kukulata

Durum: 75 - 0 - 0 - 0 - 25.07.2015 01:31

Puan: 758 - Sözlük Kezbanı

10 yıl önce kayıt oldu. 5.Nesil Yazar.

Henüz bio girmemiş.
  • /
  • 4

üstteki yazar

ayı sözlük yazarlarının burçları

gelmişken topluca yazayım.

en sevdiğim renk cumartesi, uğurlu sayım siyah, xxy prototipininprototipiyim, en sevdiğim içecek nil nehri, burcum kova.(bu sonuncu saçma oldu farkındayım)

kaotik ahenk

astrolojiyi seviyorum. böyle yıldızlar filan. gördüğüm en büyük yıldız münir özkul'du. ama burcunu bilmiyorum. sevdiğim şeylere karşı ilgisizim sanırım. hayvanları da seviyorum mesela. ama fil ve denizatı dışında hiçbirini de getirip evde beslemem. özellikle de kediye antipatim var. patisi olduğu için anti değilim hayır. mesele başka. şaka yaf, kedileri seviyorum. otobüse binmeye çalışan kedi var mesela. en inanamadığım da bu. kim bilir nereye gidecek. ah biliyorum. faşist arkadaşlarıyla çay bahçesinde nargile içmeye. faşizm derken feci biçimde kasılıyorum. o yüzden kediyi boşver. kuş olmak daha cazip. yani otobüs güzel bişi olabilir. ama kuşlara gerekmez. ya da dur ya. ne deve ne kuş, en iyisi devekuşu. ahahaha ortalamacılığa bak. neyse. sonuçta kediler bahçeye. siz ışığa doğru gideceksiniz carettalar. "tey tey dünya gam yükü müsün" diye bir şarkı çalacak fonda. ifonda değil hayır. hoff bitmeyen şeyler bunlar. komik bir pazartesi daha. çok da akıtmamak lazım bilinci. enter.

yaratıcı türk zekası

bu küstahlık nerden neşet ediyor anlamıyorum.

yani tamam, kırk yıl aynı zihinsel çöplükte eşelenmek kolay. kırk türkünün kırkını da armut üzerine söylemek, üç dangalağın yediği halta "türk zekası" diyerek komple muamele çekmek de kolaydır belki ama, mevzu üzerine halihazırda açılmış bir başlık varken, gelip burada "bakın ben ne kadar ırkçı değilim" komikçiliği yapmak da tuhaf oluyor gerçekten.

gurur vesilem değil ama türküm. bir reklam ajansına metin yazarlığı yapıyorum, az biraz da yaratıcıyım belki. ama bunlar değil mesele.

"zeka" ölçmek, hele de koca bir topluluğun zekasını ölçmek... sana mı kaldı yahu.

git dangozluğu yapan kimse onu yargıla zekan yettiğince.

haddini aşma.

yaratıcı türk zekası

bu başlıkla haber verdiğin iyi oldu gerçekten.

josef vissaryonoviç çugaşvili stalin

cemal hekimoğlu(kemal okuyan yani), "stalin'i anlamak" kitabının bir yerinde şöyle yazmıştı:

"stepleri o geniş ufukları olmaksızın düşünebilir misiniz...

volga'yı susuz...

rusya'yı stalin'siz..."

şaire

gerçek mi bu?

"şaire" nedir yahu, şirinler etkisi filansa sonu gelmez bunun.

şiir yazıyor olsam ve birisi bana "şaire" dese altına üç kilo nitrogliserin döşeyip atomlarına ayırırım.

saçmalamayın lütfen.

hırs

saldırmak için kullanacağı tüm taşları kendi şahıyla değilse bile kale ya da veziriyle aynı hat üzerinde açmaza düşmüş adamın, rakibin gözlerine bakarken belinden çıkardığı silahı masaya koymasına "hırs" diyelim. silah göstermeyip tahtayı deviren adam daha mı az hırslı peki. ilk sahnede silah gördüysen, o mutlaka patlayacaktır'ı geç, ondan bahsetmiyorum. naifliğimiz, vurduğu kuşlar hala yaşamaya devam eden bir avcı kalibressinde olsa daha mı iyi, onu da pek bilmiyorum açıkçası. ben sadece, silaha değil tahtaya bakalım diyorum. bak at ile hamle yaptı yapacak.

manas destanı gibi başlık açmak

bunu yapan insana bayılıyorum. özellikle de araya alengirli bir kelime sıkıştırınca kutadgu bilig havası veriyor. yani şöyle: çok değişik süreçlerde alkol alıp buna bir şekilde tevafuk işte diyen sevgili. soldaki cümle, yazma ihtiyacı hissettiğim bir sorunsal olarak zihnimde belirip beni sözlüğe koştursa mesela, ben bunu asla bu haliyle dillendiremem. binbir rafine işleminden geçirip hala bir şeye benzetemediysem de gidip "tevafuk" başlığına yazarım, ki afili dursun. ve biliyorum bu çok gereksiz bir mevzu oldu şimdi. hiç yaşanmamış sayalım.

doğru

bazen öyle sinsidir ki...

"hayatta sadece siyah ve beyaz yok, gri de var."

maksat hem uçları hem aykırıları(sarı, mor, pembe, mavi ...) reddederken özgür zihinli görüneyim.

yan yana gelince bambaşka bir şeye dönüşen şeyler

yan yana gelince bambaşka bir şeye dönüşen şeyler

soldaki benim

öncelikle niye başlığa bakıp kendimi tanıtmam gerekiyor anlamadım, konu sıkıntısı mı var? aslında üzerime konuşacak kadar da kendimi tanımıyorum ama hiç sürükleyici değilim bunu biliyorum ve ağırlığımca dram ederim. ihmal sonucu dünyaya düşmüş gibiyim, iki tarla arasındaki sınır gibiyim, ilkel bir su taşıtı gibiyim, bizmut’un simgesi gibiyim, afrika yerlilerinin çaldığı davul gibiyim, iki yüzü beyaz kapsız yorgan gibiyim, boya sanayinde kullanılan organik bir madde gibiyim, tanrı’ya göre insan gibiyim. dahası altını tenekeye çevirme yeteneğim var. bununla gurur duymuyorum. sadece altının kendini teneke sanması benim suçum olmuyor. kendimizi ne sanıyorsak o muyuz? umrumda bile değil.

ulrike meinhof

işte ben bazı şeyleri bu yüzden seviyorum ulrike. adam solo değil, kafa atıyor resmen.

varoluşmayış

slow motion: karanlık bir odada oturuyoruz. konuşurken ruhlarımızı görebilelim diye ışık kapalı. karşı ranzada oturmuş, dudakların "m" harfinde neden birbirine değdiği, kongo havzasında yaşayan at sineklerinin cinsel bunalımları, bunun norveç fiyordlarında yetişemeyen patates taban fiyatlarına etkisi gibi muhtelif konulardan bahsediyor. bense yatağa uzanmış, dinlermiş gibi yaparken ve aslında çok sıkılıyorken, parmağımla duvara "m" harfinden martı çiziyorum. çizerken parmaklarımın birbirine değmediğini söylemek isterdim. şayet karşı ranzada birisi gerçekten yaşamış olsaydı.

fast motion: kalkıp ışığı açtım. karşıdaki ranza boş. hay allah, nere gitti bu kadın. ve lütfen dönmesin çünkü niye gittiğini anlamadığımız insanlar geri döndüğünde, neyi yine yapmamamız gerektiğini bilemiyoruz. en inanamadığım da, birgün yanlışlıkla öleceğiz ve bizim için cenaze namazı kılacaklar. sanırım beni en çok da bu düşünce uyuz ediyor. hemen halıya uzanıp sırtımı kaşımaya başladım. başımı yana çevirdiğimde gördüğüm şey parkenin üzerindeki tozdan başkası değildi. uzanıp parmağımla "beni yıka" yazdım. bunu değilse bile bir fatiha okuyan olurdu. şayet karşı ranzada birisi gerçekten ölmüş olsaydı.

stop motion: bir odadaydık. çok da "dık" değil aslında, "dım". ve bir şeyler sürekli varoluşmuyordu.

sigarayı bırakmak

franz kafka'nın ondokuz temmuz bin dokuz yüz on pazar günü, günlüğüne; "uyudum, uyandım. uyudum, uyandım. kepaze bir yaşam." yazması. gezegenin bu cümle üzerine 105 yıl daha geçirmesi. ondokuz sayısını yitik bir düşünce haritası üzerinde her sabah akla getirmek.

leos carax'ın "insanın evrendeki varoluşu hakkında ne düşünüyorsunuz?" sorusuna, "bu soruyu bana sorduğunuz için teşekkür ederim." deyip susması üzerinden 3 yıl 1 ay 7 gün geçmesi. carax'ın manyak olmasının, fiziki ölümünü engelleyemeyecek oluşu.

oğuz atay'ın "bazı kelimeler bazı anlamlara gelmiyor." diye yazması üzerinden kaç gün, hafta, ay ve yıl geçtiğini bilmemek.

vedat özdemiroğlu'nun woddy allen'a benzemeye çalışmadığını iddia etmesi üzerinden 47 yıl geçmesi. özdemiroğlu'nun 47 yaşında olması.

*** buraya kadar reklamları izlediniz, şimdi asıl filme geçiyoruz ***

sigarayı bırakıp, yerine hergün 1 paket olips almaya başlamam üzerinden 5 gün 14 saat 3 dakika geçmesi. şimdi olips'i, günde 2 pakete çıkarmış olmam. beliren şekerden gitme riski karşısında, olips'i bırakabilmek için sigaraya başlama düşüncesi.

salaklığın tarihi

kamera... ışık... ekşın!

sırat köprüsünden kgs ile geçmeye çalışırken şarampole yuvarlanan vaftiz edilmemiş papazın görüş açısında peder, maraş dondurmacısı ve bilumum melekler var. pederin gözü rüzgarda eteği açılan bir kızın bacaklarına takılıyor. insanların kusurlarına bakma obsesyonu olan kız pederin kulaklarını henüz fark etmedi. maraş dondurmacısı bir kez daha hızlıca çana vuruyor, "a4 kağıt helvacısı seni yendim" diyerek. ortalıkta bir düello kokusu var. derken fırlattığı çöp çöp tenekesine potalı da olsa sayı olarak kayda geçen yaşlı bir kadın kucakta bebek sallamalı gol sevinci yapıyor. belli ki katlayamadığımız gazeteye ortadan vuran, aramızda ve etrafımızda rahat dolaşan biri. sonra bardaktan erken boşalırcasına bir yağmur yağıyor, seller akıyor, diday diday day. faşist turuncu uzaylılara benzeyen bir çocuk yağmurdan adam yapıyor, burnunu da havuç suyundan. başka bir çocuk, hayır hayır çocuk değil bu, denizkızı'na aşık olan ayak fetişisti bir adam. kafasında şinorkelle avm'den içeri giriyor. zoraki bir sevimliliğin sonucu şapla şamanı birbirine karıştıran tezgahtarlar her zamanki yerlerinde. pozitronik beyinli robotları andıran müşteriler de keza. ve işte, yürüyen bir merdiven tak diye duruyor. durduğu an, o güne dek hep yanlış yöne gittiğini fark ediyor. bakalım bu bilinç kaç kişiye sirayet edecek. hayır etmeyecek. çünkü bir melek arp çalarken serçe parmağını kırdığı için sahne blok flüt taksimiyle sonlanıyor.

stooop... kestik!

alttaki yazara soracaklarım var

fiili ehliyetine pazar zabıtaları tarafından el konulunca seyyar arabası devrilen ruhani patatesçi kadar dramatik bir öksüzlük hissederim. güven o kadar önemli değil, bir kadar.

obi-wan kenobi çok mu haklıydı. yoda usta ne kadar iyi yetiştirebildi çocukları. gandalf hiç özeleştiri yapabildi mi. faramir cesur yürek'ten daha mı az cesurdu. oscar'ı reddeden marlon brando abimizi neden çok severdik. beş hececiler yedi meşaleciler'den neden daha çok biliniyor. yedi cüceler neden hepsinden çok seviliyor.

kötü pr mı?

perde takmak

kuantum mekaniği, sicim teorisi, paralel evrenler...

bilim, haliyle de teknoloji aldı başını yürüdü. öyle ki, bugün artık insanlık(insanlık: içine insan koyulan, insandan hallice bişi. kalemlik gibi.)akıl oynatan işler peşinde koşuyor. güneş'in enerjisinin tükenmesiyle birlikte kapımızı çalacak kozmik kıyametten kurtulmak için zilyon ışık yılı uzaklıktaki bir gezegene, içinde binaların, parkların, hastanelerin, okulların(burda da efet) bulunacağı, sokağın tavanı kadar büyük gemilerle, içinde üç beş neslin doğup-büyüyüp-öleceği uzunlukta yolculuk planları yapılıyor. tek sorun, bizi oraya götürecek yakıttan yoksun olmamız. henüz.

şimdi çıtayı bu kadar yükseğe koymuş bir türün bugün hala perde takmak, ütü yapmak filan gibi angaryalarla uğraşıyor olması ziyadesiyle absürd. ve zaten parklarda, meydanlarda, uzay istasyonlarında "bu ne yaman çelişki anne" diye soruyor çocuklar. aynı çocuğa dönüp "peki büyüyünce ne olacaksın?" diye sorsan, "sen küçükken neydin?" diye ters köşeden aforizma kurar. ah çocuklar, çocuklarımız... neyse, diyeceğim;

perde takmak ne lan... bildiğin anal!

hasta la victoria siempre

che guevara'nın, ölümünden hemen önce nitelikli bir ispanyolca ile söylediği "çantamda nutuk var" anlamına gelen sonsöz.
  • /
  • 4
Henüz bir favori entry yok.

Toplam entry sayısı: 75

sinead o'connor

"bu amcığın rolling stone kapağında ne işi var?" - sinead o'connor

http://www.independent.co.uk/arts-entert...
Henüz takip ettiği biri yok.