merhabadunyalibendostum

Durum: 160 - 0 - 0 - 0 - 14.08.2012 15:31

Puan: 3044 - Sözlük Kezbanı

13 yıl önce kayıt oldu. 2.Nesil Yazar.

Henüz bio girmemiş.
  • /
  • 8

bsg

ayılardaki lubun nefreti

eğer sen kendin gibi olduğun için toplum tarafından aşağıladığından, dışlandığından, linç edildiğinden, ötekileştirildiğinden şikayet ediyorsan bir durup düşüneceksin başka birisi de kendi gibi olduğu için ondan nefret edip onu dışlarken, ötekilerken.

prison break

sahi ya böyle bir dizi vardı, zaman ne çabuk geçiyor anunagoim, öhö öhöhö...

star wars seven erkek

star wars sevmeyenler genellikle fight club'ı da jean claud vandamme'ın oynadığı bir dövüş filmi sanarlar. öyle işte.

şehit haberini sunan spikerin şarkı söylemesi

şaşırtmadı. savaş normalleşince böyle olur. biz de ekran başında her şehit haberinden sonra yasa bürünmüyoruz. belçika gibi bir anda afganistan'da on askerini kaybedince milli yas ilan edecek seviyeyi çoktan geride bıraktık. hastalandık, zehirlendik, bu da onun bir sonucu.

intihar etmek

hayat, istediğin zaman onu bitirme imkanına sahip olduğunu bilerek daha rahat yaşanabiliyor.
acıdan ya da umutsuzluktan bağımsız olarak da gerçekleşebilen de bir eylem, ama çoğu intihar, birisinin dikkatini çekebilmek umuduyla yapılan başarısız bir iletişim denemesi.
pek azı, ne not ne de başka bir şey bırakarak intihar edebilir. gerçekten intihar etmek isteyen kişiler, yani var olmamanın var olmaktan daha iyi olduğunu düşünenler, kendi güçleriyle çözemeyecekleri, kurtulması imkansız bir durumdan muzdariptirler büyük ihtimal, kalan muhtemel otuz-kırk-elli yılı bu şekilde geçirme fikrine bile dayanamamaktadırlar.

mesela içinde yaşadığı toplumun hayat algısından görüşlerinden, ruh halinden farklı karakterde bir insan diğer insanlar hiç fark etmeden kendi içinde cehennemi yaşıyor olabilir, ve eğer bir kaçma, ne bileyim başka bir ülkeye, başka bir sosyal ortama falan girmeye gücü yoksa, ya da kendi kendini kandırmayı başaramıyorsa sırf yaşamak kutsaldır deniliyor diye kalan ömrünü o sıkıntı içinde geçirmemeye karar verebilir. bir kişinin ulaşabileceği uç bireysellik noktasıdır, kararı verdikten sonra yapıp yapmaması bir şeyi değiştirmez.

suç unsuru içeriyorsa diye yazayım da günah benden gitsin;

intihar etmek vücudunuzda ciddi hasarlara yol açabilir!

facebook için çekilen fotoğraflar

punk usulü baba

hadi punk bir nebze de steampunk hiç çekilmez, ne o öyle evde sürekli bir mad max havası?

haymatlos

hiç bir devletin ya da vatanın sahiplenilememesi durumu değil, bizzat hiç bir devletin vatandaşı olmama durumudur. yani hiç bir devletten hak talebinde bulunamaz, hiç bir devletin sınırları içine giremezsiniz. dünya da devletlere bölündüğüne göre, anladınız siz...

şu filmdeki tom hanks amcanın durumu gibi yani. (bkz: terminal)

d vitamini

günlerdir güneş yüzü görmediğim için acaba eksikliğini hissediyor muyum diye merak etmeye başladığım vitamindir. sadece makarna, kola ve sigarayla yaşadığım için de fazladan endişeliyim.

sigara

son zamanlarda, aldığım zevki artırmak adına iyice sigara krizine girmeden bir tane yakmamaktayım. tütün sarıyorum tabi, bir de masraftan kısmış oluyorum, ama onun ötesinde inanır mısınız sigaraya tat geldi be, valla. harman tadını falan alır oldum tekrar. üstelik içince tatmin de oluyorum, yani arka arkaya yakılan sigarayı içerken arada kendime soruyordum ulan içmek de istemiyorum, tat da vermiyor, niye yaktım lan ben bunu diye, şöyle iki saatte bir falan yakınca tekrar tatlandı meret.

ray charles

usain bolt

1,96 boylu atlet. çıkışı da hızlı olsa akıl almaz rekorlar kırabilirdi, belki ileride kırar.

savaş

internetle birlikte artık her yerdeki her şeyi görmek mümkün olduğu için, sıradan insan, yani sen ben, iç savaş yaşayan bir ülkenin halkının kanının dökülmesine vicdanen dayanamaz olduk, çünkü elde görüntüler falan var artık, eskisi gibi radyodan istatistik duymuyorsun, bizzat iğrenç kareleri görüyorsun. mesela bombalanmış pazar yerlerindeki kolları bacakları, ölü bebekleri görüyorsun. vicdanın el vermiyor. nato'nun, abd'nin falan savaş açmak için aradıkları zemin de bu kamuoyu vicdanının sabrının taşması.

iki ucu boklu değnek. savaş açılmasının asıl sebebinin bu olmadığını hepimiz biliyoruz da, hiç bir şey yapmadan kenarda durup o katliamları izlemek vicdanımızı titretiyor ya hani? içimizden diyoruz ki, birisi durdursun bu çılgınlığı, birisi bir şey yapmalı. dışımızdan da diyoruz, bak işte, böldüler ülkeyi, kaynakları alıp gidecekler, enkaz bırakacaklar. bakıyoruz ırak'ta öyle olmuş, başka yerlerde de, hatta kaynağa bile gerek yok, silah üretimini kendin yapıyorsan, lockheed, boeing gibi firmaların kar elde ediyorsa bu işten, tüfek üretiyorsa senin büyük şirketlerin, sırf savaşıyor olmaktan bile çıkar sağlayabiliyorsun. ama bir yandan da bakıyorsun, adam diktatör, ordu da onun, devlet de, halk ne yapsın? taş mı atsın tanklara? sonra ordu da bölünüyor. bu sefer diyorsun ki, büyük devletler muhalifleri destekliyor, diktatörün suçlarını medya açık açık gösterirken muhaliflerinki hasır altı ediliyor. ama ya değilse diyorsun, ya bu kadar kötüyse durum, kendilerini bile savunamadan ölsün mü bu adamlar?

vicdani bir boklu değnek bu yani, iki ucu da değil, tamamı boklu. çünkü gerçekten sen bizzat asker olarak orada savaşacak değilsin, istanbul'dan, izmir'den, gümüşhane'den atıp tutuyorsun, diktatöre karşı savaşmazsak vicdanımıza bunu anlatamayız, yok yapmayın muhalifler ameriganın gontrolünde yea falan diye.

iki türlü de haklısın, iki türlü de haksızsın. ne diyim hayat zor.

türkiye ile suriye arasında savaş çıkması

aynı başlığa iki entry art arda giriyorsam kusura bakmayın, ama farklı temalarda bunlar.

şimdi bizde savaş denince hep moğaç meydan muharebesi falan geliyor ya akla, hah işte savaş o değil.

günümüz savaşları savaş alanlarında yapılmıyor, şehirlerde yapılıyor. örneğin ben suriye ile savaşırsam, savaş conk bayırında yapılmayacak, belki de maraş şehri bombalanacak, ya da tsk şamı dümdüz edecek. bilmem biliyor musunuz, ama şehirlerde siviller de yaşıyor. yani vallahi kıçımdan uydurmuyorum. bugün camdan dışarı baktım, istanbul'da sokaklarda halk falan var.

savaş alanı şehirler olunca her atılan bomba sana atılıyor yani. bizzat sana, asker falan değil, sen savaş alanındasın yani. hani urfa'da falan yaşanıyor ya bugün. ha işte oralar hep bomba olacak. tabi bizim orduya güven çok olduğundan halk arasında, haydi diyelim biz bastırıyoruz, diyarbakır ana jet üssünden kalkan uçak gidip halep'i bombalayacak. ordu böyle savaşıyor artık, şehirler savaş alanları. tanka bomba attığında etrafındaki mahalleyi de bombalıyorsun yani, hani şeref abinin, ayşe teyzenin evi falan var ya, onlar komple göçüyor.

savaş bir ekonomi meselesi. altmış bin yıldır böyleydi bu, para bitene kadar savaşıldı, bitince de kanka olundu.

mesela, avrupa yıllarca yahudi bankerlerden borç alarak birbiriyle savaştı, çünkü bankerlik ve para işi papa tarafından sadece yahudilerin yapmasına izin olan bir günah ilan edilmişti, onlar da izin verilen işi yaptılar. bu borçlanmayla savaş açanlar ödeme zamanı gelince yahudileri aç gözlülükle suçladılar. onlardan nefret ettiler, ikinci dünya savaşında bu nefret apaçık patladı.

mesela birinci dünya savaşından sonra ingilizler istanbul'dan çekildiler, çünkü savaş masrafları halka açıklanamayacak kadar ağır bir yük haline gelmişti.

her hangi bir savaş açılması tüm vicdani sakatlıklardan öte, maddi olarak da cebine değecek arkadaşım. geçen gün haritaya bakarken fark ettim de, güney doğu anadolu falan hep türkiye toprağıymış biliyor musunuz? yani suriyeye açık cephe savaşı açmak ve iki yüz- beş yüzbin arası askeri mobilize etmek, sürekli uçak sortileri yapmak, belki it dalaşında uçak kaybetmek falan... hani olimpiyatlara üç dört milyar dolar harcamak lazım diye itiraz ediliyor ya, ondan dedim. hayat değişecek yani, normal olmayacak artık bazı şeyler.

bu da benim sevdiğim basit bir fotoğraf, merak etme açıkta bağırsak yok.

http://timethemoment.files.wordpress.com/2012/04/135280955_cut.jpg?w=1041

ülkendeki bir sokağın bu hale gelebileceğini bil de, sonra savaşa evet de, canımı ye.

türkiye ile suriye arasında savaş çıkması

ilginç, ülkenin bir komşusuyla savaşa girmesi çok normal bugünlerde. ama bizim için savaş normal zaten, eminim ki bugün şırnak'ta, tunceli'de ya da orada bir yerlerde insanlar öldü ve gazetelere çıktı bu, bilmiyorum bakmadım. alışmışız savaşa, asker de değiliz ya, olursa olsun bize ne. hem ben öğrenciyim abi, işim gücüm var...

eşcinsellik

anladığım kadarıyla, ergenlikten itibaren toplum tarafından hoş görülmeyen bir hissi yaşamak, hayatının büyük bir parçasını gizli tutmak, dışlanmak, açıkça öteklienebiliyor olmak yüzünden ülkemdeki eşcinsel insanların büyük bir çoğunluğu hayatın bir çok yanı üzerine düşünemeye fırsat bulamayacak kadar kendi dertlerinde boğuluyorlar.

ben eşcinsel bir kişinin karşılaştığı problemleri tecrübeyle bilemem, ama olduğum gibi olmak yüzünden sıkıntı çekmeyi iyi bilirim.

benden bağımsız bir örnek olarak, bir zamanlar bir sevgilim vardı. doğuştan böbrek problemi vardı, on sekizinde böbrek yetmezliği yüzünden diyalize girmeye başlamıştı. hayatının tamamı bu hastalıktı. bazen düşünüyorum da beni sevmesinin belki de tek sebebi, bir sevgiliye sahip olarak kendi rahatsızlığını unutmaktı, ama bilmem mümkün değil tabii. umutsuzluk ve depresyonla o kadar yoğun bir mücadele içindeydi ki, kendi fikirlerini üretecek bir zaman bulamıyordu, yani her konuda demek istiyorum. en genel kanı neyse o da bana onları tekrar ediyordu. lisede öğretilen tarih doğruydu onun için, o hem kemalistti hem solcu, abisi galatasaraylı olduğu için galatasaraylıydı. şair istanbulu dinliyordu ya hani gözleri kapalı, ve istanbul güzeldi, o yüzden onun için de istanbul güzeldi. oysa o tedavi için istanbula geldikten sonra önce avcılarda, sonra bakırköyde yaşamıştı, istanbul nere, oralar nere. belki de tüm türkiyenin en yaşanılmaz yerleri... ama işte istanbul güzeldi, çünkü bunun üzerine düşünmeye gücü ve vakti yoktu, umursayamazdı bile bunu, zira hep öleceğini düşünüyor, bu konularla uğraşmak yerine aklına hep evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı getiriyordu.

neyse efendim yani demem o ki, yurdum eşcinsel gençlerinde, yani yirmi beş yaşın altında, böyle bir durum var sanki. herhangi bir şey düşünemeyecek kadar yorgun, şaşkın, güçsüzler. hepsinin ailevi problemleri, kendilerine ait gizili bir hayatları var. başka bir yolu olmadığı için elbette, ama yorum yapmıyorum, yani gördüğümü tarif etmeye çalışıyorum. tanıdıklarım, gördüklerim hep böyle* .

sözlüğün sol penceresinde günlük hayata dair başlıkları çok nadiren görüyorum, bu konuların konuşulabileceği çok fazla yer de yok, doğaldır burada cinsellik üzerine konuşmak, ama ne bileyim eşcinsel bireylerin birbiriyle spor, politika, müzik, sanat üzerine paylaşacak hiç bir şeyleri olmadığına inanasım gelmiyor.

belki de herhangi başka bir sözlükte de paylaşılabilecek şeyleri, ya da arkadaşlarla paylaşılabilecek şeyleri bir de burada yazmaya gerek görmüyordur yazarlar, bilemem. sen ne anlarsın, bizim buna ihtiyacımız var hissinde olabilir insanlar. daha önce yazmıştım, ben bilmem, bear bilir.

yok, sen bilirsin, illa ki söyle diyorsanız, ayısözlüğü kurtarılmış bölge haline getirmek, potansiyelini harcamak gibi geliyor bana.

yatılı okul

daha iyi bir eğitim için lise çağındaki çocukların yollandığı yarı askeri okul. erken yaşta aileden ayrılmanın getirdiği yalnız başına yaşamaya alışma falan filan hikaye. tecrübe ettim biliyorum.

eğer aile ile çocuk arasındaki ilişki kopuk, limoni falan değilse, aile hayatı nispeten normal ise yani, aile ile geçirilebilecek güzel vakitlerin çocuktan çalınmasından başka bir anlamı olmayan hadisedir. fen lisesi adı altında eğitim veren ucubelerden birinde ben de okudum. sayısal alana mahkum olduğum yetmezmiş gibi, şimdi düşünüyorum da, üniversite yıllarını da işin içine katarsak, ailemle sadece doğumumdan on üç yaşıma kadar birlikte yaşadım. okulda gerçekten bir iki iyi arkadaş edindim evet, ama açıkçası nerede okursam okuyayım lisede iyi arkadaşlar edinecektim. yatılı okumanın bana tek etkisi beni ailemden ayırmak oldu.

şimdi istesem bile aileme katlanamayacak kadar kendim olduğum halde o vakitler mutlu olabilirdim onlarla. onun yerine egosunu bizim üzerimizden tatmin eden hocalarla sabah akşam bir arada yaşamak zorunda kaldım. okulumuzda ikiyüz civarında öğrenci vardı, tahmin edersiniz ki müdür, müdür yardımcısı falan allahtı. kusura bakmayın böyle diyeceğim, o okulda onlar ne derlerse oydu.

bir anadolu lisesinin laçkalığı yoktu, siz fen lisesi öğrencisisiniz, düzgün giyinecek, çok çalışacaksınız, örnek olacaksınız. böyle deniyordu bize. aileler de haklı buluyorlardı bu muameleyi. bana sorarsanız, böyle bir çocukluk sonu yaşayıp microsoft'ta yazılım mühendisi olacağıma ailesi ile güzel anıları olan, halasını, eniştesini, babaannesini ayda yılda bir de olsa gören, onlarla vakit geçirmiş, eğlenmiş, kavga etmiş, küsmüş, barışmış bir manifaturacı olmayı tercih ederdim.

en kötüsü de, birlikte yaşadığınız kedinizden, köpeğinizden ayrılmaktır bence. evet, aileden daha önemlidir bu. çoğu insanın sevgililerinde aradığı o karşılıksız sevme-sevilme duygusu ancak bir hayvan arkadaşla yaşanabilir. evet, sevişilmez köpekle ama üzgün olduğunuzda da, mutlu olduğunuzda da oradadır ve ona sarılarak yaşamışsınızdır o duyguları.

yatılı okul benim için telefondur. bir gün telefon gelir, köpeğin öldü, gömdük...

müdürünüz sen benle taşak mı geçiyorsun, gidemezsin, otur oturduğun yere der. arkadaşların ya üzülmüşün anladık da epi topu bir köpek der. siz de oturur içine içine ağlarsınız.

keşke ailemle, köpeğimle, köşedeki bakalla, aşağıdaki pideciyle daha çok vakit geçirmiş olsaydım da itü'de değil başka bir üniversitede okusaydım, hatta belki okumasaydım. parası da, statü veren diploması da batsın.

çocuğunuzu yollarken dikkat etmeniz önemlidir.

edit: tabii ben söylemedim ama, bu okullarda disiplinli adam yetiştirmek adı altında çocuğa işkence edilir. televizyon yok, bilgisayar yok, üniversitelerde bile yokken doğal olarak bu okulda kütüphane de yok, çocuğun tek girdi kaynağı öğretmenler ve arkadaşları. zaten kapalı kutu olduğu için başka liseden kız arkadaş falan zor, okulda da yüzde otuz nüfus kız, tabii eşcinselseniz hayal edin neler yaşanır. eminim ki burada birileri yaşamıştır bunu, hayal etmeye gerek yok, belki o çıkar anlatır. din, milliyetçilik, hiyeraşi gibi kavramlar bu okullarda yaygındır. yatılı olduğu için genellikle bu konularda fikir de beyan etmek zorunda kalırsınız. örneğin odanızda kalan diğer dört kişiden üçü namazında niyazında gençler ise, haydi sen de gel birlikte kılalım, haydi sen de abdest al, bu gün sen de oruç tut haydi gibi iyi niyetli tacizler gayri müslim ya da ateist gençleri travmaya sokabilir.

evet bu hikayedeki dindar bendim ama olmayan çocuk da en yakın arkadaşlarımdan biridir, ve baskı altında kalıyordu açıkça, rahatsız oluyordu ama çıkıntı olmamak adına bir şey demiyordu.

das boot

bu film en iyi asker filmleri içinde il beşte yer alır benim gözümde. bakın savaş demiyorum, asker diyorum.

efendim bu film, ikinci dünya savaşında, nazi donanmasında görev yapan bir u-boat'un hikayesini anlatıyor (u-boat bildiğimiz deniz altı.) propaganda, reklam, askerliğin meşrulaştırılması gibi hollywood zırvalarına hiç girmeden olanca normalliği savaşta bir asker aslında neler yaşar gösteriyor.

film ağır bir film ya da çok felsefi çekimler ve yorumlar barındırıyor falan değil, ne bileyim, er ryan'ı kurtarmak'ı izleyebildiyseniz bunu da izleyebilirsiniz, ve bence de mutlaka izlemelisiniz. klostrofobik bir denizaltıda haftalar, aylar boyunca karaya dönmeden yaşayan bir mürettebatın hikayesi, pew pew bang bang bir savaş filminden daha bayık gözükebilir, ama lakin ki öyle değildir.

http://www.imdb.com/title/tt0082096/

when i grow up

ulan nerden tanıdık geliyor diyordum, pes 2011'in menü müziği bu kereta.
  • /
  • 8
Henüz bir favori entry yok.

Toplam entry sayısı: 160

x men de hangi karakter

20 tane adamsınız anca biriniz mystique demiş. çarşıdan alıyorsun bir tane eve geliyorsun bin tane, akıllı olun oğlum, akıllı!

scat sex

bütün kuşlar* bitti de sıra leyleğe geldiyse bilemem, ama bence insan sevdiğinin üstüne sıçmamalı.

intihar etmek

hayat, istediğin zaman onu bitirme imkanına sahip olduğunu bilerek daha rahat yaşanabiliyor.
acıdan ya da umutsuzluktan bağımsız olarak da gerçekleşebilen de bir eylem, ama çoğu intihar, birisinin dikkatini çekebilmek umuduyla yapılan başarısız bir iletişim denemesi.
pek azı, ne not ne de başka bir şey bırakarak intihar edebilir. gerçekten intihar etmek isteyen kişiler, yani var olmamanın var olmaktan daha iyi olduğunu düşünenler, kendi güçleriyle çözemeyecekleri, kurtulması imkansız bir durumdan muzdariptirler büyük ihtimal, kalan muhtemel otuz-kırk-elli yılı bu şekilde geçirme fikrine bile dayanamamaktadırlar.

mesela içinde yaşadığı toplumun hayat algısından görüşlerinden, ruh halinden farklı karakterde bir insan diğer insanlar hiç fark etmeden kendi içinde cehennemi yaşıyor olabilir, ve eğer bir kaçma, ne bileyim başka bir ülkeye, başka bir sosyal ortama falan girmeye gücü yoksa, ya da kendi kendini kandırmayı başaramıyorsa sırf yaşamak kutsaldır deniliyor diye kalan ömrünü o sıkıntı içinde geçirmemeye karar verebilir. bir kişinin ulaşabileceği uç bireysellik noktasıdır, kararı verdikten sonra yapıp yapmaması bir şeyi değiştirmez.

suç unsuru içeriyorsa diye yazayım da günah benden gitsin;

intihar etmek vücudunuzda ciddi hasarlara yol açabilir!

bilgisayar oyunu

bilgisayara yüklenen ve yaygın inanışın aksine sadece eğlence vaadetmeyen yazılımlardır bunlar. yüklenen dediysek, atari kartuşlarını, amiga disketlerini, commodore kasetlerini es geçmiyorum elbette, ama günümüzdeki durum budur.

sözlük yazarlarının bilgisayar oyunlarıyla ilişkisini çok merak ediyorum. bilgisayar oyunu denince olaya yabancı olanların ilk aklına gelen pes, fifa, counter-strike, starcraft, diablo, call of duty vs oyunlarla sınırlı bir alanı kast etmiyorum. yine wall of text geliyor, ama bu biraz benim hayatımdan, ve oyunların neden sadece civv puff bam bam olmadığıyla alakalı olacak.

kısaca bahsetmek gerekirse bilgisayar oyunlarıyla ilk tanışıklığım atari 2600 ( ) denen zımbırtı ile oldu. basit platform oyunlarının, efendim ne bileyim river raid ( ), boxing( ) gibi oyunların olduğu bir aletti bu, bir joystick ( ) yardımıyla oynardınız oyunları, tabii bizim oralarda bunun kartuşu neyin yoktu, ama oyunlar alete yüklü gelmişti, biz de öyle oynuyorduk. sonra commodore 64( ) ile tanıştım, babam da meraklıydı bu zımbırtılara o vakitler. bu aletin bir kaset oynatıcısı( ) vardı, oyunları kasette gelirdi, kasetçalara bir kafa ayarı yapılırdı ki sormayın gitsin, o ayar en küçük titreşimde bozulduğu için oyun yüklenene kadar yürümek yasaklanırdı evde. babam battleship ( ) oynardı, biz de artık allah ne verdiyse, barbarian ( ), international karate( http://ayisozluk.com/lnk/a70d43 ), boulder dash( ) ve daha nicelerini oynardık.

sonra, amiga diye bir zımbırtı çıktı. babam bunu da hevesle aldı ama artık çağ değişiyordu, oyunlar sırf eğlencenin ötesine geçmişler, hikaye, atmosfer vb kavramlarla tanışmışlardı, bu alete çıkan oyunlar öylesine yapılmış şeyler değillerdi, hepsi dolu doluydu. hiç değilse, futbol oyunları bile belli bir kalitede mizah, akıl ve eğlence içeriyorlardı. bizim ihtiyar bu duruma ayak uyduramadı, oyun oynama devri onun için amiga ile sona erdi. efendim bu amiga denen zımbırtı türlü türlüydü, ama o kadar fazla işe yarıyordu ki! örneğin star wars'taki lazer efektleri bu aletle her bir karenin üzerine çizilmişlerdi. bizde amiga 600( ) vardı. bu alet de joystick kullanıyordu, ama oyunların bir çoğu, buna ek olarak ilk defa tanışma şerefine nail olduğumuz mouse denen bir zımbırtı yardımıyla oynanıyordu. çok yadırgamıştık ilk başta, o neydi öyle, tıklaya tıklaya oyun mu oynanırmış yahu? işte bu dönemde oyun alemine birden yeni yeni türler eklenmeye başladı. her oyun birer şaheserdi ve çocuk yaşlarda insanın aklına hayaline gelmeyecek yeni dünyalar açıyordu bize.

platform türünden adam akıllı yakasını sıyıran ilk oyun dune 2( ) oldu. oyunu yapan westwood adlı firma bu oyun türüne strateji demişti. mouse yardımıyla, belli tip binalar kurup, bunlardan belli üniteler çıkarıyor ve düşmanla savaşıyordunuz. tabii hepsi kaynak harcanarak yapılıyordu, kaynak baharattı ve kaynağı harvester yardımıyla topluyordunuz. ama olay sadece savaş değildi, bölüm aralarında tip tip adamlar çıkıp acayip hikayeler anlatıyorlardı. anlayacağınız, firma savaşma mantığını satabilmek için, oyuncuları frank herbert'ın ünlü dune romanlarının konusuyla yakalamaya çalışıyordu, ve romanın bir simülasyonunu bu oyunla bize sunmak istiyordu. akıl almaz şey, oysa bize kitap okumanın yerini hiç bir şey tutamaz diye öğretmişlerdi. neyse, devam edelim. sonra sensible firması ile tanıştık, ilk olarak sensible world of soccer aka. swos (
2d09 ) ile tanıştık. mizahi bir futbol oyunuydu, ve futboldan ziyade, bitmek bilmez bir eğlenceydi. koca kafalı elemanlardan oluşmuş takımlar, üstelik türkiye, zimbabve, papua yeni gine dahil tüm ligler vardı, transfer vs vs. yeme de yanında yat! ve aynı firmanın başka bir efsanesi, cannon fodder (
) sözlere de dikkat edin bir yandan. bu oyunu anlatmaya kelimeler yetmez. 3 kişi ile başlayan askeri maceranız bir sürü görevle sürüyor, ama bildiğiniz kalıpları unutun, askerlerinizin isimleri var, ve her bölüm, askere katılmak isteyenlerin ordugah kapısına gelmesiyle başlıyor, eğer önceki görevde asker kaybettiyseniz yerine kapıdan birisi giriyor. bu askerlerin isimleri de jools, joops vs isimler, hepsi de oyunu yapan küçük ekibin lakapları. bunlar öldükçe, ordugahın önündeki tepede mezarlar çıkmaya başlıyor (
) ( ). bu oyunda jools'u kaybettiğimde hep bir iki damla yaş süzülürdü gözümden, şimdi bakınca o oyunlara, o dönem amatör ruhun nasıl işlerbaşardığını görünce yani... neyse devam.

amiga mevzusu anlaşıldığına göre, bir sürü muhteşem başka şeyi daha atlayıp pc'ye geçiyorum. aslında atari dahil bu saydıklarımın hepsi bilgisayar da olsa artık bilgisayar denince kelli felli kasası olan, monitörü olan falan aletler anlaşıldığı için buna bilgisayar diyeceğim. evet, bilgisayara ilk geçtiğimizde artık işin suyu çıkmıştı. benim ilk edindiğim oyun nba 99 idi, ve zamanına göre muhteşem gerçekçiliğiyle beni başında esir ediyordu. ama zaman geçtikçe akıl almaz bir dünyaya adım attım ve frp türünün muhteşem örnekleriyle tanıştım. kısaca, bunlar rol yapma oyunlarıydı, ama öyle diablo vb. gibi değil, bazı oyunlar oluyordu ki hiç taş atmadan kan dökmeden oynanması gerekiyordu, aşklar yaşanıyor, zaferler, mağlubiyetler yaşanıyordu. ilk oynadığım şaheser, planescape torment ( ) idi. oyunlar sayesinde çat pat geliştirdiğimiz ingilizce bu oyun karşısında beyaz bayrak açıp teslim olmuştu, çünkü oyun hikaye anlatmak şöyle dursun, bizzat sizin hikayeyi oluşturmanızı ve yaşamanızı istiyordu. böylece bol diyaloglu, ingilizce manyağı oyunu oynamak için bir elde sözlük, bir elde mouse bilgisayarın karşısına otururduk. sonra ise aynı firmanın ikinci şaheseri, baldur's gate ( ). bu oyunun karakterleri öylesine derindi ki, baldur's gate 2'nin çılgın ranger'ı minsc'in her cümlesi ezberlenirdi, yoshimo'nun hain olup olmadığı merak edilir, grupta tutmaktan çekinilirdi. grubunuzun karakterleri olmadık yerlerde birbirine sataşır, belki birbirlerini ölümcül yaralarlardı, oyunun bir aşamasını geçmek için gerekli malzemeleri almayı başaramıyorsanız, hayat zalimdi, ve grubunuz yok olmaya mahkumdu.

sonra ise oyun denemeyecek bir şaheser, fallout ( ) kıyamet sonrası dünyayı bize tanıttı. mad max'i hayranlıkla izleyen bizim jenerasyon bu oyuna afedersiniz bildiğiniz domalmıştı. oyunun içinde akla hayale gelmeyecek senaryo çeşitlenmeleri, bitmek bilmeyen, her biri ayrı roman olacak yan görevler vardı, ve ana hikaye de çok etkileyiciydi, anlatmakla olmayacak kadar, belki kendiniz internetten bakarsınız.

bir müddet sonra, artık oyun dünyası büyük firmaların kucağına düşerken, eskisi gibi amatör ruhlu oyunlar piyasadan silinmeye başladılar, ama o endüstri devleri de öyle oyunlar yaptılar ki, bu oyunlar sanki aktörlüğü bizzat sizin yaptığınız filmler gibiydiler. hikayeleri derin, oynanışları cezbediciydi. half-life ( ), homeworld ( ) ( ) elder scrolls; daggerfall ( 17b23 ) ve daha niceleri.

bu gün ise, oyunlar bambaşka yerlere geldiler, limbo( ), minecraft ( ), flight simulator x( ) ve şu an aklıma gelmeyen nice oyun artık insanları eğlendirmenin ötesindeler, isterseniz erişme imkanınız olmayan bir durumu simule edebilir, isterseniz sanal alemde kendinize bir dünya yaratabilir, isterseniz en karanlık kuyularda dolaşabilir, isterseniz neler neler tecrübe edebilirsiniz.

hayatıma bir yerinden dokunup geçmiş onlarca oyundan sadece bir iki tanesini yazabildim burada, daha multiplayer oyunlarda tanışılan rus, ingiliz, alman, çinli, meksikalı, brezilyalı vb arkadaşlardan, amnesia, gta, skyrim gibi oyunlardan, heavy rain, alan wake gibi interaktif film tadında oyunlardan, l.a. noire'den vs vs. bahsetmedim, ama durumu anlatabilmişimdir herhalde.

ben bugün kim isem artık, bu halime ulaşmamda bilgisayar oyunlarının katkısı çok olmuştur. hayaller kurdurtmuş, eğlendirmiş, insanlarla tanıştırmış, uçurmuş, savaştırmış, seviştirmiştir beni oyunlar. 40 saat aralıksız diablo oynayıp ölen adamın yaptığı şey bilgisayar oynamak değil diye düşünüyorum, takıntı bu.

call of duty, battlefield oynamak da insanı manyak yapmaz, cem yılmaz'ın dediği gibi, biri istanbul'a bakıp şair oluyor, ötekisi bakıyor ulan istanbul ananı skicem senin diyor.

açıkçası, bende mi bir sorun var diye düşündüğüm konudur bilgisayar oyunları, tanıdığım hiç kimsenin hayatında ufak da olsa yer edinmemişler fifa, pes vs. dışında.

neyse efendim, kısacası, bilgisayar oyunları güzeldir.

eşcinsellik

anladığım kadarıyla, ergenlikten itibaren toplum tarafından hoş görülmeyen bir hissi yaşamak, hayatının büyük bir parçasını gizli tutmak, dışlanmak, açıkça öteklienebiliyor olmak yüzünden ülkemdeki eşcinsel insanların büyük bir çoğunluğu hayatın bir çok yanı üzerine düşünemeye fırsat bulamayacak kadar kendi dertlerinde boğuluyorlar.

ben eşcinsel bir kişinin karşılaştığı problemleri tecrübeyle bilemem, ama olduğum gibi olmak yüzünden sıkıntı çekmeyi iyi bilirim.

benden bağımsız bir örnek olarak, bir zamanlar bir sevgilim vardı. doğuştan böbrek problemi vardı, on sekizinde böbrek yetmezliği yüzünden diyalize girmeye başlamıştı. hayatının tamamı bu hastalıktı. bazen düşünüyorum da beni sevmesinin belki de tek sebebi, bir sevgiliye sahip olarak kendi rahatsızlığını unutmaktı, ama bilmem mümkün değil tabii. umutsuzluk ve depresyonla o kadar yoğun bir mücadele içindeydi ki, kendi fikirlerini üretecek bir zaman bulamıyordu, yani her konuda demek istiyorum. en genel kanı neyse o da bana onları tekrar ediyordu. lisede öğretilen tarih doğruydu onun için, o hem kemalistti hem solcu, abisi galatasaraylı olduğu için galatasaraylıydı. şair istanbulu dinliyordu ya hani gözleri kapalı, ve istanbul güzeldi, o yüzden onun için de istanbul güzeldi. oysa o tedavi için istanbula geldikten sonra önce avcılarda, sonra bakırköyde yaşamıştı, istanbul nere, oralar nere. belki de tüm türkiyenin en yaşanılmaz yerleri... ama işte istanbul güzeldi, çünkü bunun üzerine düşünmeye gücü ve vakti yoktu, umursayamazdı bile bunu, zira hep öleceğini düşünüyor, bu konularla uğraşmak yerine aklına hep evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı getiriyordu.

neyse efendim yani demem o ki, yurdum eşcinsel gençlerinde, yani yirmi beş yaşın altında, böyle bir durum var sanki. herhangi bir şey düşünemeyecek kadar yorgun, şaşkın, güçsüzler. hepsinin ailevi problemleri, kendilerine ait gizili bir hayatları var. başka bir yolu olmadığı için elbette, ama yorum yapmıyorum, yani gördüğümü tarif etmeye çalışıyorum. tanıdıklarım, gördüklerim hep böyle* .

sözlüğün sol penceresinde günlük hayata dair başlıkları çok nadiren görüyorum, bu konuların konuşulabileceği çok fazla yer de yok, doğaldır burada cinsellik üzerine konuşmak, ama ne bileyim eşcinsel bireylerin birbiriyle spor, politika, müzik, sanat üzerine paylaşacak hiç bir şeyleri olmadığına inanasım gelmiyor.

belki de herhangi başka bir sözlükte de paylaşılabilecek şeyleri, ya da arkadaşlarla paylaşılabilecek şeyleri bir de burada yazmaya gerek görmüyordur yazarlar, bilemem. sen ne anlarsın, bizim buna ihtiyacımız var hissinde olabilir insanlar. daha önce yazmıştım, ben bilmem, bear bilir.

yok, sen bilirsin, illa ki söyle diyorsanız, ayısözlüğü kurtarılmış bölge haline getirmek, potansiyelini harcamak gibi geliyor bana.

yeni başlayanlar için hayat

küvezden çıkınca kadının birisi size meme verecek, yadırgamayın emiverin gitsin.

ötekileştirmek

sözlük konsepti gereği ötekileştirmenin ve ötekileştirilmenin başlığına bir entry yazmasam çatlardım, wall of text mi geliyor ne?

aslında yazıya böyle başlamamak lazımdı, sıkıcıyım lan ben diye bağırarak başlayan yazı mı olur, neyse...insan doğduğu andan itibaren diğer varlıklarla, örneğin bebek sandalyesi, anne, kitap vb. etkileşir, çocukken, henüz entellektüel bir karşılık verecek bir gücü yokken okulda, mahallede, evde tanıdığı büyükler vasıtasıyla endoktrine edilir, eğitilir, bir bağlamda da evcilleştirilir. toplu yaşamanın getirilerinden birisidir bu, karıncaların aksine insan içgüdüsel olandan fazlasını kullanarak, düşünceler üreterek sürüleşir ve toplumlaşır.

toplu halde yaşamak için gerekli mavallar kolay kabuledilebildiği ve çok keskin cevaplar sunduğu için insanın bireyleşmesi öyle hemen oluvermez, eğer siz kendi ezberlerinizi bozmayı başaramazsanız bu bireyselleşme hiç bir zaman da olmayabilir.

kendi değerleri, inançları ya da inançsızlıkları, kendisinin belirlediği öncelikleri olmayan, kendi sevgi ve korkusunun kaynağının ne olduğunu başkalarına sorup öğrenmeye çalışan insanların bulduğu kolay cevaplara ulaşamaz, kendi soru ve arayışınızla baş başa kalırsınız. birey olarak kendi hayatını, ölümünü, ihtiyaç ve arzularını sürekli olarak düşünen ve ölene kadar da düşünmeye devam edecek olan insanlar kendi fikirlerinin bu bireyselleşmemiş topluluktan çok farklılaştığını fark edebilir, kendi kendilerini diğer insanlar gözünde öteki konumuna düşürdüklerini ya da eninde sonunda düşüreceklerini görebilirler.

doğum yeriniz ve doğduğunuz ülke ile birlikte standart pakette gelmeyen düşünce ve arzuların çoğu sizin çarmıha gerilmenize neden olur.

bu farklılaşan fikir ve davranışların o kadar geniş bir skalası vardır ki... cinsel kimlik, politik kimlik, arkadaş seçimleri, aile bireylerine tutum, tip, dil, dini inanç ve kültür farkı, ekonomik durum ve daha nice değişken fikir, davranış ve kalıtım yüzünden insanlar farklılaşır ve çoğunluk, zavallı bireyi
toplumsal tahtrevallinin diğer ucuna, oradaki boş koltuğa atar. kişi kendi kendine özgürce düşündüğü ya da hissettiği için ötekileştirilir. (alakasız duracak ama yazmam gerektiğini hissediyorum; bence, kişinin en çaresizce yanlızlaştığı an da bu andır ve bu yoldan geri dönmek mümkün olmayabilir)

ötekileyen insanların bunun farkında olduklarını bile düşünmüyorum. onların fikirleri pek bir sarsılmaz oldukları için, sonuçta yanlış olan siz olmalısınız! hayat boyu verilecek bir savaşa hoş geldiniz...

işin acı yanı, kendimizi tanımladığımız kimlikler yüzünden o kimliğe mensup olmayanlarla otomatik olarak ötekileşip bir çatışma haline giriyoruz. keşke karşımızdaki varlığın insan olduğunu ve gerisinin önemli olmadığını söyleyebilseydik ama şu son sözlerimi edecekken aklıma ne geldi, sözlüğün aktif yazar sayısı binli sayılara ulaşırsa, burada birbirlerini milli kimlik üzerinden ötekileyen ayıları görebiliriz örneğin, ya da eşcinsel eğilim farklılığından dolayı birbirlerini sevmeyen insanları daha çok görebiliriz.

anladığım kadarıyla ötekileştirilmek ötekileştirmeye engel değil, düşüncelerimizi bir tartmakta fayda var diye düşünüyorum.


karşı cinsten teklif almak

aylık bin beş yüz lira artı sigorta artı yeme içme masrafları da teklife dahilse bir iş teklifi yapıyor olabilir, sırf karşı cins diye hemen reddetmeyin.

hamama giren terler

bu lafı doğru yerde kullanırsanız karşıdaki insanı sus pus edebilirsiniz,

coni- hey dostum, yarışma için hazırladığım bilgisayar kodunu hatırlıyor musun? teslimi bu akşamdı ve ne oldu tahmin et, o patron olacak kaltak yazılımın değişmesini istiyor, anlıyormusun ha, tüm gün bununla uğraşmam gerekecek dostum, yarışmaya kadar nasıl yetişecek bu kadar iş, ha söyle bana, ha?

maykıl- ee dostum, hamama giren terler.

coni- ee.. evet. neyse gideyim ben.

yaşlandıkça yakışıklı olan erkekler

x men de hangi karakter

20 tane adamsınız anca biriniz mystique demiş. çarşıdan alıyorsun bir tane eve geliyorsun bin tane, akıllı olun oğlum, akıllı!

star wars seven erkek

star wars sevmeyenler genellikle fight club'ı da jean claud vandamme'ın oynadığı bir dövüş filmi sanarlar. öyle işte.
Henüz takip ettiği biri yok.
Henüz takip eden biri yok.