azadbear

Durum: 783 - 0 - 0 - 0 - 31.10.2015 16:14

Puan: 15670 - Sözlük Kaşarı

13 yıl önce kayıt oldu. 2.Nesil Yazar.

yoksa?
  • /
  • 40

nefes darlığı bize yadigar kaldı

nilay vardar

istanbul - bia haber merkezi
24 nisan 2015, cuma 00:00


prof. dr. arşaluys kayır, türkiye'de cinsel sorunlar denince özellikle de “vajinismus tedavisi”nde akla ilk gelen isim.

istanbul üniversitesi tıp fakültesi emekli öğretim üyesi kayır, psikoterapist, psikodramatist, çift ve grup terapisti ve cinsel psikoterapi uzmanı.

hastaları 70 yaşındaki kayır'a yıllarca en mahrem "sır"larını anlattı. o da bir yandan hastalarını tedavi ederken bir yandan da topluma cinselliğin, cinsel sorunların bir tabu olmadığını, kadınların da yatakta haykırma hakkı olduğunu anlattı.

bu kez prof. dr. arşaluys'un kapısını türkiye'nin en büyük tabularından biri olan cinsellik meselesi için değil, başka bir tabu olan ermeni meselesinde kendi hikayesini öğrenmek için çaldık.

nerelisiniz?

annem harputlu, babam kığılı. ben ailenin sekizinci ve son çocuğuyum. altı yaşına kadar sadece iki ermeni ailenin kalmış olduğu kığı’da yaşadım. sonradan iki kere daha gittim, beş yılımın geçtiği sevmekten hiç vazgeçmediğim, hiç hatrımdan çıkmayan topraklara. göçün etkileri hafif şeyler değildir. 1915'te annemin de babamın da kimsesi kalmamış.

anneannem annemin gözü önünde yolda ölmüş, kız kardeşi elinden kopmuş ve kaybolmuş. harput’daki amerikan yetimhanesinde bulmuş kendini yedi yaşlarında. babamı müslüman bir aile korumasına almış fakat kaçmış, o da kendini harput yetimhanesinde bulmuş. iki kurtulandan bizler doğduk. temelimiz kayıplar üzerine oturdu.

altı yaşından beri istanbul’da yaşıyorum. üsküdar bağlarbaşı’nda 1952 yılında ne çok ermeni ve rum vardı. okullar, kiliseler dolar taşar. vaftiz, düğün, noel, paskalya, isim günleri, evlerden gelen piyano sesleri, kiliselerde şan ve koro sesleri ile beslenirdik. başka sesler yükseldi, o sesler kısıldı, azaldıkça azaldı. 6-7 eylül'de ermeni ve rum okul ve kiliselerin olduğu yerden yükselen alevler, "okulum yanıyor" diye ağlayışım.

semerciyan cemaran ilkokulunda okudum. ailem ermenice konuştuğu halde ben ilkokula kadar ana dilimi konuşmamışım. okulda ermenice konuşamadığımda, ermeni olduğumu anladım.yüzüme şamar yemiş gibi oldum. hangi bilinçdışı korku beni ermenice’ye karşı susturmuş anadolu’da.

türkçe’yi hatta ingilizce’yi ermenice’den daha iyi konuşuyorum. üsküdar amerikan kız lisesi’nde okudum. adım başı ermeni’ye rastlasam yavaşlamazdım. ismimin has ermenice olması beni memnun ediyor giderek. “isminizin anlamı ne?", "ne ilginç bir isim?” dendiğinde “ilginç değil ermenice ve şafak demek “ diyorum. tek tük kalma hissi acıtıcı.

aileniz anlatır mıydı geçmişi?

aile dediğiniz ortada kalmış annem ve babam. suskunluk hakimdi. suskundular. biz de sormazdık. nasıl büyümüştük öyle sormadan bilemiyorum. sadece annem "yeter ki gel bana senede bir gün" şarkısında ağlardı, onun duası gibi bir şeydi. o şarkıda kaybolan kardeşini arardı. yıllarca annem kızkardeşinin yasını tuttu ve onu göremedi. bize de "seferberlik zamanında annem öldü, kız kardeşim kayboldu” diye anlatırdı. yıllar sonra annem kızkardeşinin erivan'da olduğunu öğrendi. ama o zamanlar sovyetler'e gitmek kolay değildi. tam pasaportu çıktı, kardeşinin öldüğü haberi geldi.

babam zaten hiç konuşmadı. psikoloji eğitimi gördüm, merak et de sor değil mi? muhtemelen sessiz bir anlaşma vardı, "o konuda konuşmak yasak". işte şimdi kardeşlerimle bilgilerimizi birleştirmeye çalışıyoruz. o kadar az ve bölük pörçük ki. mesela dedem ve amcam 1915 öncesi amerika'ya gitmiş, ama dedeme ne oldu? kayıp bilgiler.



susmak nasıl bir dürtü?

suskunluk, öfkeyi, üzüntüyü, çaresizliği bastırmanın bir ifadesi. travma yaşayanlarda görürüz. işte annem "senede bir gün şarkısında" ağlıyor o kadar. susuyor, kendini koruma iç güdüsü. sustuğunda aynı zamanda unutuyorsun, soy sop da bir şey öğrenmiyor. siz bana sorunca kendimi sağır ve dilsiz gibi hissediyorum. ben bunları niye bilmemişim, oysa meraklı bir insanım. bu merak orada neden devre dışı kalmış?

mesela çocukken birisi dede, nine, teyze, dayı deyince ben niye diyemiyorum diye bir eksiklik hissederdim, özenirdim. yoktu çünkü. yıllar önce bir grup terapi çalışması sırasında travma uzmanı olan grup lideri "travma dendiğinde aklınıza ne geliyor?" demesi ile ben uykudan uyanırcasına çok derinden "göç" demiştim. keder… geçti deyince geçmiyor.

fethiye çetin'in "anneanem" kitabı çıkınca, ermeni olmayan arkadaşlarım ağlaya ağlaya beni aradılar. "okumuşsundur sen kitabı" diye. ben "okumadım, okumayacağım" dedim. kendimi cesur hissetmiyorum. acım depreşecek. oysa ben bir yol tutturmuşum gidiyorum, yoluma çelme takılsın istemiyorum. kendimi koruyorum. işte suskunluk. çünkü okuyunca altında mı kalacaksın, üstüne mi çıkacaksın, bilmiyorsun. şimdi daha cesurca okuyorum ve dayanıklılığım arttı. ama biliyorum ki yatmadan önce okumamalıyım. o yüzden travmalarda psikoterapiler gelişti.

nasıl?

suskunluğu bozmak önem kazandı. psikolojik travma nedenleri az çok bilinirdi, fakat tedavileri çağımızda daha çok önem kazandı ve gelişti. şimdi bütün dünya bunu konuşuyor. travma unutturan bir şey. unutursun, hatırlamazsın. ama artık dünya suskunluğunu bozmaya, konuşmaya, yüzleşmeye başladı. bireysel acıların yanısıra toplumsal acılar var. “sır eve düşen bir bombadır” der psikanalist ve psikodramatist anne schützenberger. kuşaklararası soy sendromu üzerine çalışmış ve kitapları var. ben de onun eğitiminden geçtim. mesela annem anneannemin öldürülüşünü anlatırken “annem nefes alırken üzerine toprak atıldı” derdi. işte "nefes darlığı" kuşaktan kuşağa bize yadigar kaldı. annem de çekti ben de nefes darlığı çekiyorum.

psikoterapide kişi şikayetini söyler, biz hikayesinin içine gireriz. suskunluğu çözülür ama birdenbire anlat demeyiz. yavaş yavaş anlatır, anlattıkça kendi sesini duyar. size anlatmaya başladığında duygular konuşur artık, akıl değil. bütün mesele bu. akıl çok konuştuğu zaman bir işe yaramıyor; çünkü akıl iyileştirmiyor. duygu kanalından gidildiğinde zihinsel değişiklik de olur. biz şimdi sizinle konuşurken size sadece anlatmıyorum, alıp vermeler oluyor. o kanalda "karşılıklılık" olması dönüşümü de sağlıyor.

yüzleşme bir terapi şekli, kaçınılan şeye maruz bırakma yöntemi. köpekten korkuyorsanız, doğrudan köpekle temas ettirilir. ama bu yöntemin işe yaramadığı anlaşıldı. başka yöntemler geliştirildi. işte köpek resmi çizdirilir, köpek filmi izletilir. yüzleşirken önce bireyin yanında güvendiği birinin olması istenir. alıştırmalar verilir, aşamalar vardır. yüzleştirme (konfrontasyon) yöntemi beceri ile kullanıldığında işe yarar sert kullanıldığında gerçeği görsün derken içine suçlama girer.

yüzleşme oluyor mu türkiye'de?

aslında geçmişindeki suskunluğu dile getirirken bile suskunluğunu bozmuş oluyorsun ve bu bir aşama. yavaş yavaş konuşuyoruz, ondan memnunum. yok sayma kısmı kalkmış oluyor, o da bir savunma mekanizması çünkü. hepimiz hayatımızda küçük küçük inkarlar yaşarız. çünkü kendimizi daha sağlam tutmak, yıkılmamak isteriz. ama inkarın dozu çok kaçarsa, yükü başkasının üstüne atmış oluruz. televizyonlarda bağıra çağıra da olsa konuşuluyor, bu alıştırma açısından iyi bir süreç. kimi yerde sinirime dokunsa bile örtük kalmasından iyidir. ermeniler konusunda söz söylemek isteyen söylüyor.

sinirimi en bozan ise ermeni kelimesinin yabancı kelime gibi kullanılması. mesela "sözde ermeni…" diye başlayan cümleler senelerdir var, arkasının nasıl geldiğinin hiç önemi yok, ben zaten gerisini dinleyemiyorum. sözde lafıyla beraber ermeni kelimesi gelince, benim annem babam yalan mı söylüyor diye düşünüyorum. biz iftiracı mıyız? kendimi zayıf hissetsem neredeyse "acaba ben ermeni değil miyim" diye sorabilirim bile. yani bu yaşananlara "ne diyelim, ne ad verelim", bunlar benim işim değil. sürecin iyileştiriciliğine inanan birisi olarak şunu söylüyorum, teşhis koyduğun zaman o hastalık iyileşmiyor ama bir işbirliği başlıyor. iyileşmek için iyi bir tedavi ortamı gerekiyor.

mesela bir zamandan beri "benim de babaannem ermeni" cümlesini duymak, söyleyenler için de iyileştirici bizler için de. tabii "babaannen ermeni olunca aslında sen de birazcık ermeni olmuyor musun" diye de sorabilirsin. ama o öyle diyorsa öyle hissediyordur, belki terapiye alsan üçüncü seansta "ermeniyim" diyecek ama sen onu alıp suratına "sen de ermenisin" dediğinde bu bir işe yaramaz.

okul hayatınız nasıl geçti?

okulda korkutulduğumuzu hatırlıyorum. türkçe bir kelimeyi yanlış kullanınca türkçe hocamız suçlayıcı bir tavırla düzeltirdi bizi. işte hoca öyle suratına vurursa bu birleştirmez ancak ayırır. türkçeyi düzgün konuşmalıydık. yanlış yapma korkusuyla bir şeyi iyi söyleyemeyeceksen o zaman susarsın.

hakkını veremeyeceğim için “harikulade” kelimesini ne yazarım ne de söylerim. "vatandaş türkçe konuş" döneminde mesela evden çıkmışsın otomatik ağzından annene 'mama' diyeceksin susarsın. cezalandırılma korkusu, başın belaya girmesin, ağzından bir laf kaçmasın... söylerken bile içim acıyor, doğallığımı yitirmediğim için şükretmeliyim, az buz eziyet değil.

rumlar daha rahat konuşurdu toplu taşımada mesela. ve ben sussalar diye beklerdim. sussunlar, çünkü kötü şeyler olabilir, görüyor musunuz korkutana değil korkmayana içerlemişim. sonunda da göçtüler, gittiler. şimdi bana diyorlar ki "aaa, ermeni olduğun hiç anlaşılmıyor." türkçem çok iyi ya, bir iltifat gibi söylüyorlar. ama bu bir iltifat değil. çünkü ben düzgün türkçe konuşacağım diye o kadar çaba sarf etmişim ki, ermenicem iyi değil. oysa altı yıl okumuşum. kayıp gibi yaşıyorum. benim gibi olanlar az değil.

siz ilk azınlık, kadın psikoloji profesörüsünüz. o süreç zor muydu?

azimli olmam çok yüzüme vuruldu ama yılmadım. sinip azla yetinmem beklendi. emekli olan şefimiz yani anastasiadis çok kıymetli bir psikoloji doçenti idi. onun yerine doktorası olan birisi gelecekti, benim istanbul'da olmadığım zaman sınav açıp benden sonra doktorasını yapan bir arkadaşım şef olmuştu. kürsü başkanına gittim. "eksiğim mi var, bileyim, düzelteyim " dedim. "hayır seni beğeniyoruz" dedi. "ermeniyim diye mi" diye sorunca hoca kıpkırmızı olmuştu.

doçent olduktan sonra da sıkıntılar devam etti. doçent olanların sabah işe geldiklerinde artık imza atmasına gerek kalmazdı. ismim imzadan kaldırılsın diye bekledim, kalkmayınca içerledim, ve kendimi görünür kılan bir dilekçe yazdım. kürsü başkanı beni odasına çağırdı, "sen bana kalp krizi mi geçirteceksin? hepimiz müslüman çocuğu değil miyiz?" dedi. bir ermeni öğrencim diyor ki, "beni yükseltmezler". haksız değil ama kapasitesine güvenmesini söylüyorum. şimdilerde “ermeni yalanlarına son” afişleri arasından geçerek derse girmek kolay şeyler değil benim için.

türkiye'deki en büyük tabulardan biri olan cinsel sorunları, vajinismus sorununu ilk kez siz gündeme getirdiniz. cinsel sorunların bir ruh sağlığı sorunu olduğunu kabul ettirdiniz.

doğru, bu sorunun hafife değil ciddiye alınmasının yolunu açtım. cinsel sorunlarını konuşmakta insanlar rahat değil. çünkü bu bir tabu. ben insanların sırlarını görünür kılıyorum. bunun nesi ayıp dedirtiyorum. cinselliği normalize ediyorum. organla değil bireyle, içinde tuttukları ile ilgileniyorum. erkek haykırıyorsa kadın da haykırsın. mesleğimde eşitliğe vurgu yapan bir yanım var.

40 yıl öncesine göre değişimin her iki tarafta da nasıl olduğunun tanığıyım ben. tedavi edenler de tedaviye gelenler de arttı. iki tarafta da tabu yıkıldı. "karşılıklılık" burada da söz konusu. meseleye benim açımdan bakarsak ben bu konuda sesimi çıkarttıkça ermeni ve kadın kimliğim yerinde dururken psikoterapist kimliğim öne çıktı.

doğduğunuz köye ilk ne zaman gittiniz?

15-20 yıl önce ilk gidişimde beni büyüdüğüm eve götürmüşlerdi, bir aile yerde kahvaltı ediyordu, hemen yere çömeldim, elime sıcak çay verdiler, elimde o bardağın sıcaklığına sımsıkı tutundum ve içerdeki dolabı tanıdığımı söyledim. kahverengi oluşundan tanımıştım. kadın o dolabı, istanbul zeytinburnu'ndan oraya gelin geldiğinde getirdiğini söyledi. kadına "yanılıyorsun sen" diyecek kadar ileri gidebilecek durumdaydım. sonra zihnim o sofraya döndü ve kaldığımız yerden devam ettik, onun da bir göç öyküsü vardı.

insanlar 1915'te sadece ölmedi ki, yerlerinden edildi. herkes bir yere dağıldı. köyde babamın dikmiş olduğu ağaçlara baktığım zaman babam yaşıyormuş gibi hissettim. bize turist muamelesi yaptılar, ama "ben yerliyim, buralıyım" deyince sıcak bir yakınlık kuruldu. toprağa basmak önemli. ilk gidişimde eski evimi arayıp bulmayınca tapu dairesine gönderdiler beni. oysa kiracı olduğumuz evi arıyordum, sadece çocukluk anılarımı arıyorum, zihnimdekini somutlaştırmak, dokunmak istiyorum ki, oradan ayrılışımın hasreti dinsin.

ermenistan'a gittiğimde beni ne etkiledi biliyor musunuz? tamam herkesin ermenice konuşması falan çok güzel ama yörelere verdikleri isimler. antepliler bölgesi, teyzemin mezarını aradığım harputlular mahallesi, "yukarı maraş" demişler. sabah çok erken yürürken kapısını onaran birisine ermenice "pariluys", yani "günaydın" dedim, doğruldu. istanbul’dan geldiğimi söyleyince keyfi yarıda kaldı. “adana, maraş, bilir misiniz?” dedi. hemen anadolulu yanımla konuşmaya başladım. dedesinden dinlediği yörelere dokunmak istiyordu. istanbul yabancıydı, ondan uzaklaştıktan sonra gözyaşlarımı bıraktım. onun da benim de konuşma ve yakınlaşma ihtiyacı... bu orada yaşayan bir rum da olabilirdi müslüman da.

ben de hayatım boyunca geride kalan olarak çokça insanın göçüne şahit oldum. kap-kaçak, güzelim antika mobilyalar bırakılarak gidilirdi. bu yüzden yeni eşya merakım yok. evimi işyeri odamı tanıdığım, tanımadığım insanların eşyaları süsler.

kığı'ya ilk gittiğimde orada olan kilise ikinci gidişimde yoktu. anadolu'da dünya kadar kilise, okul yok olmuş. kiliselerin yıkılması geçmişimin silinmesine neden oluyor. ben kilisenin olmadığı bir yerde yaşamayı tercih etmem. bu dindarlığımdan değil, ermeniliğimi unutmak istemiyorum, çünkü unutuyorum. kilise benim hafızam.

son söz söylememi bekliyorsunuz ama öyle bir şey yok, açıldıkça konuştukça daha naif cümleler çıkıyor. belki de meselenin püf noktası burada. yumuşamak için kendimize fırsat tanımak. çünkü akıl her zaman işe yaramıyor...(nv)

deve dikeni bitkisi ve faydaları

ben küçükken rahmetli nenemle kırda dolaşırken çakısını çıkarır dikenli kısımlarını kesip kalanı verir yerdim. tadını hatırlamıyorum ama o minik çocuğun şaşkınlığını hatırlıyorum. nenemi hatırlatır bana her gördüğümde. ona olan özlemimi.*

25 nisan 2015 nepal depremi

depremin merkezi başkent katmandu ya 77 km mesafede. buna rağmen epey bina yıkılmış. ölü sayısı da artacak. henüz enkaz altındakiler duruyor. istanbul gibi bir metropol değil tabi burası. bizde bu büyüklükte olursa şehir yok olur.

deve dikeni bitkisi ve faydaları

sözlükçülerin 15 yaşındaki haline vereceği öğüt

gizli gizli 31 çekince anlamadıklarını sanıyorsun salak. odayı koku basmış camı aç denyo. bir de daha şirret ol. o kadar mülayim olunca ağzına sıçıyorlar. liseye başladın ezik büzük olma. sıç ağzına milletin biraz.

eşcinseller ve feministler

tek tip eşcinsel ve tek tip feminist olmadığı için eşcinseller ve feministler her zaman yan yana duramıyorlar. cinselliğin fazla konuşulmasını bile ataerki sayan muhafazakar feministler olduğu gibi aşkın cinsellik algısına sahip ya da gayet cinsiyetçi eşcinseller az değil. bu nedenle doğal bir ittifak her zaman sözkonusu değil.

lgbti hareket ve feminist hareket ise 80 li yıllardan beri bir şekilde temas etmiş ve özellikle 2000 lerden sonra yoğun ittifak kurmuşlardır. homofobi-bifobi-transfobi ile patriyarka-cinsiyetçilik aynı köklerden besleniyor. çok girift durumlar. birlik sağlandıkça da iki hareket birbirini dönüştürüp beslemiş ve güçlenmiştir.

ayrıyetten white wine abim; eski bir sloganı sana gönderiyorum.

(bkz: teşhirci değil travestiyiz)

white wine

sazanları itinayla avlayan yazarımızdır. sözlüğün yeni nefret objesi haline getirilmiştir. adam cinsellikte tutucu sadece. iyi yanı ise bunu dürüstçe ifade etmesi. bunca yıldır lgbti çevrede sosyalleşiyorum. en queer( kuir) geçinen, en rahat vs. görünen tiplerin bile aslında komşu teyze modunda muhafazakar kafaya sahip olduklarını bilen biri olarak onun tutuculuğu bana daha tutarlı geliyor. ona saldıranların da eminim kendi beğenmedikleri, hissetmedikleri bir cinsel eylem, fetiş, seks tarzı şu bu konusunda en yakın arkadaşlarına bile sapkınmış gibi davrandıklarına, aşağıladıklarına eminim.

'' sözlüğe ana-babalar girer, ergen geyler etkilenir '' vb. kaygılarını fazla endişeli buluyorum. karşıt görüştekilerin '' homofobi yapıyor, geyleri küçük düşürüyor, geyler kendini kötü görecek '' gibisinden endişeleri de komik. sözlük yahu alt tarafı. cinsel politika paneli, ailelere danışmanlık semineri, ergen geylere terapi grubu değil. abartmayın. lgbti lerin tek tip olmadığını, stereotip eşcinsel imajının kötülüğünü bilmemneyi vurguluyoruz habire. sözlüğü okuyanlar görecektir işte homojen bir insan modeli sanılan lgbti lerin nasıl farklı siyasi görüşlerde, muhafazakarlıkta veya esneklikte olduklarını, birbirleriyle bile zıt yapılarda olduklarını. daha ne işte.

ayı sözlük yazarlarının sevdiği müzik enstrümanları

hayret! kimse saksafon yazmamış. *

(bkz: bağlama)
(bkz: çello)
(bkz: klavsen)
(bkz: arp)
(bkz: kabak kemane)
(bkz: kaval)
(bkz: tambur)
(bkz: darbuka)

diyanetin hac ibadeti işgüzarlığı

1400 yıldır keriz yerine konulanlara* 1400 tl fazladan ödemek koymasa gerek.

ermeni soykırımı

acı acı ağlıyorum

rakel dink cumhuriyet gazetesi 24 nisan 2015

acı acı ağlıyorum

bu yazıyı okuduğunuz gün 24 nisan. ağır ve çok acılı bir yas günü. bugün sizler için kendi hikayemi tanrı’nın yardımıyla kısaca yazmaya çalışacağım.

1959’da şimdi şırnak’a bağlı olan ermeni varto aşireti’nde doğdum. adı şimdi yolağzı köyü olarak değişmiştir. varto, babamın dedesinin adı, vartan’dan gelir. büyük dede vartan zamanında van’dan gelmiş oraya. cudi dağı’nın güney eteğinde bulunur. irak ve suriye sınırına yakın. cudi dağı bizim oradan bakarken çok heybetlidir. bize komşu hasana köyünden ise kanatlarını üzerine germiş gibi görünür. şimdi ise ne hasana köyü ne de ermeni varto aşireti var. 1915’te yok etme fermanı gelir. bizde kürtçe 'fermana me xatibi’ derlerdi. bizimkiler bu fermandan “tayanlar” olarak bildiğimiz arap müslüman bir aşiretin yardımıyla cudi’nin içinde, yükseklerdeki kaya kovuklarında, mağaralarda uzun yıllar saklanarak hayatta kalmışlar. “cudi bir azizin adı. mesih onun adı hatrına bizi sakladı” derler. hatta efsane olmuştur; o zamanki mağaralar aslında yokmuş…

1915’te kaçarlarken akrabalardan birinin yeni doğmuş ağlayan çocuğu susturulamaz. kayınvalide “siz yürüyün, biraz bana ver kızım onu” diyerek alır ve… ben telaffuz edemiyorum, siz tahmin edin. bebek anneannemin ablasının çocuğu… başka biri kız çocuğunu artık taşıyamamış ve gözünü bağlayarak bir ağacın altına koymuşlar. eline bir kuru ekmek parçası tutuşturmuşlar. gözlerini bağlamışlar ki bir zarar gördüğünde korkmasın. her anlattıklarında “kurt mu yedi, kuş mu” der ağlarlar. kim bilir? belki bir yerlerde birinizin anneannesidir…

babam siyament’in soyadı vartanyan iken soyadı kanunuyla yağbasan olmuş. annem delal. ikisi de becerikli, yaptıkları her işi en iyi şekilde yapan, cesur, dürüst insanlardı. ekmeğini taştan çıkaran bu insanlar, kimsenin malına göz dikmediler, yalan solumadılar, her zaman hakkı, doğruyu, adaleti savundular. zulme karşılık bile. bize de kendilerinde olanı yaşayarak verdiler, öğrettiler. annem 35 yaşında hastalandı. ben sekiz yaşındaydım. rahmete kavuştu. o yıl içinde bir grup hayırseverin yolu bizim köye de düştü. o zamanki patriğimiz şnork srpazan’ın teşvikiyle anadolu’daki köyleri gezip kılıç artıklarını buluyorlardı. anadolu’da tek bir ermeni okulu kalmadığı için yaşı okula uygun çocukları alıp istanbul’a getirmekti amaçları. hrant güzelyan ve orhan yünkes, babamla birlikte 12 çocuğu istanbul’a getirdiler. ikinci gruptuk biz. dilimizi, dinimizi ögrenmemiz, eğitim almamız için yatılı okula yerleştirildik.

köydeyken çok geceler babalarımız nöbet tutardı. köpekler ulurdu. bir korku ruhu sanki gezinirdi. tabii ki çocuklara hissettirmemeye çalışırlardı ama tavırlardan, kadınların fısır fısır durmadan dua etmelerinden sezer, tedirginliği görürdünüz. farklı zamanlarda iki kere çobanlarımız öldürüldü. geride son kalanların istanbul’a göç etmesinden önceki hafta bir başka hristiyan köyü olan komşu hasana köyü’nden bir adamı öldürüp her bir parçasını bir tarafa atmışlardı. korku gittikçe arttı.

babama kiracı olan komşu dadar köyü ağası sahte tapu icad edip mahkemeye vermişti babamı. babam 40 yıl bu davaların, toprak keşiflerinin peşine düştü. çok kez yaralandı, yoruldu ama vazgeçmedi. babam 72 yaşında brüksel’de, sizin deyiminizle “diaspora” olarak “toprak talebi” sürerken rahmete kavuştu. dava hala devam ediyor.

sevgili eşimi, yatılı okulda tanıdım. yatılı okulun yazlığı tuzla ermeni çocuk kampı’nda tanıştık ilk. birlikte beş taş oynadık, koştuk, ilahiler söyledik, yardımlaşmayı, teselli etmeyi, ağlayanla ağlamayı, gülenle gülmeyi, sevmeyi, saymayı öğrendik. doğruluğu, dürüstlüğü, paylaşmayı öğrendik. iyiyi kötüden ayırt etmeyi öğrendik. 1977’nin 23 nisan’ında, çocuk bayramında biz çocuklar evlendik. size bir şey söyleyeyim: birbirimizi de sevmeyi de seviyorduk.

1978’de kamp yöneticimiz güzelyan’ı vurdular. yaralı kurtuldu. 1979’da ermeni militan yetiştiriyor diye hapse attılar. iki çocuklu biz, yazları kampta yönetici olarak sorumluluk aldık. hrant bir taraftan üniversitede öğrenci, bir taraftan da süren bir ekmek kavgası. 1986’da üçüncü çocuğumuz doğdu. ve tuzla kampı’na el kondu. bugün yıkık dökük duruyor. keşke hayırlı bir amaç için kullansalardı. alıp eski sahibine geri verdiler. sonra kaç el değiştirmiş. hiçbir sahibine hayır getirmedi.

kışın istanbul’da çocukların kaldıkları yerler ise o dönemde birer birer kapatıldı.

bugün bu bilgi çağında aslında hiç kimsenin bilmiyorum demeye hakkı yok. benim veya başkasının hayat hikayeleri... o dönem hayatta kalanların her birinin mucizeyle hayatta kaldıklarını görüyor insan.

şimdi “soykırım demiyordu hrant” deyip laf ebeliği yapıyor perinçek gibi zavallılar. “ifade özgürlüğü”nün peşine düşmüşler devlet kadrosuyla. talat paşa ve dostları… öldürmenin ötesi de varmış. 19 ocak 2007’den sonraki mahkemeleri de gördük. öldürmekle tatmin olmayan öfkeyi de, nefreti de mahkemelerde gördüm.

canım çutağım... o, sizi incitmeden, kendinizin sonuçları görme, anlama büyüklüğüne, onuruna erişmenizi istiyordu. çünkü çok iyiydi. sizi çok seviyordu. size yardım etmekti isteği ve amacı. irkçılığın insanlıktan nasibini almamış, körleşmiş, gözleri dönmüş çok hallerini gördük. mahkemenin ortasında resmen ölünün üzerinde tepiniyorlardı. hem tehditlerle yaşarken hem de cinayetten sonra. bu soykırım zihniyeti değil mi?

öyle, “kimse kalmadı... gittiler işte”, “keşke gitmeselerdi. gittiler, bereket de gitti”, “aramız iyiydi, dış güçler nifak soktular” demeyle olmuyor. samimiyetle, yaşanılan vahşeti, ölü soyuculuğunu, mahremiyetlerin hepsinin yerle bir edilmiş olma kötücüllüğünü, o kul hakkı dediğiniz bütün hakların çiğnendiğini, malın mülkün haysiyetin yok edildiğini, hiçbir hakkın korunmadığını ikrar etmek gerekli.

bildiklerim, duyduklarım, yaşadıklarım belki cüzi. belki bir bütünün azıcığı. ama bütünün ne kadar büyük olduğunu hangi akıl, hangi yürek kavrayabilir?

şimdi seyrediyorum. inkar libası ne kadar komik duruma düşürüyor, gülünçleştiriyor insanlığı. benimkisi acı bir gülümseme. acılaşmış, gözyaşı dolu bir gülümseme. biraz da öfkeyle beklenti dolu bir gülümseme.

1915’teki dünyayı seyrediyorum. bütün insanlığa, politikalarına acı acı ağlıyorum. 2015 insanlığını seyrediyorum, ruhum inliyor içimde. canım çekiliyor. ülkemi seyrediyorum. utanıyorum. ağlıyorum. boğazım düğümleniyor. yutkunmakta zorlanıyorum. sesimi koyveriyorum. bağrımdan dökülüyor gözyaşlarım.tanrı’yla konuşuyorum, dertleşiyorum. biriciğinin adında hisus’ta yalvarıyorum. insanlığa merhamet etsin diye. yürekleri tövbeye yönlendirsin diye. o zaman tanrı yere iner, insan da içtenlikli ikrarla devam eder. yürekler birleşir, yaralar merhem bulur, şifa ve sevinç gelir. eski kokuşmuş zihniyet de kirli, paçavra bir elbise gibi sıyrılıp atılır. insan billurlaşır, kurtulur, hafifler, özgürleşir tarihin kementlerinden.

ben bugün, önce balıklı’da çutağımın mezarında, sonra şişli’de sevag’ın mezarında, sonra da 1915 soykırımında ölenlerimizi anmak için taksim meydanı’nda sessizce bu ülkenin özgürleşmesini bekleyeceğim.

ermeni soykırımı

bir ermeni olarak ne istiyorum

uzun bir yazı ama lütfen okuyun. bu acı olayı bir ermeni vatandaşımızın kendi yazısından okumanızı istiyorum. yazdıklarının hepsine katılıyorum. vicdanı körelmemiş her insanın şu yazıdan bir şeyler alacağını umut ediyorum.





rober koptaş yazdi

istanbul - bia haber merkezi
24 nisan 2015, cuma 11:55

bir ermeni olarak ne istiyorum?
türkiye’nin bu tarihi hakkıyla hatırlayabilmesi, onunla yüzleşebilmesi, bugün ve yarın nasıl bir hayat yaşayacağımızı belirlemek açısından hayati önem taşıyor. işte bu yüzden, 1915, salt geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin meselesi.

ermeniyim. öyle gururla filan değil. hasbelkader ermeni… kainatın vâkıf olmadığım birtakım sırları sonucu hagopcan’dan ve maritsa’dan doğmuşum. hasan ve melike’den de doğabilirdim ya da hans ve marta’dan ya da haim ile maia’dan… o zaman hikâyem herhalde biraz farklı olurdu ama öyle olmadı. beni hagopcan ve maritsa dünyaya getirdi. türkiye’de, istanbul’da… ermeniyim. öyle gururla filan değil. hasbelkader.

ermeniyim. yani kimine göre ne istesem “çok”, ne istesem “ne haddime!”, ne istesem “hadi oradan!”, ne istesem “ben kim oluyorum ki!”…

bunları biliyorum, yaşadım, gördüm. ama işte, insan evladı çiğ süt emmiş, istedi mi istiyor. ben de o hesap… bir şeyler istiyorum. hayal ediyorum. hayal etmek istiyorum.

bu, kişisel bir yazı. 24 nisan 2015’in, yani yüz yıl önceki o “gide, bir daha gelmeye” denilen kara günlerin yüzyıldönümünün bir gün öncesinde, ondan, bundan, şundan, kendimden, ne istediğimi yazmak istedim. aslında sadece yükten –ermeni olmanın yükünden– biraz sıyrılabilmek, biraz ferahlayabilmek, önümdeki geleceğe biraz daha hafifleyerek bakabilmek için.

bu, kişisel bir yazı. ne kimseyi temsil etmek, ne de yazarı dışındaki ermenilerin düşüncelerini, duygularını yansıtmak gibi bir iddiası var. istanbul’da, kurtuluş’ta, kökleri anadolu’da olan bir ermeni ailede doğup büyümüş bir fani olarak yaşadıklarımdan, içinde bulunduğum ortamlardan, yaptığım işlerin penceresinden, kendi hayat tecrübemden süzülmüş bir fikir özeti bu.

yazının hareket noktasını başlığı belirtiyor. bir ermeni olarak, olduğum kişi olarak, 1915’te yaşanan felaket bağlamında gelecekten ne bekliyorum? bu meselenin taraflarından ne istiyorum?

bu soruların yanıtlarını, olabildiğince net ve sade bir şekilde vermeye çalışacağım. biraz uzun olacak, kusuruma bakmayın.

başlarken, 1915’te ve takip eden birkaç yılda bu topraklarda yaşayan ermenilerin başına gelenin, uğranan insan kaybının ve bununla bağlantılı her türlü kaybın, “geri döndürülemez bir şekilde” yitip gittiğini düşündüğümü söylemek isterim.

ölenler öldü, çile çekenler çilelerini çektiler, sahip oldukları her şeyden mahrum kaldılar. hayatları, yurtları, evleri, meslekleri, şarkıları, okulları, kiliseleri, sesleri, emekleri, yemekleri, tarihleri, bellekleri, aklımıza gelebilecek her şeyleri ellerinden alındı. yok oldular, kayboldular, yeryüzünden silindiler.

bu yok oluş, bu kayıp, yarın her ne yaşanırsa yaşansın, ister olan biten tüm boyutlarıyla kabul edilsin, ister dilenebilecek en sahici özür dilensin, ister milyarlarca liralık tazminat ödensin, ister en güzel barış günleri gelsin, ister yaşamaya devam eden her ermeni’nin önüne kırmızı halılar serilsin, ortadan kaldırılamaz, geri döndürülemez.

şunu demek istiyorum: bu yazıda “şöyle olmasını istiyorum” diye dile getireceğim her şey yerine gelse bile, geçmişe dair hiçbir şeyi telafi etmesi mümkün değil. 1915’te yaşanan, bu topraklarda yeri doldurulması asla mümkün olmayan kayıplara neden oldu. siz, biz, onlar, bugün ve yarın ne yaparsak yapalım bu gerçek değişmeyecek. nokta.

bu nokta, herhalde yeryüzüne dağılmış her ermeni’nin benliğinde taşıdığı, bizleri biraz hüzünlendiren, ama çokça çıldırtan, anlatılması ve tanımlanması herhalde imkânsız bir genetik bilgi. ben de daha fazla anlatmaya çalışmayacağım. sadece, ermeniler söz konusu olduğunda, bu türden anlatılamayan ve elle tutulamayacak bir deliliğin, gücünü derin bir hüzünden alan bir deliliğin bir yerlerde olduğunu hatırda tutmak gerekir diye yazıyorum. (ve bu hali, bu halleri, elbette ki 1915’te yaşananlar, ama ondan da çok, o gün yaşananların 100 yıldır inkâr edilmesi yarattı diye tahmin ediyorum. ama bu delilik meselesi bambaşka bir tartışma, burada girmeyeceğim.)

geçmişe dair bir telafi mümkün değil, evet, ama sonuçta hayat, 1915’te hayatta kalabilenler için nasıl devam ettiyse, bugün de bir şekilde devam ediyor ve özellikle türkiye’nin bu tarihi hakkıyla hatırlayabilmesi, onunla yüzleşebilmesi, bugün ve yarın nasıl bir hayat yaşayacağımızı belirlemek açısından hayati önem taşıyor. işte bu yüzden, 1915, salt geçmişin değil, aynı zamanda geleceğin meselesi.

bu bilinçle, türkiye’den, her şeyden çok, bu tarihi, insani kaybı, acıları kabul eden; bunları çarpıtmayan, meşrulaştırmayan, bahane bulmayan, mağdurun kendisini suçlamayan, pazarlık yapmayan bir yeni duruş istiyorum. bugüne kadar yapılanın tam tersini yani… samimi bir yüzleşme, gerçeklere uygun bir tarih yazımı ve bunların sonucu olacak bir tür hüzün, bir tür mahcubiyet; suçluluk değil ama bir tür sorumluluk hissi ve bu türden duyguların devamı olan bazı somut adımlar.

kısaca, şuna benzer bir cümle dizisini duymak istiyorum (bunu çok istiyorum): “1915’te bu topraklarda ermeniler (ve süryaniler), vatandaşı oldukları devlet, onu yönetenler ve komşuları olan insanlar tarafından öldürüldü. stop. tek suçları etnik ve dini kimlikleriydi. stop. bu büyük bir insanlık suçuydu. stop. bu suçu mahkûm ediyoruz. stop. tekrarlanmaması ve gelecekte bir arada barış içinde yaşayabilmek için üzerimize düşenleri yapma sözü veriyoruz. stop. bundan böyle, cinayetlerin faillerini değil, kurbanları ve onları kurtarmaya çalışan atalarımızın anısını yücelteceğiz. full stop. ”

bu kadar. işte ben, şu cümleleri hiçbir 'ama’ya yer bırakmadan sarf edebilecek bir aklı, vicdanı ve siyasi duruşu hayal ediyorum. (ve garip bir şekilde, 37 yıldır yaşadığım hayat tam tersini gösteriyor olsa da, bir gün bu cümlelerin işaret ettiği değerlerin hâkim olacağı bir türkiye’ye ulaşacağımıza inanıyorum.)

biliyorum, yazıyı okuyan bazılarının aklına hemen, son iki yılın nisan ayında erdoğan ve davutoğlu’nun yayımladığı taziye mesajları gelecek, “ama zaten türkiye artık ölenlerin anısına taziye diliyor ve üzüntü beyan ediyor? daha ne istiyorsun?” sorusu sorulacak. bu sorunun sorulmasını anlayabiliyorum ama kast ettiğim tam olarak bu değil.

evet, son iki yıldaki açıklamalar, türkiye’nin, ittihatçılardan bugüne kadar gelen “hiçbir şey olmadı. olduysa da ermeniler yaptı. savaş tedbiriydi. mukateleydi. kimse öldürülmedi. ölenler hastalıktan öldü” cümleleriyle özetlenebilecek resmi pozisyonunda önemli bir değişikliği ifade ediyor. ediyor, çünkü resmi ağızda ilk kez ermenilerin kayıpları ve acıları hakkında saygılı bir dil geliştiriliyor. bu saygılı dil, yine geçmişten beri hayal ettiğim bir gelişmeydi ve bunun önemsiz olduğunu iddia edemem.

ancak, eksik olan bir şeyler var. aslına bakarsanız, bir şey değil, çok şey var eksik olan. koskoca şeyler var.

anlatayım…

evet, söz konusu taziye mesajları bugüne kadarki söylemde temel ve önemli bir değişiklik yapıyor, ölenler hakkında saygılı bir dil kullanıyor. ancak, bazı şeyleri de hiç değiştirmiyor. mesela hâlâ, ermenilerin başına geleni i. dünya savaşı’nın diğer kayıpları arasına sıkıştırıyor. bu kayıplara, hâkim bir devletin kendi vatandaşlarına karşı işlediği suç olarak yaklaşmıyor. ermenilerden, onlar adeta bir doğal felaket sırasında ölmüşler gibi söz ediyor. böyle yaptığı için de gerçeği muğlaklaştırıyor. muğlaklaştırdığı ölçüde de, geçmişte resmi tarih yazıcıları tarafından üst üste dizilmiş yalanlardan ayrışmıyor.

mesela, bu açıklamalarda, ermenilerin başına gelen şeyin ne olduğu açık seçik tasvir edilmiyor, şu ya da bu şekilde tanımlanmıyor. “ne oldu?” sorusu yine muğlak ifadelerle geçiştiriliyor.

mesela, faillerin kim olduğu belirtilmiyor. “kim yaptı” sorusunun yanıtına hiç değinilmiyor. mesela, yapılanlar ve yapanlar mahkûm edilmiyor, lanetlenmiyor.

mesela, taziyenin doğal sonucu olması gereken bazı adımlar konusunda hiçbir taahhüde girilmiyor.

bu gibi hususları çoğaltabilirim ama demek istediğim şu: 2014 ve 2015 taziyeleri, bana, geçmişe dair gerçek bir yüzleşmeden çok, “ne yapalım da şu lanet meseleden en hafif zararla çıkalım?” mantığından doğmuş gibi görünüyor.

oysa, gerçek bir taziye, üstten bir dile hiç yeltenmeden, ölenlerden dolayı üzüntü beyan etmenin yanı sıra, bu taziyeye yol açan tarihsel aktörlerin kınanmasını ve onların eylemlerinden dolayı mağdur olan insanların anısına gelecekte yapılması planlananları da içerirdi.

ve elbette ki, bu, çok derin, çok çetrefil, çok boyutlu bir mesele olduğu için de, geliştirilecek yeni yaklaşım, yılda bir kez yayımlanacak taziye beyanlarına sığmayacak kadar geniş, uzun vadeli, titiz, ölçülü bir programın ürünü olabilirdi. bugün ortada bu türden bir program olmadığını ise hepimiz yaşıyor ve görüyor olmalıyız. sadece şu son on günde, 1915’le ilgili olarak türkiye’yi yüzleşmeye davet ettiği için batı kamuoyuna gösterilen tepkideki şiddete bakarsanız, ortada böyle iyi niyetli ve bütüncül bir yaklaşım olmadığını, aslında “yeni” denebilecek pek bir şey de olmadığını görürsünüz.

peki, olsaydı, böyle bir programın içinde neler olurdu?

misal, en basitinden, ders kitaplarındaki her türden ırkçı ve milliyetçi ifadenin kaldırılması olurdu herhalde. misal, orada, bundan böyle her zeminde ermenilerle ilgili doğru bir tarihsel anlatıya yer verileceği beyan edilirdi herhalde. misal, ittihatçı liderlerin adlarının resmi bina, yapı ve yer adlarından kaldırılacağı gibi birtakım somut adımlardan bahsedilirdi herhalde. bunlar gibi şeyler işte… aklınıza ne gelirse buraya koyabilirsiniz.

bunun yanı sıra, ermenilerin bugüne kadar yok edilen ve yok sayılan kültürel varlıklarının görünür kılınması ve yaşatılması için bir irade beyan edilirdi herhalde. ibadethanelerin yeniden ihyası, her birinin kuruluş amaçlarına uygun kullanımı için gerekenin yapılacağı taahhüt edilirdi herhalde. gasp edilen tüm mallarla ilgili bir iade ve tazmin mekanizmasının oluşturulacağı duyurulurdu herhalde…

burada anlatmaya çalıştığım, 1915’e ve ermenilere dair, savunmacı olmayan, gerçekçi, her türlü milliyetçi kompleksten arınmış, kökten bir bakış açısı değişikliği gerekliliği… işte ancak bunun sonucunda, ermenistan’a ve tüm dünyadan ermenilere, “biz bu acıyla gerçekten yüzleşmek istiyoruz ve bunun için yapılması gerekenleri görüşmek üzere ermenilerle bir masa etrafında dostane bir şekilde yan yana gelmeye hazırız” denilebilir. yani, denilecekse, eğer denilmek gerçekten isteniyorsa, bu şekilde denilmeli. yani, “biz zaten size neler neler lütfettik, siz hâlâ anlamıyorsunuz namertler!” tavrıyla yüzleşme de, barış da olmaz, demek istiyorum.

ancak bu tür adımlar atıldığında ermeniler ve tüm dünya türkiye’nin bu konudaki ciddiyetine inanabilir. (bakın, bilhassa samimiyet demiyorum, ciddiyet diyorum.)

ancak bu tür adımlar atıldığında ermeniler ve türkler, daha doğrusu ermenilerin ve türklerin temsilcileri, iyimser bir ruhla bir araya gelip, nasıl bir ortak gelecek inşa edeceklerine karar verebilirler.

şunu da söyleyeyim: ermeniler demek ermenistan demek değildir. ermenistan elbette ki ermeni gerçekliğinde büyük bir role ve öneme sahiptir. ancak, hele hele 1915’le ilgili, barışla, uzlaşmayla ilgili tartışmalarda, onyıllardır tu kaka edilen diaspora en az ermenistan kadar taraftır, söz sahibidir. bugün diasporada, dünyanın dört bir tarafında, ermenistan’da yaşayan ermenilerin üç katı kadar ermeni yaşıyor ve diasporayı dışlayarak, onları şeytanlaştırarak türk-ermeni barışı inşa edilemez.

burada açılan diaspora kanalından devam edip ermenilerden ne istediğime geleceğim, ama bir parantez açıp, üçüncü taraflardan, özellikle de batı’dan ne istediğimi anlatayım.

batı’nın türkiye’yi 1915 konusunda yüzleşmeye çağıran açıklamalarını şüphesiz ki önemsiyorum. ancak bu çağrıların çoğu zaman riyakâr ve hesapçı olduğunu, dürüstlükten uzak olduğunu düşünüyorum. büyük batı devletlerinin pek çoğunun, i. dünya savaşı’nda akan kana dair büyük bir vebali var. bugün de dünyanın dört bir yanında oluk oluk akan kanın müsebbibi olan emperyalizm olgusu bir yalandan ibaret değil ve dönemin büyük devletlerinin her biri, fransasından britanyasına, rus çarlığı’ndan osmanlılara, almanya’dan avusturya-macaristan’a tüm güçler, bu emperyal mücadelenin bir parçasıydı. bugün türklere geçmişle yüzleşme çağrısı yapanlar, bu çağrıyı, kendi benzer suçları ve suç ortaklıkları için yapmadıkları sürece, türkiye ve türkler tarafında yaratmayı arzuladıkları olumlu etkiyi yaratamazlar. oysa, türklerle ermeniler arasında barış çağrısı yapan herhangi bir aktörün sorumluluğu, elbette ki ermenilerde, ama şüphesiz ki türklerde de olumlu bir değişime yol açabilecek hakiki bir tutum içinde olmaktır. bu tutumun yolu da, en başta, türklere sorumluluk çağrısı yaparken, kendi sorumluluğunu halının altına süpürmemekten geçer.

almanya genelkurmayı ittihatçıların silah arkadaşıydı. genç alman subaylarının çoğu holokost öncesinde stajlarını 1915’te, anadolu’da yapmıştı. almanlar, tehcir ve katliamların düzenlenmesinde önemli bir rol oynamış, bu suçun ortağı olmuşlardı. fransa, ingiltere, rusya, tıpkı savaşa tutuştukları karşıt cephedeki almanlar ve osmanlılar gibi, kendilerinin olmayan topraklar üzerinde hak iddia etmiş, buralara dair paylaşım planları yapmış ve bunun için de milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuşlardı. ermeniler anadolu’da öldürülürken, şüphesiz ki bir avuç vicdanlı alman, amerikalı, danimarkalı, norveçli ve başka halklardan insanlar bu büyük cinayetin önlenmesi için çalışmıştı; peki ya onların devletleri ve diğer batı ülkeleri ne yapmıştı? ii. dünya savaşı sonrasında, bölgeyi bir ateş topuna çevirmek pahasına israil’in kurulmasını sağlayan batı, daha otuz yıl önce ermenilere neden sırt çevirmişti? peki ya o devletlerin askerlerinin, savaştan sonra antep’te, urfa’da, maraş’ta, istanbul’da ne işi vardı? o zaman da mı bir yerlere demokrasi götürülüyordu?

bu soruların yanıtlarına ve bu yanıtların ruhuna, bu ruhun gerektirdiği sorumluluğa sahip olmayan “yüzleşmeye çağrı” bildirileri, parlamento kararları, yüksek perdeden tiratlar, dürüst, hakiki, samimi olabilir mi? batı, bu suçların yükünden, sadece tanıma kararları ve türkiye’ye yaptığı çağrılarla kurtulabilir mi?

benim gördüğüm o ki, islam ve göçmen karşıtlığının ve başka bazı siyasi ihtirasların ortasında ermenilerin acısı, pek çok batılı devlet için, türkiye’ye karşı kullanabilecekleri bir koz olarak değer taşıyor çoğu zaman. iyi niyetli, dürüst ve sorumluluk sahibi insanlar, aktivistler, siyasetçiler şüphesiz ki var; ancak batı’nın ermeni meselesindeki bugüne kadarki genel tavrının, yüce birtakım değerler ve hakikate ulaşma arzusundan değil, o kerameti kendinden menkul “ulusal çıkar” arayışından kaynaklandığına inanıyorum. inanıyor değil, yaşıyor ve bunun böyle olduğunu görüyorum. eğer türkiye’den gelecek bir askeri ihaleden dışarıda bırakılmak tehdidi karşılığında fransa, mersin’de bir rus askeri üssü açılabileceği salvosu karşısında abd ermenilerle ilgili adalet çağrılarından geri adım atıyorlarsa, hangi dürüstlükten, hangi hakikatten bahsedilebilir?

dünyaya dağılmış olan ve bugün kültürlerini, dillerini, benliklerini ve siyasi davalarını yaşatmaya çalışan ermenilerden de isteklerim var şüphesiz. bunların en tepesinde ise, çok iyi bildikleri, beşiğinde kavruldukları acılarının, aile tarihlerinin, nine ve dedelerinin hatıralarının üzerine titrerken, geleceği inşa edecek bir perspektifi gözden kaçırmamaları geliyor. başkaları başka türlü düşünüyor olabilir, ama ben bunun yolunun, her türlü milliyetçi tuzaktan uzak durmaktan geçtiğine inanıyorum. türk devletiyle türkleri birbirinden ayırabilmek bu açıdan hayati. 1915’te olandan ve sonrasındaki inkârdan insanların ve halkların değil, devletlerin ve onların temsilcilerinin sorumlu olduğu görebilmek gerek. türkleri, her bir türk’ü, türk devletinin suçlarının, yalanlarla örülen tarihinin mağduru olarak tahayyül etmek gerek. belki hıristiyanca bir yaklaşımı hiç akıldan çıkmamak, “bilmiyorlardı. bilseler hiç öyle (ve bugün de böyle) yaparlar mıydı?” diye düşünmek gerek. anlatabilmenin yollarını, barışçı ve yaratıcı yollarını aramak gerek.

geçmişte yaşanana ve bugün dayatılana duyulan öfke orada, her ermeni’nin yüreğinde. ama bu öfkenin bizi çürütmesine, bizi kötücülleştirmesine, bizi, kültürümüze yuva olan topraklara ve yüzyıllarca birlikte yaşadığımız insanlara düşmanlaştırmasına izin vermemek önemli. acımız kabul görecek, tanınacak diye, birtakım çıkarcı siyasilerin hesaplarıyla aynı dalga boyunda buluşmamak önemli. her birimizin ailesinde muhakkak var olan kurbanların hatırasına saygının gereği olarak, acıyı ve belleği olumsuz değerlerle yan yana getirmemek değerli.

pek çok ermeni için kabul etmesi çok zor, biliyorum, ama ben, türkler için iyi olanın, ermeniler için de iyi olduğuna inanıyorum. türkiye’de daha fazla demokrasi türkler için iyidir, ermeniler için de iyidir. ancak demokratik bir türkiye’yle 1915 üzerine konuşabilirsiniz. ancak halkların bir arada barış içinde yaşadığı bir türkiye’de ermeniler için bir gelecek ihtimali vardır. ancak müreffeh bir türkiye ermenilerle barış yapmayı düşünebilir. dolayısıyla, türkiye’nin kötülüğünü değil iyiliğini istemek ermeniler için hayırlıdır. bu, türklere ve türkiye’ye teslim olmak, geçmişi unutmak değildir. türkiye’de var olan demokrasi mücadelesini yakından takip etmek, onun açtığı kanallarda ilerleyerek hem türklere hem ermenilere yarayacak bir dönüşümün güç kazanmasını sağlamaya çalışmak, hem geçmişe saygılı, hem de geleceği inşa eden bir tavırdır. bu da, misal, türkiye’yi ab’nin dışında tutmaya çalışmakla olmaz; türkiye’yi boykot etmekle olmaz; türklerin hiçbir şekilde değişmeyeceği gibi ırkçı bir inanca bağlanmakla olmaz.

ermeniler türkiye’den son yüz yılda neredeyse sadece zulüm, baskı, şiddet gördüler. saygısızlık, iftira, hakaret gördüler. bu tutumun ermenilerde yarattığı öfkeyi anlamamak, insanı anlamamaktır. ancak, öfkenin benliği ele geçirmesine izin vermek ya da vermemek, eninde sonunda bir tercihtir. öfkeyi mücadele azmine dönüştürmek, bu mücadele azmini olumlu değerlerle taşımak, gelecek hayalini, eninde sonunda kendi ulusal çıkarını düşünecek olan birtakım devletlerin birtakım hesaplarına bağlamamak ve kendi göbek bağını kesmek, hem ermenilerin hem de türklerin birlikte onur kazanacağı bir gelecek için uğraşmaktan söz ediyorum. cezalandırmak değil, birlikte yüzleşmek, birlikte arınmak, yola birlikte devam edebilmekten…

benim ermenilerden beklentim ve isteğim kabaca bu. mevcut resme baktığımızda bu manzaradan uzak olduğumuzu ise biliyor ve görüyorum. ancak ermenistan ve diasporada insanların bu türden bir zihinsel dönüşüme doğru –en çok da hrant dink sayesinde– günden güne ilerlediklerini de görüyorum ve bu konuda umutluyum.

bizler, biz ermeniler, tarihin gördüğü en büyük cürümlerden birinin muhatabı olduk. bu cürmün kabul edilmediğini, ret ve inkâr edildiğini, suçlularının yüceltildiğini gördük. ölülerimizi hakkıyla gömemedik. gömemediklerimizin yasını tutamadık. tutulamayan yas benliğimize büyük bir yük yükledi. görüp geçirdiklerini anlatmaya çalışmanın lanetiyle lanetlendik. öldüğümüzü, acı çektiğimizi ispatlama gaddarlığıyla yaşamak zorunda bırakıldık. bu, bir halka layık görülebilecek en ağır varoluş şekliydi. çıldırmışlığımız, deliliğimiz bundan.

ama yaşadık, devam ettik, var olduk. acımızla ve bize layık görülen lanetle, bize özgü deliliğimizle yol yürüdük. kaybetmiştik ama bir şeyleri de başardık. ermeniceyi öyle veya böyle koruduk. alfabemizi, şarkılarımızı, okullarımızı, kiliselerimizi, edebiyatımızı koruduk. ermeni olmaktan vazgeçmedik. olabildiğimiz kadar dünyalı da olduk. büyük bir mücadele azmi gösterdik. kafkasya’da, taşlardan ibaret bir coğrafyada küçük de olsa bir yurt yarattık. türkiye’de her türden baskıya karşı ermeni kaldık; ermeni olmayanlara “hepimiz ermeniyiz” dedirttik. diasporada dilini hiç bilmediğimiz ülkelerde yeni hayatlar kurduk; yok olmadık; ürettik, yaşadığımız ülkelerin kültürüne katkıda bulunduk. yaşadık.

yani, plan başarısız oldu.

yani enver, talat ve cemal; yani onların adamları yanıldı.

bir halkı ortadan kaldırabileceklerini ve bunun yanlarına kâr kalacağını sananlar yanıldı. katledilenler yitip gittiler ama onların anısını yaşatmak isteyenlerin mücadelesi son bulmadı. ermeniler, bundan birkaç yıl önce edebiyat âşığı halepli bir ihtiyar ermeni’nin kulağıma fısıldadığı gibi, “türk devletinin boğazında bir kılçık olarak kaldılar.” üstelik, adalet arayışlarında onlara türkler, kürtler ve başka halklardan insanlar da katıldı.

onlar başaramadı. bizler ve bizim gibiler başardı.

ihtiyar dostum, “boğazlarında kılçık olduk, koskoca ülke onların oldu ama huzur bulamıyorlar” demişti. haklıydı. ama ben artık boğazdaki kılçık olmak istemiyorum.

tüm dünyadan, türklerden, ermenilerden, kürtlerden, herkesten isteğim işte budur: beni boğazımdaki kılçıktan, birilerinin boğazındaki kılçık olmaktan kurtarın.

*

yazı aslında burada bitti, ama şunu da söylemem gerek. fark edenler olmuştur, şu kadar sayfa boyunca soykırım kelimesini kullanmadım. yaşananların bir soykırım olmadığını düşündüğümden değil. aksine, eğer soykırım diye bir tanım varsa, ermenilerin başına gelenler, o tanımın birebir örneğidir. bunda tartışmaya açık bir taraf yok. ancak benim için mesele, olan bitenin soykırım olarak tanımlanıp tanımlanmayacağı değil. olanın ne olduğunu, adımın rober olduğunu bildiğim kadar iyi biliyorum ve şu yukarıda anlatmaya çalıştıklarım bir gerçekleşsin, soykırım kelimesini sonsuza dek unutmaya hazırım.

evimizde bu meseleler hiç konuşulmazdı. ama 7-8 yaşlarında bir çocukken, sivas’ta doğmuş, ermenice bilmeyen babamdan tek bir kelime duydum. “çart” dedi. sonradan öğrendim, “kesim” demekmiş. bir insanın boğazına hançeri dayayıp kesmek anlamında. daha geniş bir anlamda da “kırım” demekmiş. soykırım kavramını reddedenlere sormak isterim, “çart” sizce daha mı hafif soykırımdan? (rk/hk)

* fotoğraf: paris arşivinden ermeni yetimlerinden bir grup.

** rober koptaş lusavoriçyan okulu ve ardından marmara üniversitesi çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri bölümünü mezunu. aras yayıncılık'ta editör olarak çalıştı. ardından agos gazetesi'ne geçti. agos'un yayın yönetmenliğine yaklaşık 5 yıl sürdürdü; ocak 2015'te görevinden ayrıldı. bu yazıyı kişisel blogunda yayınladı.

sperm maskesi

sperm şeklinde karton maskeler yapılıp partilerde, zirvelerde takabiliriz. gullüm olur. diğerini isteyenler sıraya girsin.(bkz: kendime kadar aldım)***

birinci avrupa yakası ahlak bekçiliği zirvesi

(bkz: yaşasın)

koşa koşa gidiceğim zirve. bayılırım ahlak bekçilerini yoldan çıkarmaya. tüm cazibem ve iffetsizliğimle zirveyi tarumar edicem. gelsin orjiler gitsin koliler.

eleştirildikten sonra çirkinleşmek

(bkz: alışmamış götte don durmaz)

yaşadığımız ülke, toplum, coğrafya, kültür eleştiri alan, kabul eden bir yer değil maalesef. beğenmediğimiz, kabul etmediğimiz bir eleştiriyi(ki bu itham dahi olabilir) düzgün bir üslupla, geçerli argümanlarla yanıtlamak, karşı eleştirisini yapmak hadi hepsini geçtim tiye alıp gullümünü yapmak yerine '' evde götünü parmakla '' seviyesiyle karşılamak tam da bizim coğrafyamıza layık bir dil. içinden çıktığımız formasyonu da ele veren bir delil aslında. beğenmediğimiz yazarlara kapıyı göstermek de ya sev ya terk etçi geleneğimizin ürünü. çok şaşırmamalı aslında. zaten bozuk ve sorunlu olan bir ülkenin çok uzun süredir daha da çirkef bir iktidarla yönetildiğini, bu çirkinliğin bir şekilde tüm vatandaşlara sirayet ettiğini düşünürsek normal. ananı da al git ülkesi burası neticede. çok seslilik ne zaman muteber oldu ki bu ülkede sözlüğünde olabilsin. tabi işimize gelmeyen her şeyi homofobi diye kodladığımızda gerçek fobileri örtbas etmiş ve bu kavramın içini boşaltmış oluyoruz. işin zararlı bir yanı da bu. hepimiz fobiğiz tabi hala. tamamen arınmak kolay değil ama cinselliği veye ilişkileri farklı yaşamayı gören herkesi de içselleştirilmiş homofobin var diye damgalamak çok anlamlı değil. ki cinsellik konusunda ultra geniş, ultra ahlaksız biri olarak yazıyorum bunları.


(bkz: o kurnadan bu kurnaya çirkef sıçramış)

artı oy verme kriterleri

yaratıcı ve içten komikse basarım artıyı. ırkçı-ayrımcı-cinsiyetç, vs. değilse ve tutarlı bir düşünce ise aynı şekilde. illa benim fikrimde olması gerekmiyor ama akıllıca ve dolu ise tamamdır. fesatça, çirkefçe olursa yersin eksiyi. madi gullüm iyi hoş ama çirkeflikle karıştırmamalı.

ayı sözlük zirveleri

gay erkeklerin hetero gibi davranmaya çalışması

çeşitli kaygılar şu bu olsa da yine de olumlanmaması gereken durumdur. yöneliminizi açıklamak zorunda değilsiniz tabi ama hetero rolü yapmaya da gerek yok be abicim. biraz cesaret biraz gayret lütfen. özgüvenli olur ve dik durursanız en fobikler bile bir süre sonra geri basar emin olun. gerekirse şirret olun gerekirse asosyal olun ama olmadığınız biri olmayın. istedikten sonra kendimize bahaneler uydurmak kolay. doğunun ücra bir köyünde dağ başındayım. öğretmenlik gibi hassas bir iş yapıyorum. etnik-dini-sınıfsal bir sürü kimliğimle de zaten ateş hattındayım. politik duruşum da akp karşıtı açıktan. yani toplar çevrilmiş durumda üzerime. yine de hiç bir zaman hetero taklidi yapmadım. yapmam. gerek yok. e ne oldu? herkes haddini bildi. geri çekildi. hatta fikri değişti. fobileri yumuşadı. olur yani imkansız değil hiç bir şey. korkunun ecele faydası yok. zararı var hatta.

ilişkiye ara vermek

  • /
  • 40
Henüz bir favori entry yok.

Toplam entry sayısı: 783

tüm zamanların en iyi kitabı

sözcü

amk adında kadın düşmanı bir gazete çıkararak bize militarizm, ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi ve faşizmin nasıl aynı bataklığın gülleri olduğunu bir kez daha kanıtlamışlardır. utanmadan bunu savunan insanlarla aynı havayı teneffüs etmek de ayrı bir ızdırap.

vejetaryen

ceset yemekten hoşlanmayan, reddeden kişi.

etoburlar tarafından sürekli taciz edilirler. daha fenası, et yemenin ulvilikleri, gerekliliği, hede hödösü bakımından ikna edilmeye çalışılır. bu etoburlar, tıptan tutun, dini, geleneksel vs bir sürü konuda referanslara başvururlar ama sadece kendilerini komik duruma düşürürler. ** kendi vicdan muhasebesini yapmaktan kaçınanların saldırı hedefleridirler. genellikle doğanın kanuınlarından filan dem vurulur ama sözkonusu kişiler başka hiçbir konuda doğaya uyumlu yaşamayıp bu konuda nedense doğa insanı kesilirler. üstelik doğada hiçbir canlı bir başka canlıyı daha doğmadan anne karnındayken hapsedip, korkunç koşullarda yaşatıp*, işkencevari yöntemlerle kesip yememektedir. avcı hayvanın donanımı varsa av olanın da vardır ve eşit koşullarda verilen bir mücadele sonucu ani ve işkencesiz bir öldürmeyle bu iş olup bitmektedir.

dahası: genelde '' kendiniz bir hayvanı kesip yiyebilir misiniz '' soruma da olumlu yanıt veren çok az kişi çıkmaktadır. kesilmiş önüne gelmiş ve yabancılaştığın bir nesnedir o artık. halbuki o da nefes alıyor, duygularını yaşıyor, belki yavrusuna bakıyordu yakın zaman önce.

türcülük işin başka bir ikiyüzlü yanıdır. '' hayvanseverim '' ben diye yırtınıp, kedi-köpek-kuş vs ine çocuğu gibi bakan kişiler sözkonusu canlı, sığır-tavuk-balık olduğunda hayvan mayvan dinlemezler.

ve evet, endüstriyel-lobici tıp çevrelerinin dışındaki görüşü kaale alırsanız, bitkisel beslenme en sağlıklı beslenme şeklidir.* yüzlerce çeşit bitkiden her tür ihtiyacımızı alabiliriz. * vejeteryanlar dengeli ve sağlıklı beslenen kişilerdir genelde. *

tüm dünyası eşcinsellik olanlar

(bkz: tüm dünyası heteroseksüellik olanlar)

şahsen yukardaki grubu düşününce ben bunları yeğlerim.

veba

ortaçağ avrupası' nda henüz mikropların varlığı bilinmediği için hastalıkların nasıl oluştuğu uzun zaman tartışılmıştır. en büyük suçlu olarak su kabul edilmiş ve bir süre sonra insanlar sudan ve yıkanmaktan korkar hale gelmişlerdir. kısa zamanda avrupa şehirlerindeki birçok hamam vb. kapanmıştır. sudan korktukça temizlikte büyük zaafa düşmüşler ve tam tersi, pislik nedeniyle hastalıklar çok kısa zamanda yayılmış ve büyük salgınları güçlendirmiştir.

hatta parfümün yaygınlaşması da, uzun süre yıkanmamaktan dolayı vücutta oluşan kokuların bastırılabilmesi içindir.

veba aslında sanıldığı gibi tamamen kurtulunmuş bir tehlike değildir. günümüzün hızla şehirleşen ve nüfusu artan dünyasında-üstelik eşitsiz koşulları da düşünürsek- ileride yeniden salgın hastalıkların hortlama riski vardır.

lavaj

sağlıklı bir işlem olmadığını düşünüyorum. barsakların doğal yapısını ve mukos tabakasını yapay müdahaleyle tahrip etme durumu var. hele ki sıkça yapılırsa. vücudumuzun taa içine kadar soktuğunuz suyun mikroptan ne kadar arınık olduğunu da her zaman bilemeyiz. bunu yapmamak pis olmakla filan alakalı değildir. tuvaletinizi yapın, kondomunuzu takın yeter işte. kağıt havlu-peçeteniz de yanınızda olsun tamamdır. ilişki sırasında her şey olabilir. yeri gelir osurursunuz. lavaj bunu çözmüyor mesela. sekse ve bedenimize ilişkin tutumumuz belirler bunlardan rahatsız olup olmamayı. *bunlardan rahatsız oluyorsanız da anal ilişkiden kaçınabilirsiniz.

sözlük yazarlarının 2013 beklentileri

maraş katliamının yargılanması
çorum katliamının yargılanması
malatya katliamının yargılanması
madımak katliamının yargılanması
varlık vergisinin yargılanması
6-7 eylül olaylarının yargılanması
dersim katliamının yargılanması
ermeni tehcirinin yargılanması
gazi olaylarının yargılanması
kenan evrenin yargılanması
trakya olaylarının yargılanması
28 şubatın yargılanması
hrant dinkin gerçek katillerinin yargılanması
faili meçhullerin yargılanması
bursa lgbt yürüyüşüne saldıranların yargılanması
hayata dönüş operasyonunun yargılanması
cuntacıların yargılanması
ahmet yıldızın katillerinin yargılanması
köy boşaltma ve yakmaların yargılanması
malatya-sürgü olayının yargılanması
trans cinayetlerinin yargılanması
pınar seleki yargılayanların yargılanması
lgbt derneklerini kapatmaya çalışan valiliklerin yargılanması
mültecilere işkence edenlerin yargılanması
sabahattin ali cinayetinin yargılanması
kadın cinayetlerinin yargılanması
gözaltında taciz ve tecavüzlerin yargılanması
başörtüsünü yasaklayanların yargılanması
rtükün yargılanması
ahmet kayayı ölüme götürenlerin yargılanması
deniz feneri derneğinin yargılanması
sivillere yönelik her türlü terör eylemlerinin yargılanması
eğitim zayiatı adı altında her türlü asker ölümlerinin yargılanması
susurluk olayının yargılanması
uğur mumcu cinayetinin yargılanması
merve kavakçıyı meclisten atanların yargılanması
vicdani redçilere işkence edenlerin yargılanması
lgbt cinayetlerinin yargılanması
dep milletvekillerini meclisten atanların yargılanması
rock-metal dinleyen gençleri satanist diye gözaltına alanların yargılanması
kamusal alanları sakatlara uygun hale getirmeyen belediyelerin yargılanması
lgbt danışanlarına homofobik telkinlerde bulunan ruh sağlığı uzmanlarının yargılanması

ve tarihimizdeki sayısız ihlalin yargılanması.

yıllar sonra ümit ediyorum ki 10 yıllık tiranların da bir gün yargılanmaları.

gey

erkek eşcinsel. gay kelimesinin türkçeleşmiş halidir.

yıllardır gey kelimesi kullanıldığı, yurdumun lgbt örgütlerinin, akademik dünyasının ve hatta medyasının benimsediği halde, ayı sözlükte neden hala gay halinin kullanıldığını anlayamadığım kelimedir. lezbiyene '' lesbian '', biseksüele '' bisexual '', transseksüele '' transsexual '' demediğimiz halde neden gay kelimesi kullanılır bilemiyorum. gay yazınca daha havalı oluyor zaar!

yılda 200 film çeken porno yıldızının göt deliği

sözlükte fobinin kralının yapıldığını gördüğüm başlık. milletin fantezi dünyası ne genişmiş yahu. yılda 200 kere ilişkiye giren kimse yokmuş gibi konuşulmuş. primayla dolaştıklarını duymadım hiç. anal kaslar sizin çenenizden daha güçlü ve esnek yahu *

yazarların yattığı kişilerin meslekleri

öğretmen
muhasebeci
grafiker
bankacı
amele
mühendis *
güvenlik
müteahhit
dekorasyon ustası
garson
işçi
bakkal
reklamcı
esnaf
satış elemanı
doktor
konfeksiyoncu
şoför
psikolog
akademisyen
emlakçı
sağlık memuru
hemşire
ofisboy
tüccar
radyocu
memur
asker

anan koca mı gördü kızııımm!

edit: bu hafta listeye bir gardiyanı da ekledim ya yuh bana. sevişmeden önce adam memurdu, ortalarda adliyede katip oldu, boşalmaya yakın gardiyanım ben diye döküldü.


ek:

uzman çavuş
eczacı kalfası
çiftçi
makineci
hasta bakıcı
şakirt
bekçi
şarkıcı
dansçı
aşçı
programcı
wafflecı
set çalışanı
turizmci
depocu
müzisyen
beyaz eşya bayii
çağrı merkezi operatörü
kargocu
anketör
fırıncı


en çok da mühendisler, öğretmenler, öğrenciler, muhasebeciler yine de.

tunceli üniversitesi

ilin adı gibi ilerde dersim üniversitesi olarak değiştirilmesini temenni ettiğim üniversite. 1000 yıldır her türlü kalleş yöntemi denedikleri halde devşirilememiş ülkenin* öğrencileri de devşirilemez umarım. ha gayret!

edüt: yorumu beğenmeyen arkadaş, ne oldu gücüne mi gitti? ebu suud efendi mi başardı, ismet paşanız mı?dünya yavuz a, yezid e kalmadı. kasma fazla.

hz. muhammed

ebubekir in kızı ayşe ile 6 yaşında evlenmiş, 9 yaşında gerdeğe girmiştir. o sırada kendisi de 53 yaşındadır. hüseyin üzmezgillere kızmaya hakkımız yok yani.

azatlı kölesi ve aynı zamanda evlatlık oğlu zeyd in karısı zeyneb i görünce ona gönlü kaymış ve zeyd i karısından boşatarak zeyneb le evlenmiştir.*

sayısız eşleri, o öldükten sonra ömür boyu dulluğa mahkum edilmişler, evlenmeleri yasaklanmıştır.

hayattayken, kendisine vahyedildiğini söylediği kuran ın kitaplaştırılmasını engellemiş ve 1400 yıl sürecek tartışmaların fitilini yakmıştır. bugünkü kuran ın '' aslı mı yoksa halife ebubekir, halife osman, halife ömer zamanında tahrif edilmiş halleri mi '' şeklindeki şüphelere ve tartışmalara zemin hazırlamıştır.

atatürk'ün gençliğe hitabesi

alper tunga öldü mü

götü bile yırtılmış tabii ölmüştür.

(bkz: alper tanga giydi mi)

laz

laz diye bir şey yoktur. onlar orman türkleri.**
Henüz takip ettiği biri yok.