavrının, yüce birtakım değerler ve hakikate ulaşma arzusundan değil, o kerameti kendinden menkul ulusal çıkar arayışından kaynaklandığına inanıyorum. inanıyor değil, yaşıyor ve bunun böyle olduğunu görüyorum. eğer türkiyeden gelecek bir askeri ihaleden dışarıda bırakılmak tehdidi karşılığında fransa, mersinde bir rus askeri üssü açılabileceği salvosu karşısında abd ermenilerle ilgili adalet çağrılarından geri adım atıyorlarsa, hangi dürüstlükten, hangi hakikatten bahsedilebilir?
dünyaya dağılmış olan ve bugün kültürlerini, dillerini, benliklerini ve siyasi davalarını yaşatmaya çalışan ermenilerden de isteklerim var şüphesiz. bunların en tepesinde ise, çok iyi bildikleri, beşiğinde kavruldukları acılarının, aile tarihlerinin, nine ve dedelerinin hatıralarının üzerine titrerken, geleceği inşa edecek bir perspektifi gözden kaçırmamaları geliyor. başkaları başka türlü düşünüyor olabilir, ama ben bunun yolunun, her türlü milliyetçi tuzaktan uzak durmaktan geçtiğine inanıyorum. türk devletiyle türkleri birbirinden ayırabilmek bu açıdan hayati. 1915te olandan ve sonrasındaki inkârdan insanların ve halkların değil, devletlerin ve onların temsilcilerinin sorumlu olduğu görebilmek gerek. türkleri, her bir türkü, türk devletinin suçlarının, yalanlarla örülen tarihinin mağduru olarak tahayyül etmek gerek. belki hıristiyanca bir yaklaşımı hiç akıldan çıkmamak, bilmiyorlardı. bilseler hiç öyle (ve bugün de böyle) yaparlar mıydı? diye düşünmek gerek. anlatabilmenin yollarını, barışçı ve yaratıcı yollarını aramak gerek.
geçmişte yaşanana ve bugün dayatılana duyulan öfke orada, her ermeninin yüreğinde. ama bu öfkenin bizi çürütmesine, bizi kötücülleştirmesine, bizi, kültürümüze yuva olan topraklara ve yüzyıllarca birlikte yaşadığımız insanlara düşmanlaştırmasına izin vermemek önemli. acımız kabul görecek, tanınacak diye, birtakım çıkarcı siyasilerin hesaplarıyla aynı dalga boyunda buluşmamak önemli. her birimizin ailesinde muhakkak var olan kurbanların hatırasına saygının gereği olarak, acıyı ve belleği olumsuz değerlerle yan yana getirmemek değerli.
pek çok ermeni için kabul etmesi çok zor, biliyorum, ama ben, türkler için iyi olanın, ermeniler için de iyi olduğuna inanıyorum. türkiyede daha fazla demokrasi türkler için iyidir, ermeniler için de iyidir. ancak demokratik bir türkiyeyle 1915 üzerine konuşabilirsiniz. ancak halkların bir arada barış içinde yaşadığı bir türkiyede ermeniler için bir gelecek ihtimali vardır. ancak müreffeh bir türkiye ermenilerle barış yapmayı düşünebilir. dolayısıyla, türkiyenin kötülüğünü değil iyiliğini istemek ermeniler için hayırlıdır. bu, türklere ve türkiyeye teslim olmak, geçmişi unutmak değildir. türkiyede var olan demokrasi mücadelesini yakından takip etmek, onun açtığı kanallarda ilerleyerek hem türklere hem ermenilere yarayacak bir dönüşümün güç kazanmasını sağlamaya çalışmak, hem geçmişe saygılı, hem de geleceği inşa eden bir tavırdır. bu da, misal, türkiyeyi abnin dışında tutmaya çalışmakla olmaz; türkiyeyi boykot etmekle olmaz; türklerin hiçbir şekilde değişmeyeceği gibi ırkçı bir inanca bağlanmakla olmaz.
ermeniler türkiyeden son yüz yılda neredeyse sadece zulüm, baskı, şiddet gördüler. saygısızlık, iftira, hakaret gördüler. bu tutumun ermenilerde yarattığı öfkeyi anlamamak, insanı anlamamaktır. ancak, öfkenin benliği ele geçirmesine izin vermek ya da vermemek, eninde sonunda bir tercihtir. öfkeyi mücadele azmine dönüştürmek, bu mücadele azmini olumlu değerlerle taşımak, gelecek hayalini, eninde sonunda kendi ulusal çıkarını düşünecek olan birtakım devletlerin birtakım hesaplarına bağlamamak ve kendi göbek bağını kesmek, hem ermenilerin hem de türklerin birlikte onur kazanacağı bir gelecek için uğraşmaktan söz ediyorum. cezalandırmak değil, birlikte yüzleşmek, birlikte arınmak, yola birlikte devam edebilmekten
benim ermenilerden beklentim ve isteğim kabaca bu. mevcut resme baktığımızda bu manzaradan uzak olduğumuzu ise biliyor ve görüyorum. ancak ermenistan ve diasporada insanların bu türden bir zihinsel dönüşüme doğru en çok da hrant dink sayesinde günden güne ilerlediklerini de görüyorum ve bu konuda umutluyum.
bizler, biz ermeniler, tarihin gördüğü en büyük cürümlerden birinin muhatabı olduk. bu cürmün kabul edilmediğini, ret ve inkâr edildiğini, suçlularının yüceltildiğini gördük. ölülerimizi hakkıyla gömemedik. gömemediklerimizin yasını tutamadık. tutulamayan yas benliğimize büyük bir yük yükledi. görüp geçirdiklerini anlatmaya çalışmanın lanetiyle lanetlendik. öldüğümüzü, acı çektiğimizi ispatlama gaddarlığıyla yaşamak zorunda bırakıldık. bu, bir halka layık görülebilecek en ağır varoluş şekliydi. çıldırmışlığımız, deliliğimiz bundan.
ama yaşadık, devam ettik, var olduk. acımızla ve bize layık görülen lanetle, bize özgü deliliğimizle yol yürüdük. kaybetmiştik ama bir şeyleri de başardık. ermeniceyi öyle veya böyle koruduk. alfabemizi, şarkılarımızı, okullarımızı, kiliselerimizi, edebiyatımızı koruduk. ermeni olmaktan vazgeçmedik. olabildiğimiz kadar dünyalı da olduk. büyük bir mücadele azmi gösterdik. kafkasyada, taşlardan ibaret bir coğrafyada küçük de olsa bir yurt yarattık. türkiyede her türden baskıya karşı ermeni kaldık; ermeni olmayanlara hepimiz ermeniyiz dedirttik. diasporada dilini hiç bilmediğimiz ülkelerde yeni hayatlar kurduk; yok olmadık; ürettik, yaşadığımız ülkelerin kültürüne katkıda bulunduk. yaşadık.
yani, plan başarısız oldu.
yani enver, talat ve cemal; yani onların adamları yanıldı.
bir halkı ortadan kaldırabileceklerini ve bunun yanlarına kâr kalacağını sananlar yanıldı. katledilenler yitip gittiler ama onların anısını yaşatmak isteyenlerin mücadelesi son bulmadı. ermeniler, bundan birkaç yıl önce edebiyat âşığı halepli bir ihtiyar ermeninin kulağıma fısıldadığı gibi, türk devletinin boğazında bir kılçık olarak kaldılar. üstelik, adalet arayışlarında onlara türkler, kürtler ve başka halklardan insanlar da katıldı.
onlar başaramadı. bizler ve bizim gibiler başardı.
ihtiyar dostum, boğazlarında kılçık olduk, koskoca ülke onların oldu ama huzur bulamıyorlar demişti. haklıydı. ama ben artık boğazdaki kılçık olmak istemiyorum.
tüm dünyadan, türklerden, ermenilerden, kürtlerden, herkesten isteğim işte budur: beni boğazımdaki kılçıktan, birilerinin boğazındaki kılçık olmaktan kurtarın.
*
yazı aslında burada bitti, ama şunu da söylemem gerek. fark edenler olmuştur, şu kadar sayfa boyunca soykırım kelimesini kullanmadım. yaşananların bir soykırım olmadığını düşündüğümden değil. aksine, eğer soykırım diye bir tanım varsa, ermenilerin başına gelenler, o tanımın birebir örneğidir. bunda tartışmaya açık bir taraf yok. ancak benim için mesele, olan bitenin soykırım olarak tanımlanıp tanımlanmayacağı değil. olanın ne olduğunu, adımın rober olduğunu bildiğim kadar iyi biliyorum ve şu yukarıda anlatmaya çalıştıklarım bir gerçekleşsin, soykırım kelimesini sonsuza dek unutmaya hazırım.
evimizde bu meseleler hiç konuşulmazdı. ama 7-8 yaşlarında bir çocukken, sivasta doğmuş, ermenice bilmeyen babamdan tek bir kelime duydum. çart dedi. sonradan öğrendim, kesim demekmiş. bir insanın boğazına hançeri dayayıp kesmek anlamında. daha geniş bir anlamda da kırım demekmiş. soykırım kavramını reddedenlere sormak isterim, çart sizce daha mı hafif soykırımdan? (rk/hk)
* fotoğraf: paris arşivinden ermeni yetimlerinden bir grup.
** rober koptaş lusavoriçyan okulu ve ardından marmara üniversitesi çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri bölümünü mezunu. aras yayıncılık'ta editör olarak çalıştı. ardından agos gazetesi'ne geçti. agos'un yayın yönetmenliğine yaklaşık 5 yıl sürdürdü; ocak 2015'te görevinden ayrıldı. bu yazıyı kişisel blogunda yayınladı.