benim anladığım kadarıyla, heteroseksüellik, eşcinsellik vb. gibi çok geniş bir skalada, değişik değişik türleri olan bir haldir. sevilisiyle bile cinsel ilişki kurmayan, cinselliği hayatına sokmayan insanlar olduğu gibi, sevgili ararken cinselliği hiç göz önünde bulundurmayan türleri de var diye düşündüm. tabi çok keskin bir tanımı vardır da ben bilmiyorumdur, bu entry fena sallama olmuştur, olabilir böyle şeyler. ben kategorileri ve kategorileşmeyi manasız buluyorum zaten. bilimsel sınıflandırma açısından kolaylık sağlaması dışında tektipleştirmekten başka bir işe yaramadığını, aseksüel sosyal-kimliğinin gerçek hayatta tek bir yansıması olmadığını düşünüyorum.
kıssadan hisseli, bol mesajlı bir hikayedir. kısası şöyle, adamın tavuğu altın yumurtalar yumurtluyor, adamın daha çok paraya ihtiyacı var, o yüzden tüm yumurtaları almak için tavuğu kesiyor.
bu hikayenin en önemli mesajı, lise biyoloji derslerinin önemine vurgu yaptığı son bölümüdür. eğer tavuğun sahibi birazcık biyoloji bilseydi, tavuğun yumurtaları bünyesinde barındırmadığını, bunların oluşmasının vakit aldığını da bilir, tavuğun içinde fazla fazla altın yumurtalar olmadığını akıl eder ve tavuğu kesmezdi. işte bu hikayeden anlıyoruz ki, lise öğrencisiyken aslında hepimizin sarf ettiği "ulan bu tavuğun üreme sistemi, kurbağanın sindirim sistemi falan bunları öğrenmek ne işimize yarayacak anunuagoyim" tarzı cümleler çok acı, çok yanlış cümlelerdir.
mesela o dersleri okumamış olsak, ve altın sıçan bir kurbağamız olsa mazallah kurbağının içindeki tüm altını almak için hayvanı plöp diye ortadan ikiye ayırırdık, ama gel gör ki hepimiz kurbağının beslenmezse altın sıçamayacağını bildiğimiz için kurbağayı kesmez, beslemeye devam ederiz.
ek olarak, duruma salt para olarak bakarsan evet, aptallıktır, geleceği düşünememektir tavuğu kesmek, ama söz konusu tavuktan nefret etmek için geçerli sebepler varsa, altın yumurtlayan tavuk değil altın yumurtlayan deve kuşu olsa gene kesilir o.
bir ukdeyi doldurmanın daha mutluluğu içerisindeyim arkadaşlar.
bu bir kitaptır, öncelikle bunu söylemekte fayda var!
bu kitap esasen semavi dinlerin birbirleriyle ilişkisini islam dinine ait bir gözlükle inceleyen ve neden islamın diğerlerinden üstün olduğunu açıklamaya çalışan, harputlu ishak efendi tarafından yazılmış bir eserdir. kendi kelimelerini nakledersek kitabın içerinin neye benzediği daha net anlaşılabilir;
"bu kitâbın birçok yerinde yehûdîlerin ve hıristiyanların ellerinde bulunan din kitâblarının bozuk olduğu yazılıdır. bunlara ve
bunların yolunda olanlara inanmamalı, dîni ve îmânı ehl-i sünnet
âlimlerinin kitâblarından öğrenmelidir.
hıristiyanların birbirlerine ve yehûdîlere ve müslimânlara yapdıkları zulm ve tüyler ürperten işkenceleri anlamak için, 94.cü ve
sonraki sahîfeleri ve 238.ci sahîfeyi okuyunuz!"
kendi adıma, ben kitabın içeriğini hızlı hızlı okduğum zaman bu eserin neden bu kadar popüler olduğunu bir miktar anlamış olsam da, kitabın yaygınlığının benim bildiğim iki sebebi vardır. birincisi, 90'lı yıllarda türkiye gazetesi bu kitabı okuyucularına bol bol dağıtmıştır, ki tirajının milyonu bulduğu zamanlar olmuştur. ikinci bir sebebi de, bu kitap zaman zaman camilerde tarikat dervişleri ve çeşitli cemaatlere üye insanlar tarafından dağıtılmaktadır. haydi eksik olmasın, bir üçüncü sebep olarak da ekşisözlüğü yazayım, ama türkiyenin dinin nispeten uzaktan yaşayan canım insanları bu kitabı ekşi sözlükten öğreniyor olsalar da, ilimi ve itikadi bizzat irfan sahibi olduğu düşünülen hocaların bulundukları dergahlara, tekkelere vb. giderek, tarikat evlerinde din üzerine ücretsiz eğitim veren hocaların (hoca deyince ak sakallı adamlar beklememek gerek, ben 21 yaşında olanını da gördüm, 70 yaşında olanını da) yanına gidilerek vb. bu kitabı görenler de vardır.
sosyal ağ, kullanıcıların üye olarak internet üzerinden birbirleriyle iletişim kurabildikleri sanal ortamlardır. 2012 itibariyle facebook, twitter, hatta youtube, blog siteleri vb. yardımıyla insanların birbirlerine haber, video, resim, hikaye, gezi yazıları vb. sunabilmesini sağlar.
sosyal ağlar temelde, insanların tanıdıklarıyla hızlıca iletişim kurması, ve yabancılarla rahatça tanışıp kaynaşabilmesi için kurulmuş olsalar da, amaçları insanlar tarafından kurucularının hedeflediğinden çok daha farklı amaçlarla kullanılmaya başlamış, özellikle daha önce insanların hiç haberlerinin olmadığı önemli olayları paylaşmasına yardımcı olur hale gelmişlerdir. netice itibariyle sosyal ağlar telefon, telgraf gibi birer iletişim aracıdır ve insanların bu araçlarla neler yapabileceği önceden kestirilemez.
bu bahsettiğim doğrultuda devam edersek, sosyal ağlar yirmi birinci yüzyılın başında ortaya çıkmış, alışılageldik devlet-medya-finans üçlüsünün kontrolü dışında, devletlerin saklamak istedikler, hasır altı ettikleri kimi haberleri ve bilgileri sivil halk tarafından öğrenildiği anda paylaşılabilmesini sağlayan, denetim ve baskı amacıyla konulmuş yasakların delinmesinde önemli bir yeri olan haberleşme kanalları durumuna gelmişlerdir. eski günlerde, örneğin sokak ortasında ensesinden vurularak öldürülen bir gazetecinin kamera görüntüleri bu kişinin katilleri tarafından alıkonulduğu vakit, bu görüntüleri bir daha görmek mümkün olmazken, bu gün olay yerindeki bir kişinin cep telefonu kamerasıyla çektiği görüntü anında twitter'a düşmekte ve gerçek kontrolsüz bir biçimde yayılabilmektedir. arap baharı olarak adlandırılan, arap ülkelerindeki diktatör yönetimlerine karşı örgütlenmeler twitter ve facebook üzerinden yapılmış, yaşanan çatışma görüntüleri anında internette yayınlanıp ülkenin durumu dünyaya duyurularak yabancı ülke halklarının vicdanen desteği alınmıştı.
türkiye'ye bu ağların sağlamış olduğu en büyük hizmet ise, kezban kızların ve apaçilerin birbiriyle tanışabileceği bir ortam oluşturmak, sevgili gençlerimizin kolayca laf mı diye lafa, adam mı diye adama bakmasına olanak veren bir yapı oluşturmak olmuştur. bunun yanında, ülkenin kültür seviyesi yerlerde olduğu için, sanatçılar bloglar üzerinden işlerini yayınevi-dağıtımcı-sergi salonu sahibi gibi ara elemanları atlayarak (atlayabilerek) paylaşabilmekte, insanlar günlük yazılarını paylaşabilmekte ve her konuda tartışabilmekte, sosyal aktiviteler, sorumluluk projeleri gibi konularda normalde ulaşmaları mümkün olmayan insanlara dünya çapında ulaşarak seslerini biraz daha fazla duyurabilmektedirler.
yine de muhtemelen bu ağların en büyük yararı, sevimli kedi fotoğraflarının paylaşılabilir hale gelmesi, merdiven korkuluğunda grind yapmak isteyen kaykaycının kaykayından düşüp taşaklarını korkuluk demirine geçirdiği videoların artık bize her zamankinden yakın olmasıdır.
böylece bir ukdenin daha sonuna geldik, küçüklerin gözlerinden büyüklerin ellerinden öper, kutup ayılarına üzerine basabilecekleri gani gani buzlar dilerim.
edit: sanatla uğraşanların işlerini paylaşabilmelerinden bahsederken neden kültür seviyesi yerlerde dediğimi daha iyi açıklamam gerekirse, bir kişi yazdığı kitabın basım masrafını karşılamak, ressam galerinin kirasını ödemek vb. zorunda, ve bu konuda fonlar ya da anlaşabileceği yapımcılar, yayımcılar vs. bulmakta zorlanmaktalar. bu sayede salt para üzerinden çalışan bu insanları atlayarak daha rahat paylaşım yapabilir hale geliyorlar bugünlerde.
1961 doğumlu, 1994'te ölmüş amerikalı komedyen. sosyal ve politik konularda mizah yapmış bir adamdı. müzikten, siyasetten, uyuşturucudan bahsettiği skeçleriyle meşhurdur. muhtemelen bir yerlerden tanıdığınız george carlin gibi o da devlet tarafından sansürlenmek istendi. şakaları yakın arkadaşı komedyen denis leary tarafından bazen kelimesi kelimesine araklansa da o bunu hiç dert etmedi. en sonunda kanser teşhisi konduğunda, kenara çekilmedi ve bir kaç sene daha stand-up gösterilere çıkmaya devam etti, bu son gösterilerinde kendi ölümü ile de ilgili espriler yaptı. en sonunda 6 ocak 1994'te son göstersini yaptı ve ailesinin yanına dönerek onlarla ve arkadaşlarıyla vedalaştı. 26 şubat 1994'te öldü.
yayınlanmış gösterileri; sane man, one night stand, ninja bachelor party, reletless ve revelations'dur. skeçler farklılık gösterse de genellikle her gösterisinde uyuşturucu ve pazarlama üzerine olan skeçlerini de yapar, ruh haline göre skeçi biraz değiştirirdi.
merak edenler için internette gösterilerinden birisinin altyazılı hali de var.
bu sene içinde çıkacak olan filmdir. muhteşem bir potansiyeli vardır ve efsane olabilir, ya da bu potansiyel heba edilerek bir surrogates faciasına dönüşebilir. çıkınca göreceğiz.
genelde türkiyede ailelerin çocuğa bahsetmekten ve ona neyin nasıl yapılacağını göstermekten çekindikleri bir adabı vardır bu tuvaletin. bu yüzden her ülkem gencinin kendine has bir tuvalet kullanma yöntemi vardır.
yatılı okulda alıştığım ve devlet dairelerinde başka türlüsü bulunmayan alaturka versiyonu kullanma yollarını keşfetmek zordur. efendim benim anladığım kadarıyla, kültürü boyunca hiç şehir gibi şehri olmadığı, hiç şehirli zengin, ee siz nasıl diyor, burjuvası olmadığı için, yahu biz nasıl sıçalım diye düşünülmemiş, köylünün kentli hale gelmesiyle köydeki tuvalet çukurları seramikleşmiştir.
alaturka tuvalet koltukta, taburede oturmaya alışmış bireyler sıçarken zorlanmasına, paçalarının tuvalet zeminine değerek ıslanmasına, pantolonun bel bölgesinin bacak arasına doğru düzgün sıkıştırılamaması sonucu pantolona sıçmaya varan zorluklara gebedir. her türkiye vatandaşı, bu tuvalete sıçabilmek için kendine özgü teknikler geliştirmiştir.
efendim, sıçma anında öne doğru eğilip pantolonu kurtarmak, paçaları dize kadar sıvamak, benim favorim ve tercihim olan pantolonu çıkarıp kapıya asmak ve bu çileden kurtulmak gibi çözümlerle kullanılabilir. türk kültüründe çok mühim bir yeri olan, bazen yurt dışında eksikliği çok hissedilebilen (ben öyle duydum) bir mesele de taharet musluğunun kullanımıdır.
titizlikte ve hijyen takıntısında zirveyi yaşayan yurdum şehirli insanının en büyük tabusu, o taharet musluğunun suyuyla dolu tastan suyu ele döküp ıslak elle mabadı yıkamaktır. aslında ellerin tuvaletten çıkarken üç dört kere duble duble sabunlanmasıyla hem nispeten temiz bir ele hem de nispeten temiz bir göte sahip olma imkanı var iken, köy sakinlerinin aksine pis işlerinin hep başkaları tarafından görülmeye alışkın olan şehir insanı kendinin bile olsa kıçındaki boka temas etmekten imtina eder ve bu tuvaleti ya kirli kıçla terk eder, ya da hiç kullanmaz. sonuçta herkes asker ya da yatılı okul öğrencisi değil.
bir de alafranga olanı vardır ki, belki de tekerlekten sonra yurdumuzda kullanılan en önemli icattır, ve aslında flush toilet denen bu cihazın mekanizmasının temelleri arabik olsa da, son halini 1700'lerde avrupada almıştır. benim bildiğim kadarı ile, batı ülkelerinde taharet musluğu yerine ıslak mendil, ve sonra da kurulamak amacıyla tuvalet kağıdı kullanılmakta, ve bu durum buradan oraya gidenlerin kendilerini boklu hissetmelerine sebep olabilmektedir. nedense bizim devlet daireleri, kamu binaları, okullar ve askeri birliklerimizde inatla kullanılmamaktadır. muhtemelen sebebi sifon gibi bir mekanik aksama sahip olmasıdır. alafranga tuvalette sifon mevzusu genellikle taharet tasıyla halledilirken bu aletin mekanik kısmı bozulabilmekte, ve bu da maliyet durumunu artırmaktadır. benim evdeki bozuk mesela, sifon yerine leğene su dolduruyorum, neyse beni geçelim...
genellikle ergenlik sonuna kadar keşfedilemeyen taharet musluğu aparatımız, direk dübür'e su püskürterek tazyikle oradaki pisliği temizler, ve ardından tuvalet kağıdı ile kestanemiz kurulanarak hijyene kavuşulur. yeşil çevre ırt zırt falan düşünerek bunun harcadığı suyu hesap edip kaldırılmasını isteyen insanlara ricam, parfümü ve deodorantı da ortadan kaldırın da ozon delinmesin, benim için bu aparat olmazsa olmazdır. bu mekanizmanın çocuğa doğru düzgün anlatılmaması, çocuğun donunda pislik izleri kalmasına, ve küçüğümüzün ömür boyu arkadaşları tarafından alaya alınmasına neden olabilir, o yüzden ayıp mayıp bunlara takılmadan doğru düzgün bir şekilde çocuğa kullanımı anlatılmalıdır.
1632 doğumlu hollandalı ressam. çok pahalı boya malzemeleri kullandığı için çok yavaş çalışırmış. resimlerinde ışığı oldukça gerçekçi bir şekilde kulanmıştır. http://www.mystudios.com/vermeer/index.h...
günlerimi 19 saat uyanık kalıp 4-5 saat uyuyarak geçirdiğimi fark edince ulan acaba bir sevgilim var da ben mi bilmiyorum diye düşünmeye başladım, uyuyamıyorum sevgili sözlük, hadi hayırlısı.
hayat, istediğin zaman onu bitirme imkanına sahip olduğunu bilerek daha rahat yaşanabiliyor.
acıdan ya da umutsuzluktan bağımsız olarak da gerçekleşebilen de bir eylem, ama çoğu intihar, birisinin dikkatini çekebilmek umuduyla yapılan başarısız bir iletişim denemesi.
pek azı, ne not ne de başka bir şey bırakarak intihar edebilir. gerçekten intihar etmek isteyen kişiler, yani var olmamanın var olmaktan daha iyi olduğunu düşünenler, kendi güçleriyle çözemeyecekleri, kurtulması imkansız bir durumdan muzdariptirler büyük ihtimal, kalan muhtemel otuz-kırk-elli yılı bu şekilde geçirme fikrine bile dayanamamaktadırlar.
mesela içinde yaşadığı toplumun hayat algısından görüşlerinden, ruh halinden farklı karakterde bir insan diğer insanlar hiç fark etmeden kendi içinde cehennemi yaşıyor olabilir, ve eğer bir kaçma, ne bileyim başka bir ülkeye, başka bir sosyal ortama falan girmeye gücü yoksa, ya da kendi kendini kandırmayı başaramıyorsa sırf yaşamak kutsaldır deniliyor diye kalan ömrünü o sıkıntı içinde geçirmemeye karar verebilir. bir kişinin ulaşabileceği uç bireysellik noktasıdır, kararı verdikten sonra yapıp yapmaması bir şeyi değiştirmez.
suç unsuru içeriyorsa diye yazayım da günah benden gitsin;
intihar etmek vücudunuzda ciddi hasarlara yol açabilir!
bilgisayara yüklenen ve yaygın inanışın aksine sadece eğlence vaadetmeyen yazılımlardır bunlar. yüklenen dediysek, atari kartuşlarını, amiga disketlerini, commodore kasetlerini es geçmiyorum elbette, ama günümüzdeki durum budur.
sözlük yazarlarının bilgisayar oyunlarıyla ilişkisini çok merak ediyorum. bilgisayar oyunu denince olaya yabancı olanların ilk aklına gelen pes, fifa, counter-strike, starcraft, diablo, call of duty vs oyunlarla sınırlı bir alanı kast etmiyorum. yine wall of text geliyor, ama bu biraz benim hayatımdan, ve oyunların neden sadece civv puff bam bam olmadığıyla alakalı olacak.
kısaca bahsetmek gerekirse bilgisayar oyunlarıyla ilk tanışıklığım atari 2600 ( ) denen zımbırtı ile oldu. basit platform oyunlarının, efendim ne bileyim river raid ( ), boxing( ) gibi oyunların olduğu bir aletti bu, bir joystick ( ) yardımıyla oynardınız oyunları, tabii bizim oralarda bunun kartuşu neyin yoktu, ama oyunlar alete yüklü gelmişti, biz de öyle oynuyorduk. sonra commodore 64( ) ile tanıştım, babam da meraklıydı bu zımbırtılara o vakitler. bu aletin bir kaset oynatıcısı( ) vardı, oyunları kasette gelirdi, kasetçalara bir kafa ayarı yapılırdı ki sormayın gitsin, o ayar en küçük titreşimde bozulduğu için oyun yüklenene kadar yürümek yasaklanırdı evde. babam battleship ( ) oynardı, biz de artık allah ne verdiyse, barbarian ( ), international karate( http://ayisozluk.com/lnk/a70d43 ), boulder dash( ) ve daha nicelerini oynardık.
sonra, amiga diye bir zımbırtı çıktı. babam bunu da hevesle aldı ama artık çağ değişiyordu, oyunlar sırf eğlencenin ötesine geçmişler, hikaye, atmosfer vb kavramlarla tanışmışlardı, bu alete çıkan oyunlar öylesine yapılmış şeyler değillerdi, hepsi dolu doluydu. hiç değilse, futbol oyunları bile belli bir kalitede mizah, akıl ve eğlence içeriyorlardı. bizim ihtiyar bu duruma ayak uyduramadı, oyun oynama devri onun için amiga ile sona erdi. efendim bu amiga denen zımbırtı türlü türlüydü, ama o kadar fazla işe yarıyordu ki! örneğin star wars'taki lazer efektleri bu aletle her bir karenin üzerine çizilmişlerdi. bizde amiga 600( ) vardı. bu alet de joystick kullanıyordu, ama oyunların bir çoğu, buna ek olarak ilk defa tanışma şerefine nail olduğumuz mouse denen bir zımbırtı yardımıyla oynanıyordu. çok yadırgamıştık ilk başta, o neydi öyle, tıklaya tıklaya oyun mu oynanırmış yahu? işte bu dönemde oyun alemine birden yeni yeni türler eklenmeye başladı. her oyun birer şaheserdi ve çocuk yaşlarda insanın aklına hayaline gelmeyecek yeni dünyalar açıyordu bize.
platform türünden adam akıllı yakasını sıyıran ilk oyun dune 2( ) oldu. oyunu yapan westwood adlı firma bu oyun türüne strateji demişti. mouse yardımıyla, belli tip binalar kurup, bunlardan belli üniteler çıkarıyor ve düşmanla savaşıyordunuz. tabii hepsi kaynak harcanarak yapılıyordu, kaynak baharattı ve kaynağı harvester yardımıyla topluyordunuz. ama olay sadece savaş değildi, bölüm aralarında tip tip adamlar çıkıp acayip hikayeler anlatıyorlardı. anlayacağınız, firma savaşma mantığını satabilmek için, oyuncuları frank herbert'ın ünlü dune romanlarının konusuyla yakalamaya çalışıyordu, ve romanın bir simülasyonunu bu oyunla bize sunmak istiyordu. akıl almaz şey, oysa bize kitap okumanın yerini hiç bir şey tutamaz diye öğretmişlerdi. neyse, devam edelim. sonra sensible firması ile tanıştık, ilk olarak sensible world of soccer aka. swos ( 2d09 ) ile tanıştık. mizahi bir futbol oyunuydu, ve futboldan ziyade, bitmek bilmez bir eğlenceydi. koca kafalı elemanlardan oluşmuş takımlar, üstelik türkiye, zimbabve, papua yeni gine dahil tüm ligler vardı, transfer vs vs. yeme de yanında yat! ve aynı firmanın başka bir efsanesi, cannon fodder ( ) sözlere de dikkat edin bir yandan. bu oyunu anlatmaya kelimeler yetmez. 3 kişi ile başlayan askeri maceranız bir sürü görevle sürüyor, ama bildiğiniz kalıpları unutun, askerlerinizin isimleri var, ve her bölüm, askere katılmak isteyenlerin ordugah kapısına gelmesiyle başlıyor, eğer önceki görevde asker kaybettiyseniz yerine kapıdan birisi giriyor. bu askerlerin isimleri de jools, joops vs isimler, hepsi de oyunu yapan küçük ekibin lakapları. bunlar öldükçe, ordugahın önündeki tepede mezarlar çıkmaya başlıyor ( ) ( ). bu oyunda jools'u kaybettiğimde hep bir iki damla yaş süzülürdü gözümden, şimdi bakınca o oyunlara, o dönem amatör ruhun nasıl işlerbaşardığını görünce yani... neyse devam.
amiga mevzusu anlaşıldığına göre, bir sürü muhteşem başka şeyi daha atlayıp pc'ye geçiyorum. aslında atari dahil bu saydıklarımın hepsi bilgisayar da olsa artık bilgisayar denince kelli felli kasası olan, monitörü olan falan aletler anlaşıldığı için buna bilgisayar diyeceğim. evet, bilgisayara ilk geçtiğimizde artık işin suyu çıkmıştı. benim ilk edindiğim oyun nba 99 idi, ve zamanına göre muhteşem gerçekçiliğiyle beni başında esir ediyordu. ama zaman geçtikçe akıl almaz bir dünyaya adım attım ve frp türünün muhteşem örnekleriyle tanıştım. kısaca, bunlar rol yapma oyunlarıydı, ama öyle diablo vb. gibi değil, bazı oyunlar oluyordu ki hiç taş atmadan kan dökmeden oynanması gerekiyordu, aşklar yaşanıyor, zaferler, mağlubiyetler yaşanıyordu. ilk oynadığım şaheser, planescape torment ( ) idi. oyunlar sayesinde çat pat geliştirdiğimiz ingilizce bu oyun karşısında beyaz bayrak açıp teslim olmuştu, çünkü oyun hikaye anlatmak şöyle dursun, bizzat sizin hikayeyi oluşturmanızı ve yaşamanızı istiyordu. böylece bol diyaloglu, ingilizce manyağı oyunu oynamak için bir elde sözlük, bir elde mouse bilgisayarın karşısına otururduk. sonra ise aynı firmanın ikinci şaheseri, baldur's gate ( ). bu oyunun karakterleri öylesine derindi ki, baldur's gate 2'nin çılgın ranger'ı minsc'in her cümlesi ezberlenirdi, yoshimo'nun hain olup olmadığı merak edilir, grupta tutmaktan çekinilirdi. grubunuzun karakterleri olmadık yerlerde birbirine sataşır, belki birbirlerini ölümcül yaralarlardı, oyunun bir aşamasını geçmek için gerekli malzemeleri almayı başaramıyorsanız, hayat zalimdi, ve grubunuz yok olmaya mahkumdu.
sonra ise oyun denemeyecek bir şaheser, fallout ( ) kıyamet sonrası dünyayı bize tanıttı. mad max'i hayranlıkla izleyen bizim jenerasyon bu oyuna afedersiniz bildiğiniz domalmıştı. oyunun içinde akla hayale gelmeyecek senaryo çeşitlenmeleri, bitmek bilmeyen, her biri ayrı roman olacak yan görevler vardı, ve ana hikaye de çok etkileyiciydi, anlatmakla olmayacak kadar, belki kendiniz internetten bakarsınız.
bir müddet sonra, artık oyun dünyası büyük firmaların kucağına düşerken, eskisi gibi amatör ruhlu oyunlar piyasadan silinmeye başladılar, ama o endüstri devleri de öyle oyunlar yaptılar ki, bu oyunlar sanki aktörlüğü bizzat sizin yaptığınız filmler gibiydiler. hikayeleri derin, oynanışları cezbediciydi. half-life ( ), homeworld ( ) ( ) elder scrolls; daggerfall ( 17b23 ) ve daha niceleri.
bu gün ise, oyunlar bambaşka yerlere geldiler, limbo( ), minecraft ( ), flight simulator x( ) ve şu an aklıma gelmeyen nice oyun artık insanları eğlendirmenin ötesindeler, isterseniz erişme imkanınız olmayan bir durumu simule edebilir, isterseniz sanal alemde kendinize bir dünya yaratabilir, isterseniz en karanlık kuyularda dolaşabilir, isterseniz neler neler tecrübe edebilirsiniz.
hayatıma bir yerinden dokunup geçmiş onlarca oyundan sadece bir iki tanesini yazabildim burada, daha multiplayer oyunlarda tanışılan rus, ingiliz, alman, çinli, meksikalı, brezilyalı vb arkadaşlardan, amnesia, gta, skyrim gibi oyunlardan, heavy rain, alan wake gibi interaktif film tadında oyunlardan, l.a. noire'den vs vs. bahsetmedim, ama durumu anlatabilmişimdir herhalde.
ben bugün kim isem artık, bu halime ulaşmamda bilgisayar oyunlarının katkısı çok olmuştur. hayaller kurdurtmuş, eğlendirmiş, insanlarla tanıştırmış, uçurmuş, savaştırmış, seviştirmiştir beni oyunlar. 40 saat aralıksız diablo oynayıp ölen adamın yaptığı şey bilgisayar oynamak değil diye düşünüyorum, takıntı bu.
call of duty, battlefield oynamak da insanı manyak yapmaz, cem yılmaz'ın dediği gibi, biri istanbul'a bakıp şair oluyor, ötekisi bakıyor ulan istanbul ananı skicem senin diyor.
açıkçası, bende mi bir sorun var diye düşündüğüm konudur bilgisayar oyunları, tanıdığım hiç kimsenin hayatında ufak da olsa yer edinmemişler fifa, pes vs. dışında.
neyse efendim, kısacası, bilgisayar oyunları güzeldir.
anladığım kadarıyla, ergenlikten itibaren toplum tarafından hoş görülmeyen bir hissi yaşamak, hayatının büyük bir parçasını gizli tutmak, dışlanmak, açıkça öteklienebiliyor olmak yüzünden ülkemdeki eşcinsel insanların büyük bir çoğunluğu hayatın bir çok yanı üzerine düşünemeye fırsat bulamayacak kadar kendi dertlerinde boğuluyorlar.
ben eşcinsel bir kişinin karşılaştığı problemleri tecrübeyle bilemem, ama olduğum gibi olmak yüzünden sıkıntı çekmeyi iyi bilirim.
benden bağımsız bir örnek olarak, bir zamanlar bir sevgilim vardı. doğuştan böbrek problemi vardı, on sekizinde böbrek yetmezliği yüzünden diyalize girmeye başlamıştı. hayatının tamamı bu hastalıktı. bazen düşünüyorum da beni sevmesinin belki de tek sebebi, bir sevgiliye sahip olarak kendi rahatsızlığını unutmaktı, ama bilmem mümkün değil tabii. umutsuzluk ve depresyonla o kadar yoğun bir mücadele içindeydi ki, kendi fikirlerini üretecek bir zaman bulamıyordu, yani her konuda demek istiyorum. en genel kanı neyse o da bana onları tekrar ediyordu. lisede öğretilen tarih doğruydu onun için, o hem kemalistti hem solcu, abisi galatasaraylı olduğu için galatasaraylıydı. şair istanbulu dinliyordu ya hani gözleri kapalı, ve istanbul güzeldi, o yüzden onun için de istanbul güzeldi. oysa o tedavi için istanbula geldikten sonra önce avcılarda, sonra bakırköyde yaşamıştı, istanbul nere, oralar nere. belki de tüm türkiyenin en yaşanılmaz yerleri... ama işte istanbul güzeldi, çünkü bunun üzerine düşünmeye gücü ve vakti yoktu, umursayamazdı bile bunu, zira hep öleceğini düşünüyor, bu konularla uğraşmak yerine aklına hep evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı getiriyordu.
neyse efendim yani demem o ki, yurdum eşcinsel gençlerinde, yani yirmi beş yaşın altında, böyle bir durum var sanki. herhangi bir şey düşünemeyecek kadar yorgun, şaşkın, güçsüzler. hepsinin ailevi problemleri, kendilerine ait gizili bir hayatları var. başka bir yolu olmadığı için elbette, ama yorum yapmıyorum, yani gördüğümü tarif etmeye çalışıyorum. tanıdıklarım, gördüklerim hep böyle* .
sözlüğün sol penceresinde günlük hayata dair başlıkları çok nadiren görüyorum, bu konuların konuşulabileceği çok fazla yer de yok, doğaldır burada cinsellik üzerine konuşmak, ama ne bileyim eşcinsel bireylerin birbiriyle spor, politika, müzik, sanat üzerine paylaşacak hiç bir şeyleri olmadığına inanasım gelmiyor.
belki de herhangi başka bir sözlükte de paylaşılabilecek şeyleri, ya da arkadaşlarla paylaşılabilecek şeyleri bir de burada yazmaya gerek görmüyordur yazarlar, bilemem. sen ne anlarsın, bizim buna ihtiyacımız var hissinde olabilir insanlar. daha önce yazmıştım, ben bilmem, bear bilir.
yok, sen bilirsin, illa ki söyle diyorsanız, ayısözlüğü kurtarılmış bölge haline getirmek, potansiyelini harcamak gibi geliyor bana.
her öğlen hiç sektirmeden 12-2 arası seks yapan komşudur efendim. akşam da boş durmuyorlar ama ramazan falan dinlemeden öğlen vakti cam açıp anırmalı falan seks yapıyor maşallah bunlar.
taktaktakayoohhhtuktuktakarrgh...
bunun bir de yan komşu olan modeli var ki evladın olsa sevmezsin bunları.
aylık bin beş yüz lira artı sigorta artı yeme içme masrafları da teklife dahilse bir iş teklifi yapıyor olabilir, sırf karşı cins diye hemen reddetmeyin.
bu lafı doğru yerde kullanırsanız karşıdaki insanı sus pus edebilirsiniz,
coni- hey dostum, yarışma için hazırladığım bilgisayar kodunu hatırlıyor musun? teslimi bu akşamdı ve ne oldu tahmin et, o patron olacak kaltak yazılımın değişmesini istiyor, anlıyormusun ha, tüm gün bununla uğraşmam gerekecek dostum, yarışmaya kadar nasıl yetişecek bu kadar iş, ha söyle bana, ha?