merhabadunyalibendostum

Durum: 160 - 0 - 0 - 0 - 14.08.2012 15:31

Puan: 3044 - Sözlük Kezbanı

13 yıl önce kayıt oldu. 2.Nesil Yazar.

Henüz bio girmemiş.
  • /
  • 8

online yazarlar

online oldukları halde entry girmeyen yazarlardır. muhtemelen çok yoğun bir mesaj trafiği olan ayıcanlar olabilir bunlar. bir entry yazın ya hu!

(bkz: sesimi duyan var mı)

türk dil kurumu

varlığının mantıklı bir sebebi olmayan kurumdur. tahmin ediyorum en kral memuriyet bu kurumda yaşanırdı.

kaos

kaos kısaca bir çok değişkenin iç içe geçtiği, sonuçların sebep, sebeplerin sonuç olarak birbirlerini tetiklediği, bir sonraki aşamada ne olacağını kestirmenin imkansıza yakın olduğu kontrolsüz durumlara verilen ad.

temel olarak kaos bir düzen biçimi değil, aslında herhangi bir düzenin var olmadığı andaki tahmin ve kontrol edilemez rastgele hareketler dizisidir. çok büyük ölçekte, evren tam anlamıyla kaotiktir denemez, yıldız sistemleri, gezegenler vb. belli bir düzen içinde hareket ederler, oldukça tahmin edilebilir, ölçülebilir ve öngörülebilir davranışlar gösterirler. ölçek küçüldükçe, örneğin insan ölçeğine yaklaştıkça her şey kaotik bir hal almaya başlar. daha küçük ölçeklere, atom altı seviyeye, yani kuantum dünyasına indiğimiz zaman tek karşılaştığımız şey ise kaostur.

memeli psikolojisinde (bana anlatıldığı kadarıyla, detaylısını bilemiyorum) bir canlının karar verme sürecinde, tüm girdilerden bağımsız bir rastgelelik mevcuttur. şu anki kuramlar, örneğin bir deney kapsamında, tamamen aynı şekilde doğmuş, aynı şeyleri görmüş, aynı yemeği yemiş, en küçük esintiye kadar aynı girdileri almış iki kişinin ani bir soruya, kırmızı mı mavi mi, gibi bir soruya farklı cevap verebileceklerini söylüyor.

insanın kaos düşüncesinden hoşlanmamasının bir sebebi de, kaotik bir dünyada her hangi bir şekilde güvenliğin sağlanamayacağı düşüncesidir. hiç bir kontrolün olmadığı, ya da hadi anarşinin olduğu diyelim, bir yaşantıda, yan masadaki adam kalkıp benim beynimi dağıtabilir, ve öylece de yürüyüp gider. kaos ile şiddet, acı, ve korku bağdaştırılır.

inanç açısından da, kaos kabul edilebilir değildir. inanç arzusunun temelindeki her şeyin bilindiği, görüldüğü, aciz insandan daha büyük bir güç olduğu, bu gücün koruyucu olduğu, ölümden sonra adalet dağıtacağı, suçların cezasız, iyiliklerin ödülsüz kalmayacağı, kalamayacağı hissi, kaosun tam zıddına, insanın dışında her şeyi kontrol eden/edebilen/edebilecek olan bir gücün varlığını aramaktır. birey dünyanın kaotik yüzü karşısındaki aciziyetini bu şekilde yatıştırır.

oysa dünyanın gerçek bir kaos olması, hiç bir şeyin bir ilahi güç tarafından bilinmemesi, kişinin kendi hayatı boyunca yaptıklarının sadece kendisi tarafından bilinmesine, ismin nesilden nesile aktarılmasının bile sadece belli bir kaç fikri, ve belki bir fotoğraf ile de simayı iletmekle sınırlı kalacağını kabul etmek demektir. aciz insansandan daha büyük ilahi bir güç olmadığını, ama insanın asıl acziyetinin birey olarak toplumun altında ezilmekten, insan gruplarının keyiflerine kalmış olmaktan geldiğini düşünmeye sebep olur. koruyucu bir güç olmadığı için de, bu keyfin herhangi bir şiddet şeklinde tezahür etmesi durumunda, kişinin yok olmaya mahkum olması anlamına gelir. hiç bir süper gücün adalet sağlamıyor olması, gerçekten de, yaşanılan acıların çekenlere, zevklerin keyif sürenlere kar kalacağı anlamına gelir, ve açıkçası inançsızlığın temel ağırlık noktası, bu kaostur. inancın huzurunu kör bulur, inancı bir kendini kandırma olarak görür ve kaosla her gün yüzleşir, acı çeker.

sırf semavi inançların yapıları gereği, kaos ile dinin bir arada algılanabilmesi (bireyin hem kaosu hem de yaratıcıyı) algılayabilmesi mümkün değildir. birisinin özünde kaçınılmaz, elinden kurtulunmaz bir kontrol altında olmak hissi, diğerinin özünde ise, tam bir kontrolsüzlük, bilinmezlik çorbasında yüzüyor olma hissi vardır. ying yang gibi değildir yani bunlar, bir bütün oluşturabilecek kavramlar değildirler, birisi gözünüzün önündeyken diğerini görebilmek için yüz seksen derece tornistan yapıp arkanıza bakmanız gerekiyor.

bana kalırsa, bugünün dünyasının kaosunu algılamak iyi bir şey değil. nasıl olsa sadece bir ömür var, hiç bir sorun yok, ölünce öleceksiniz. eğer yapabiliyorsanız inancınızın örtüsünü başınıza kadar çekin ve mutlu olun, o eşiği geçtiyseniz de geçmiş olsun şimdiden.

game of thrones

kitabını bilemem ama dizisi sadece ev kadınlarına değil herkese hitap eden ortaçağ soslu yalan rüzgarı gibi. herhangi birinin adı maria mercedes olsa brezilya dizisi ööğghh denebilirdi bu diziye. yoklukta gideri var.

kalabalık caddede yok mu beni siken diye bağırmak

şişe çevirmece oyunlarında istenilenleri büyük bir cesaretle yerine getiren zavallı bir ergen de olabilir bu.

şizofreni

manik ve depresyon arasında gidip gelirken bir çıkış yolu bulamayan her aklın ulaşacağı son durak. sinir sisteminin vücudu çalışır halde tutmak için kullandığı bir b planı. herkesin şizofren olmanın eşiğine geldiği bir gün gelene kadar anlayamayacağı bir durum. hayat garip, tüm umutlarını terk ettiğin anda, aklını, hayat algını öyle kökünden kaybediyorsun ki bir anda en çocukça ve en saçma bulduğun şeyler hayal mi gerçek mi ayırt edilemez şekilde hayatında belirip umut ışıklarına dönüşüyorlar.

oğlunu kaybetmiş bir annenin ömrünün sonuna kadar pencerenin önünde oturup yavrusunun dönüşünü beklemesi gibi, artık ruhunuz hangi noktada kırılıyorsa...

dilimizin zenginliği

bazı konularda çok zengin, bazı konularda da fakir bir dildir, herhangi bir dil gibi.

seks hayatınızı iki kelime ile anlatın

the dark knight rises

çizgi romanın the knightfall adlı serisinden esinlenerek yapılmış ama tam da bir değiller. spoiler konusunda hassassanız google knightfall sakın ha yazmayın ilk gördüğünüz şey spoilerın tillahı olur. çizgi romanından dolayı olayı az buçuk biliyorum, filmi de merakla bekliyordum, en yakın zamanda internete düşerse izleme şansına erişeceğim. sinema çok pahalı maalesef.

2012 londra olimpiyatları

trt spordan takip edilmesi mümkün olmayan oyunlardır. ben böyle dandik yayın görmedim arkadaş.

askerde her ölenin şehit ilan edilmesi

arkada kalanların teselli bulabildiği tek liman. şehitlik kurumu bu günkü hayat görüşü için önemli bir yerdedir. sonuçta devletlerin de işine geliyor, bunun üzerinden ülkeye milliyetçi gaz pompalayabiliyorsun. aksaray'da yaşayan, geçimini zar zor sağlayan bir kadına kusura bakmayın sizin oğlunuz bizim komutamız altında yok oldu. evet bildiğiniz öldü, geçmiş olsun alın bir bardak su, demek hem yüreksizlik, hem de koltuk kaybetme riski var. onun yerine bırakın oğlunun şehit olduğuna, cennete girdiğinde oğlunun inci tahtta oturacağına, belki ailesine şefaat edebilecek kadar önemli bir mevki kazandığına inansın. herkesten o kadar güçlü olmasını bekleyemem, insanız sonuçta, çocuğunun yok olduğunu kabul edebilecek olan kim var ki?

devlet açısından ise, devletin çarpıştığı düşman kim olursa olsun, orada ölen kişinin arkasından başka birinin askere yazılmasını sağlayabilmek için ya para gerekiyor, ya da vatan millet sakarya, allah allah diye akın eden ordu, şehitlik vb. kurumlar. eğer ordunuz paralı profesyonel askerlerden oluşmuyorsa ikinci şıkkı seçiyorsunuz. bu durumda kimle ne uğruna savaştığınız bütün önemini kaybediyor, her kayıp bir şehittir devlet için, böyle söylenmek zorundadır.

dinin devletteki yeri konusunda son derece hararetli tartışmalar yaşayan! laik olduğu anayasada yazan bir ülkenin! ordusunda neden dini kavramlar yer buluyor sorusu için ise bundan ayrı sekiz ciltlik kuşe kağıda basılı bir entry girmek lazım.

jim morrison

asıl adı james douglas morrison olan 1943 doğumlu sanatçı amca. california üniversitesi ucla'de sinema üzerine eğitim görmüş, henüz okurken bir kaç tane de kısa film çekmiştir. bu sıralarda okulundan tanıdığı bir arkadaşı ile birlikte venice beach'te bir dairede yaşıyordu, o zamanlar eroin, kokain gibi uyuşturuculardan çok daha farklı bir tecrübe yaşatan, kimyasal bağımlılığa ve vücutta fiziksel hasara sebep olduğuna dair bir kanıt da olmayan lsd kullanmaya başlamıştı, bir bohem hayatı yaşıyordu denebilir.

küçüklükten beri bir asker olan babasının sert disiplininden haz etmeyen morrison, okuldan mezun olduktan sonra ailesi ile olan tüm ilişkisini kesmiş, ileriki yıllarda yaptığı röportajlarda da ailesinin öldüğünü söylemiştir.

venice beach'te yaşarken, film okulundan başka bir arkadaşı ray manzarek ile birlikte bir grup kurmaya karar vermişler ve grubun adını aldous huxley'in * algının kapıları/the doors of perception kitabının başındaki bir alıntıdan, william blake'in bir sözünden hareketle * the doors koymuşlardır. ray manzarek elinde gitarı olan bir ergen değil bir org virtüözüydü, ve morrison da karanlık, nevi şahsına münhasır bir şairdi/yönetmendi.

neyse efendim gruba iki kişinin daha gelmesiyle bu amcamız da the doors'un vokali olmuş oldu. jim morrison işte tam o anda, sahnede birden bire haşarı bir adam haline gelmiştir dersem yalan olur. ilk başta çok utangaç olduğu için sırtını seyirciye dönüp şarkı söylüyordu. bundan sonrası aslında the doors ile alakalı olacağı için çoğunlukla hayatının bu kısmını yazmaya gerek görmüyorum, aslında her ne kadar the doors başlığı jim morrison başlığından ayrılamaz olsa da, ben ayırdım, geçmiş olsun.

peki anladık ama, neydi bu adamı bu derece meşhur yapan şey, neden "jim i wanna suck your dick!!!!" in ötesinde, bir saygıyla anılıyordu bu adam?

çünkü popüler kültürün dayattığı bir çok sanatçıya karşılık, the doors'un, ki the doors'un sözlerinin çoğu bu amcamıza aittir ve bu yüzden grubun felsefesi de bu arkadaşın felsefesi doğrultusunda almış yürümüştür, evet ne diyorduk, hah, popüler kültürün dayattığı sanatçılara karşılık, morrison bir felsefeye inanıyordu; insan, ağaç, taş, hava, evren tek ve birdir, insan da en az evren kadar sonsuzdur. bu felsefesi doğrultusunda yaşamayı seçmiştir demek yalnış olur, sanki başka bir şey de seçebilirmiş de bunu seçmiş gibi, oysa kendisi bizzat bu felsefe idi.

sahnede olduğu zamanlarda yaptığı tüm haşarılıklar, aslında hayatın her hangi bir sınırının olmadığını düşünmesinden * ileri geliyordu. altmışların hippi ruhunun bir yansımasıydı o, ve belki de o zamanlarla birlikte ele alınınca, seyircisinin beğenisini kazanmak uğruna hiç ama hiç bir yavşaklık yapmadığını görebiliyordunuz. o ve the doors kendileri gibi olarak seyircilerini sahneye çekiyorlardı, özellikle morrison, her ne kadar paranın kaymağını yese de, para için bu işin içine girmiş değildi. meşhur sullivan show'da şarkılarını sansürlemeden söyledikleri için ( şarkıda geçen higher kelimesi uyuşturucuyla alakalı olduğu için) grup buraya bir daha davet almamıştı, o dönem bu televizyon şovu önemliydi ve gruplar buraya çıkmak lütfunu edindiklerinde şarkılarının sözlerinde oynama yapıyorlardı, böylece bir kaç kez daha oraya çağrılabiliyorlardı vs. demek istediğim, bu arkadaşın aradığı başka bir şeydi.

insanların çok normal şeylermiş gibi kabul ettiği kuralları, işleyişleri pek sevmiyordu. gerçi hippilerin bu kurallarla olan ilişkisi malum, değilse de araştırıp öğrenebilirsiniz, o çok çok farklı bir yapıda değildi, ama onu farklı kılan şey, herkesin gözü önünde olması ve bu sınırsızlığın yaşandığı anlarda çok çabuk reaksiyon almasıydı. örneğin konserlerde her zaman polis eşliği oluyordu ve sahnede yapılan aykırılıklar sebebiyle bazen konserleri polis tarafından kesiliyordu. grup aslında bütün bu aykırılık fikrinin içinde, o duvarlara çarpıyordu yani.

morrison'un ünlü sözleri arasında olan şunlar sizde durumu daha iyi özetleyecektir;

ben başkaldırı, düzensizlik, kaos, ve özellikle hiç bir anlamı olmayan hareketlerle ilgileniyorum. bana göre bu özgürlüğe giden yoldur. aklımın içinde başlatmaktansa, ben bu eylemi aklımın dışında başlatıyorum ve zihinsel olanına bedensel olandan yararlanarak ulaşıyorum. *

bundan sonrakileri ingilizce vereceğim çünkü çevirinin yaşadığı anlam eksikliği gözümü korkuttu,

çevirmeye çalıştığım;

i am interested in anything about revolt, disorder, chaos-especially activity that seems to have no meaning. it seems to me to be the road toward freedom... rather than starting inside, i start outside and reach the mental through the physical.

bir kaç tane daha;

i think of myself as an intelligent, sensitive human being with the soul of a clown which always forces me to blow it at the most important moments.

a friend is someone who gives you total freedom to be yourself.

actually i don't remember being born, it must have happened during one of my black outs.

it's like gambling somehow. you go out for a night of drinking and you don't know where your going to end up the next day. it could work out good or it could be disastrous. it's like the throw of the dice.


morrison, konserlerde insanların kanına dokunacak şeyleri özellikle söylüyor, öfkelenenlerin tepki vermeleri için kışkırtıyor, polislere dalaşıyordu. yalan söylemiş olmayayım, özellikle son bir kaç senesinde çok fazla içki içiyordu, ve sahnede sarhoşluğun etkisiyle de biraz agresifleşiyordu.

grubun diğer üyeleri, onun uyuşturucu kullanımının ve alkolikliğinin kafasını açmak sınırlarının ötesine geçip bir kaçış haline geldi, diye onu uyarmışlardı. aslında buraya kadar çoktan söylemiş olmalıydım ama, buraya kısmetmiş, bu amcamızın ölçülmüş iq'su 170, yani tanıyor olabileceğiniz nobelli bir çok bilim adamından, mesela einstein'dan falan yüksek, aptal değil yani bu adam. kendi algısı içinde, konserlerini ruhani bir ayin gibi görüyor, şarkılarını bu ruh haliyle söylüyor. konserinde seyircilerine you are all bunch of fuckin slaves * demesini oradan cımbızlayıp bu adamı götü kalkmış bir yıldız olarak göstermek yerine size şu linki sunarak bu noktaya o konserde nasıl geldiğini, neden bunu söylediğini dinletmek istiyorum ki seyirciyle kurduğu diyalogların, çük göstermelerin vb. nasıl bir haleti ruhiye içerisinde yapıldığını tam olarak anlatabileyim;
. hatta, aslında tam olarak doğru olmasa da the doors adlı filmde de şu şekilde bir sahne mevcut;


bu arkadaş, yüzü güzel olduğu sebebiyle en seksi erkek vs. seçilmeye başlandığında sakalı göbeği salmış, görüntüsünü şarkılarının ve şiirlerinin arka planına itmeye çalışmış birisidir.

şuraya hakkında çok çok çok çok yüzeysel bir şekilde yazabildiğim bu amcamızı tanımak ya da tanımamak hayatınızda çok bir şey değiştirmeyecektir, hepimiz beyaz yakalıyız, işimiz gücümüz var, belki bazılarımızın bakması gereken çoluğu çocuğu var. hepiniz bu gün ne yapıyorsanız yarın da onu yapacaksınız, evet ya, harbiden, bir sınır yok, istediğimi yapmakta özgürüm demeyeceksiniz. ama belli bir dünyaya sıkışmış, basit genel geçer kuralcıklara boyun eğmiş olsak da bizler bu adamın yaşadığı döneme bakıp da bunların yapılabilir şeyler olduğunu, böyle de yaşanabildiğini görerek belki kendi cesaretsizliğimizi yenebilir, basit engelleri aşabiliriz. bu açıdan çok çok önemlidir bu adamın hayatı.

bizzat bkz. veremesem de, bu yazının çok ilintili olduğu iki konu, hippiler, ve kaos hakkında biraz daha düşünmek ve araştırmak isteyebilirsiniz. hayatınızdan memnunsanız tavsiye etmem, üzücü olabilir.

edit: linkler düzeltildi.





diğer entrylere cevap olarak entry girmek

belli bir yargı belirten, kestirip atan ve rahatsız edici derecede eksik entryler, sizin bildiğiniz bir konu hakkında bilmeden atıp tutulduğuna inandığınız bir entry'nin o başlığın en son entry'si olmasını istemediğiniz entryler vb. durumunda o başlığa bir daha entry girilememesine sebebiyet vereebilecek olan kuraldır. sizin entryniz otuz beş sayfa önceki bir entrye cevap niteliğinde de olsa cevap niteliğinde olmuş oluyor.

aynı başlık altında;

1) şu şu kişi (veya şehir, film vs) çok iğrençtir, çirkindir, kakadır, ottur, boktur
2)şu şu kişi çok tatlıdır, yakışıklıdır.

gibi zıt entryler zaten yazarlar tarafından cevap olarak algılanıyor ve belki de bir özel mesajlaşma yaşanıyordur, ama ben buraya

3) zannedildiği gibi iğrenç değildir, çünkü bu kişi aslında evden çıkarken yüzüne bir maske geçirmektedir ve o şekilde dolaşmaktadır, yazamamaktayım.

demeliyim ki;

3)şu şu kişi yüzünde iğrenç bir maskeyle dolaşmaktadır, altındaki suratı kimse bilmemektedir.

forumlaşmayı önlemesi adına bu kuralın getirildiğini biliyorum, ama kuralın her zaman uygulanmadığı örnekleri de görüyoruz;

örneğin;

başlık - hatır için sözlüğe kaydolan yazarlar;

-benim hatırım için buraya kaydolmuş olanlar da vardır, şimdi bunlar uyuz uyuz çıkıp bkz. ben falan yazarlar hehehe
-bkz. ben

yukarıdaki durum da bir cevap niteliği taşıdığı için benim moderasyon tarafından uyarılmam gerekirken burada hiç bir şey olmadığı halde, ilk başta verdiğim örnekte "hiç de çirkin olmayan adamdır, aslında güzel bir yüzü vardır ama üzerine maske takmaktadır" denmesi bir bakıma cevap niteliği kazandırdığı için mümkün değil.

yani aslında olan ama olmayan bir kural ve bu yüzden tehlikeli bir kural. çünkü uygulanması ya moderatörün algısına bağlı, ya da direk cevap niteliğinde olmayan entrylere uygulanmasına gerek görülmüyor ama eğer bir şekilde moderatör ile kanlı bıçaklı olunursa o entry cevap niteliği kazanabilir. kişilerden bağımsız konuşuyorum, kimse üstüne alınmasın.

ya ben çok yanlış anlıyorum bu yasağı, ya da bu yasak aynı üniversitedeki broşür dağıtma yasağına benziyor. eğer suya sabuna dokunmayan pembe sabun kullananlar kulübü broşürü dağıtılıyorsa suç değil, eğer dekanlığa karşı bir omuz da sen ver broşürü ise okuldan atıldın.

sözlüğün formatı böyle olacak dendiyse, benim için fark etmez ben elimden geldiğince uyarım sonuç olarak henüz bir zararını görmedim.

edit: sabah sabah uykusuz ve agresif yazmışım oha ben de şaşırdım.

31

arapça kökenli bir simge, mastürbasyonu simgeler.

hey jude

jude law'a isim babalığı yapmış beatles şarkısıdır.

yaşlandıkça yakışıklı olan erkekler

kemal sunal

filmleri, türkiye'de bu güne kadar yapılmış en başarılı, belki de tek absürd mizah filmleridir. filmlerinde espriler, komik konuşmalar haricinde jest ve mimikler, olaylar ve detaylarla da bol bol kendilerini gösterirler. komik, rahmetli oyuncu insandır. hayatının son döneminde kendi kafasına uyacak yapımcı, yönetmen, senarist bulamadığı için absürd komedi yerine mesajlı film işine giriştiğini düşünüyorum. bu tarz filmleri de bence hiç çekilmez, sıkıcıdır, zira müjdat gezen, levent kırca vb. bir sürü insan halihazırda bu konuda saçmalarlarken o kendi alanında devam etmiş olsaydı daha iyi olurdu diye bence.

agnostisizm

south park'ın bir bölümünde parodisi yapılmış düşünce biçimidir.



taken

hükümet adına çalışan, bir zamanlar jedi'lık, zeus'luk, batman eğitmenliği vb görevlerde bulunmuş eski bir ajanın kızının kaçırılmasıyla başlayan ve aksiyon dışında pek de bir şey olmadan biten film. aksiyon filmi sevenler için iyidir denebilir. ha bir de, bu filmden spoiler vermek imkansızdır çünkü amerikan film endüstrisinin yaratıcı senaryoları sağolsun, daha başından sonu bellidir.

--- spoiler ---

ajan amcamız her türlü düşük seviyeli mob'u pata küte döver, filmin sonunda kendi dengi bir bölüm sonu canavarı ile dövüşür, sonuçta prenses o kalededir ve sevgili mario muradına erer. tabi arada kirli polisler vb soslar da var.

--- spoiler ---

(bkz: bir gecede kaç ukde doldurabilirsin, behzat? )

autocad

sırf bu program yüzünden mesleğimi yapmak yerine kpss'ye girip ölü yıkayıcı olabilirim, öyle nefret ederim bu programdan ve bunun bana çağrıştırdıklarından
  • /
  • 8
Henüz bir favori entry yok.

Toplam entry sayısı: 160

x men de hangi karakter

20 tane adamsınız anca biriniz mystique demiş. çarşıdan alıyorsun bir tane eve geliyorsun bin tane, akıllı olun oğlum, akıllı!

scat sex

bütün kuşlar* bitti de sıra leyleğe geldiyse bilemem, ama bence insan sevdiğinin üstüne sıçmamalı.

intihar etmek

hayat, istediğin zaman onu bitirme imkanına sahip olduğunu bilerek daha rahat yaşanabiliyor.
acıdan ya da umutsuzluktan bağımsız olarak da gerçekleşebilen de bir eylem, ama çoğu intihar, birisinin dikkatini çekebilmek umuduyla yapılan başarısız bir iletişim denemesi.
pek azı, ne not ne de başka bir şey bırakarak intihar edebilir. gerçekten intihar etmek isteyen kişiler, yani var olmamanın var olmaktan daha iyi olduğunu düşünenler, kendi güçleriyle çözemeyecekleri, kurtulması imkansız bir durumdan muzdariptirler büyük ihtimal, kalan muhtemel otuz-kırk-elli yılı bu şekilde geçirme fikrine bile dayanamamaktadırlar.

mesela içinde yaşadığı toplumun hayat algısından görüşlerinden, ruh halinden farklı karakterde bir insan diğer insanlar hiç fark etmeden kendi içinde cehennemi yaşıyor olabilir, ve eğer bir kaçma, ne bileyim başka bir ülkeye, başka bir sosyal ortama falan girmeye gücü yoksa, ya da kendi kendini kandırmayı başaramıyorsa sırf yaşamak kutsaldır deniliyor diye kalan ömrünü o sıkıntı içinde geçirmemeye karar verebilir. bir kişinin ulaşabileceği uç bireysellik noktasıdır, kararı verdikten sonra yapıp yapmaması bir şeyi değiştirmez.

suç unsuru içeriyorsa diye yazayım da günah benden gitsin;

intihar etmek vücudunuzda ciddi hasarlara yol açabilir!

bilgisayar oyunu

bilgisayara yüklenen ve yaygın inanışın aksine sadece eğlence vaadetmeyen yazılımlardır bunlar. yüklenen dediysek, atari kartuşlarını, amiga disketlerini, commodore kasetlerini es geçmiyorum elbette, ama günümüzdeki durum budur.

sözlük yazarlarının bilgisayar oyunlarıyla ilişkisini çok merak ediyorum. bilgisayar oyunu denince olaya yabancı olanların ilk aklına gelen pes, fifa, counter-strike, starcraft, diablo, call of duty vs oyunlarla sınırlı bir alanı kast etmiyorum. yine wall of text geliyor, ama bu biraz benim hayatımdan, ve oyunların neden sadece civv puff bam bam olmadığıyla alakalı olacak.

kısaca bahsetmek gerekirse bilgisayar oyunlarıyla ilk tanışıklığım atari 2600 ( ) denen zımbırtı ile oldu. basit platform oyunlarının, efendim ne bileyim river raid ( ), boxing( ) gibi oyunların olduğu bir aletti bu, bir joystick ( ) yardımıyla oynardınız oyunları, tabii bizim oralarda bunun kartuşu neyin yoktu, ama oyunlar alete yüklü gelmişti, biz de öyle oynuyorduk. sonra commodore 64( ) ile tanıştım, babam da meraklıydı bu zımbırtılara o vakitler. bu aletin bir kaset oynatıcısı( ) vardı, oyunları kasette gelirdi, kasetçalara bir kafa ayarı yapılırdı ki sormayın gitsin, o ayar en küçük titreşimde bozulduğu için oyun yüklenene kadar yürümek yasaklanırdı evde. babam battleship ( ) oynardı, biz de artık allah ne verdiyse, barbarian ( ), international karate( http://ayisozluk.com/lnk/a70d43 ), boulder dash( ) ve daha nicelerini oynardık.

sonra, amiga diye bir zımbırtı çıktı. babam bunu da hevesle aldı ama artık çağ değişiyordu, oyunlar sırf eğlencenin ötesine geçmişler, hikaye, atmosfer vb kavramlarla tanışmışlardı, bu alete çıkan oyunlar öylesine yapılmış şeyler değillerdi, hepsi dolu doluydu. hiç değilse, futbol oyunları bile belli bir kalitede mizah, akıl ve eğlence içeriyorlardı. bizim ihtiyar bu duruma ayak uyduramadı, oyun oynama devri onun için amiga ile sona erdi. efendim bu amiga denen zımbırtı türlü türlüydü, ama o kadar fazla işe yarıyordu ki! örneğin star wars'taki lazer efektleri bu aletle her bir karenin üzerine çizilmişlerdi. bizde amiga 600( ) vardı. bu alet de joystick kullanıyordu, ama oyunların bir çoğu, buna ek olarak ilk defa tanışma şerefine nail olduğumuz mouse denen bir zımbırtı yardımıyla oynanıyordu. çok yadırgamıştık ilk başta, o neydi öyle, tıklaya tıklaya oyun mu oynanırmış yahu? işte bu dönemde oyun alemine birden yeni yeni türler eklenmeye başladı. her oyun birer şaheserdi ve çocuk yaşlarda insanın aklına hayaline gelmeyecek yeni dünyalar açıyordu bize.

platform türünden adam akıllı yakasını sıyıran ilk oyun dune 2( ) oldu. oyunu yapan westwood adlı firma bu oyun türüne strateji demişti. mouse yardımıyla, belli tip binalar kurup, bunlardan belli üniteler çıkarıyor ve düşmanla savaşıyordunuz. tabii hepsi kaynak harcanarak yapılıyordu, kaynak baharattı ve kaynağı harvester yardımıyla topluyordunuz. ama olay sadece savaş değildi, bölüm aralarında tip tip adamlar çıkıp acayip hikayeler anlatıyorlardı. anlayacağınız, firma savaşma mantığını satabilmek için, oyuncuları frank herbert'ın ünlü dune romanlarının konusuyla yakalamaya çalışıyordu, ve romanın bir simülasyonunu bu oyunla bize sunmak istiyordu. akıl almaz şey, oysa bize kitap okumanın yerini hiç bir şey tutamaz diye öğretmişlerdi. neyse, devam edelim. sonra sensible firması ile tanıştık, ilk olarak sensible world of soccer aka. swos (
2d09 ) ile tanıştık. mizahi bir futbol oyunuydu, ve futboldan ziyade, bitmek bilmez bir eğlenceydi. koca kafalı elemanlardan oluşmuş takımlar, üstelik türkiye, zimbabve, papua yeni gine dahil tüm ligler vardı, transfer vs vs. yeme de yanında yat! ve aynı firmanın başka bir efsanesi, cannon fodder (
) sözlere de dikkat edin bir yandan. bu oyunu anlatmaya kelimeler yetmez. 3 kişi ile başlayan askeri maceranız bir sürü görevle sürüyor, ama bildiğiniz kalıpları unutun, askerlerinizin isimleri var, ve her bölüm, askere katılmak isteyenlerin ordugah kapısına gelmesiyle başlıyor, eğer önceki görevde asker kaybettiyseniz yerine kapıdan birisi giriyor. bu askerlerin isimleri de jools, joops vs isimler, hepsi de oyunu yapan küçük ekibin lakapları. bunlar öldükçe, ordugahın önündeki tepede mezarlar çıkmaya başlıyor (
) ( ). bu oyunda jools'u kaybettiğimde hep bir iki damla yaş süzülürdü gözümden, şimdi bakınca o oyunlara, o dönem amatör ruhun nasıl işlerbaşardığını görünce yani... neyse devam.

amiga mevzusu anlaşıldığına göre, bir sürü muhteşem başka şeyi daha atlayıp pc'ye geçiyorum. aslında atari dahil bu saydıklarımın hepsi bilgisayar da olsa artık bilgisayar denince kelli felli kasası olan, monitörü olan falan aletler anlaşıldığı için buna bilgisayar diyeceğim. evet, bilgisayara ilk geçtiğimizde artık işin suyu çıkmıştı. benim ilk edindiğim oyun nba 99 idi, ve zamanına göre muhteşem gerçekçiliğiyle beni başında esir ediyordu. ama zaman geçtikçe akıl almaz bir dünyaya adım attım ve frp türünün muhteşem örnekleriyle tanıştım. kısaca, bunlar rol yapma oyunlarıydı, ama öyle diablo vb. gibi değil, bazı oyunlar oluyordu ki hiç taş atmadan kan dökmeden oynanması gerekiyordu, aşklar yaşanıyor, zaferler, mağlubiyetler yaşanıyordu. ilk oynadığım şaheser, planescape torment ( ) idi. oyunlar sayesinde çat pat geliştirdiğimiz ingilizce bu oyun karşısında beyaz bayrak açıp teslim olmuştu, çünkü oyun hikaye anlatmak şöyle dursun, bizzat sizin hikayeyi oluşturmanızı ve yaşamanızı istiyordu. böylece bol diyaloglu, ingilizce manyağı oyunu oynamak için bir elde sözlük, bir elde mouse bilgisayarın karşısına otururduk. sonra ise aynı firmanın ikinci şaheseri, baldur's gate ( ). bu oyunun karakterleri öylesine derindi ki, baldur's gate 2'nin çılgın ranger'ı minsc'in her cümlesi ezberlenirdi, yoshimo'nun hain olup olmadığı merak edilir, grupta tutmaktan çekinilirdi. grubunuzun karakterleri olmadık yerlerde birbirine sataşır, belki birbirlerini ölümcül yaralarlardı, oyunun bir aşamasını geçmek için gerekli malzemeleri almayı başaramıyorsanız, hayat zalimdi, ve grubunuz yok olmaya mahkumdu.

sonra ise oyun denemeyecek bir şaheser, fallout ( ) kıyamet sonrası dünyayı bize tanıttı. mad max'i hayranlıkla izleyen bizim jenerasyon bu oyuna afedersiniz bildiğiniz domalmıştı. oyunun içinde akla hayale gelmeyecek senaryo çeşitlenmeleri, bitmek bilmeyen, her biri ayrı roman olacak yan görevler vardı, ve ana hikaye de çok etkileyiciydi, anlatmakla olmayacak kadar, belki kendiniz internetten bakarsınız.

bir müddet sonra, artık oyun dünyası büyük firmaların kucağına düşerken, eskisi gibi amatör ruhlu oyunlar piyasadan silinmeye başladılar, ama o endüstri devleri de öyle oyunlar yaptılar ki, bu oyunlar sanki aktörlüğü bizzat sizin yaptığınız filmler gibiydiler. hikayeleri derin, oynanışları cezbediciydi. half-life ( ), homeworld ( ) ( ) elder scrolls; daggerfall ( 17b23 ) ve daha niceleri.

bu gün ise, oyunlar bambaşka yerlere geldiler, limbo( ), minecraft ( ), flight simulator x( ) ve şu an aklıma gelmeyen nice oyun artık insanları eğlendirmenin ötesindeler, isterseniz erişme imkanınız olmayan bir durumu simule edebilir, isterseniz sanal alemde kendinize bir dünya yaratabilir, isterseniz en karanlık kuyularda dolaşabilir, isterseniz neler neler tecrübe edebilirsiniz.

hayatıma bir yerinden dokunup geçmiş onlarca oyundan sadece bir iki tanesini yazabildim burada, daha multiplayer oyunlarda tanışılan rus, ingiliz, alman, çinli, meksikalı, brezilyalı vb arkadaşlardan, amnesia, gta, skyrim gibi oyunlardan, heavy rain, alan wake gibi interaktif film tadında oyunlardan, l.a. noire'den vs vs. bahsetmedim, ama durumu anlatabilmişimdir herhalde.

ben bugün kim isem artık, bu halime ulaşmamda bilgisayar oyunlarının katkısı çok olmuştur. hayaller kurdurtmuş, eğlendirmiş, insanlarla tanıştırmış, uçurmuş, savaştırmış, seviştirmiştir beni oyunlar. 40 saat aralıksız diablo oynayıp ölen adamın yaptığı şey bilgisayar oynamak değil diye düşünüyorum, takıntı bu.

call of duty, battlefield oynamak da insanı manyak yapmaz, cem yılmaz'ın dediği gibi, biri istanbul'a bakıp şair oluyor, ötekisi bakıyor ulan istanbul ananı skicem senin diyor.

açıkçası, bende mi bir sorun var diye düşündüğüm konudur bilgisayar oyunları, tanıdığım hiç kimsenin hayatında ufak da olsa yer edinmemişler fifa, pes vs. dışında.

neyse efendim, kısacası, bilgisayar oyunları güzeldir.

eşcinsellik

anladığım kadarıyla, ergenlikten itibaren toplum tarafından hoş görülmeyen bir hissi yaşamak, hayatının büyük bir parçasını gizli tutmak, dışlanmak, açıkça öteklienebiliyor olmak yüzünden ülkemdeki eşcinsel insanların büyük bir çoğunluğu hayatın bir çok yanı üzerine düşünemeye fırsat bulamayacak kadar kendi dertlerinde boğuluyorlar.

ben eşcinsel bir kişinin karşılaştığı problemleri tecrübeyle bilemem, ama olduğum gibi olmak yüzünden sıkıntı çekmeyi iyi bilirim.

benden bağımsız bir örnek olarak, bir zamanlar bir sevgilim vardı. doğuştan böbrek problemi vardı, on sekizinde böbrek yetmezliği yüzünden diyalize girmeye başlamıştı. hayatının tamamı bu hastalıktı. bazen düşünüyorum da beni sevmesinin belki de tek sebebi, bir sevgiliye sahip olarak kendi rahatsızlığını unutmaktı, ama bilmem mümkün değil tabii. umutsuzluk ve depresyonla o kadar yoğun bir mücadele içindeydi ki, kendi fikirlerini üretecek bir zaman bulamıyordu, yani her konuda demek istiyorum. en genel kanı neyse o da bana onları tekrar ediyordu. lisede öğretilen tarih doğruydu onun için, o hem kemalistti hem solcu, abisi galatasaraylı olduğu için galatasaraylıydı. şair istanbulu dinliyordu ya hani gözleri kapalı, ve istanbul güzeldi, o yüzden onun için de istanbul güzeldi. oysa o tedavi için istanbula geldikten sonra önce avcılarda, sonra bakırköyde yaşamıştı, istanbul nere, oralar nere. belki de tüm türkiyenin en yaşanılmaz yerleri... ama işte istanbul güzeldi, çünkü bunun üzerine düşünmeye gücü ve vakti yoktu, umursayamazdı bile bunu, zira hep öleceğini düşünüyor, bu konularla uğraşmak yerine aklına hep evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı getiriyordu.

neyse efendim yani demem o ki, yurdum eşcinsel gençlerinde, yani yirmi beş yaşın altında, böyle bir durum var sanki. herhangi bir şey düşünemeyecek kadar yorgun, şaşkın, güçsüzler. hepsinin ailevi problemleri, kendilerine ait gizili bir hayatları var. başka bir yolu olmadığı için elbette, ama yorum yapmıyorum, yani gördüğümü tarif etmeye çalışıyorum. tanıdıklarım, gördüklerim hep böyle* .

sözlüğün sol penceresinde günlük hayata dair başlıkları çok nadiren görüyorum, bu konuların konuşulabileceği çok fazla yer de yok, doğaldır burada cinsellik üzerine konuşmak, ama ne bileyim eşcinsel bireylerin birbiriyle spor, politika, müzik, sanat üzerine paylaşacak hiç bir şeyleri olmadığına inanasım gelmiyor.

belki de herhangi başka bir sözlükte de paylaşılabilecek şeyleri, ya da arkadaşlarla paylaşılabilecek şeyleri bir de burada yazmaya gerek görmüyordur yazarlar, bilemem. sen ne anlarsın, bizim buna ihtiyacımız var hissinde olabilir insanlar. daha önce yazmıştım, ben bilmem, bear bilir.

yok, sen bilirsin, illa ki söyle diyorsanız, ayısözlüğü kurtarılmış bölge haline getirmek, potansiyelini harcamak gibi geliyor bana.

yeni başlayanlar için hayat

küvezden çıkınca kadının birisi size meme verecek, yadırgamayın emiverin gitsin.

ötekileştirmek

sözlük konsepti gereği ötekileştirmenin ve ötekileştirilmenin başlığına bir entry yazmasam çatlardım, wall of text mi geliyor ne?

aslında yazıya böyle başlamamak lazımdı, sıkıcıyım lan ben diye bağırarak başlayan yazı mı olur, neyse...insan doğduğu andan itibaren diğer varlıklarla, örneğin bebek sandalyesi, anne, kitap vb. etkileşir, çocukken, henüz entellektüel bir karşılık verecek bir gücü yokken okulda, mahallede, evde tanıdığı büyükler vasıtasıyla endoktrine edilir, eğitilir, bir bağlamda da evcilleştirilir. toplu yaşamanın getirilerinden birisidir bu, karıncaların aksine insan içgüdüsel olandan fazlasını kullanarak, düşünceler üreterek sürüleşir ve toplumlaşır.

toplu halde yaşamak için gerekli mavallar kolay kabuledilebildiği ve çok keskin cevaplar sunduğu için insanın bireyleşmesi öyle hemen oluvermez, eğer siz kendi ezberlerinizi bozmayı başaramazsanız bu bireyselleşme hiç bir zaman da olmayabilir.

kendi değerleri, inançları ya da inançsızlıkları, kendisinin belirlediği öncelikleri olmayan, kendi sevgi ve korkusunun kaynağının ne olduğunu başkalarına sorup öğrenmeye çalışan insanların bulduğu kolay cevaplara ulaşamaz, kendi soru ve arayışınızla baş başa kalırsınız. birey olarak kendi hayatını, ölümünü, ihtiyaç ve arzularını sürekli olarak düşünen ve ölene kadar da düşünmeye devam edecek olan insanlar kendi fikirlerinin bu bireyselleşmemiş topluluktan çok farklılaştığını fark edebilir, kendi kendilerini diğer insanlar gözünde öteki konumuna düşürdüklerini ya da eninde sonunda düşüreceklerini görebilirler.

doğum yeriniz ve doğduğunuz ülke ile birlikte standart pakette gelmeyen düşünce ve arzuların çoğu sizin çarmıha gerilmenize neden olur.

bu farklılaşan fikir ve davranışların o kadar geniş bir skalası vardır ki... cinsel kimlik, politik kimlik, arkadaş seçimleri, aile bireylerine tutum, tip, dil, dini inanç ve kültür farkı, ekonomik durum ve daha nice değişken fikir, davranış ve kalıtım yüzünden insanlar farklılaşır ve çoğunluk, zavallı bireyi
toplumsal tahtrevallinin diğer ucuna, oradaki boş koltuğa atar. kişi kendi kendine özgürce düşündüğü ya da hissettiği için ötekileştirilir. (alakasız duracak ama yazmam gerektiğini hissediyorum; bence, kişinin en çaresizce yanlızlaştığı an da bu andır ve bu yoldan geri dönmek mümkün olmayabilir)

ötekileyen insanların bunun farkında olduklarını bile düşünmüyorum. onların fikirleri pek bir sarsılmaz oldukları için, sonuçta yanlış olan siz olmalısınız! hayat boyu verilecek bir savaşa hoş geldiniz...

işin acı yanı, kendimizi tanımladığımız kimlikler yüzünden o kimliğe mensup olmayanlarla otomatik olarak ötekileşip bir çatışma haline giriyoruz. keşke karşımızdaki varlığın insan olduğunu ve gerisinin önemli olmadığını söyleyebilseydik ama şu son sözlerimi edecekken aklıma ne geldi, sözlüğün aktif yazar sayısı binli sayılara ulaşırsa, burada birbirlerini milli kimlik üzerinden ötekileyen ayıları görebiliriz örneğin, ya da eşcinsel eğilim farklılığından dolayı birbirlerini sevmeyen insanları daha çok görebiliriz.

anladığım kadarıyla ötekileştirilmek ötekileştirmeye engel değil, düşüncelerimizi bir tartmakta fayda var diye düşünüyorum.


karşı cinsten teklif almak

aylık bin beş yüz lira artı sigorta artı yeme içme masrafları da teklife dahilse bir iş teklifi yapıyor olabilir, sırf karşı cins diye hemen reddetmeyin.

hamama giren terler

bu lafı doğru yerde kullanırsanız karşıdaki insanı sus pus edebilirsiniz,

coni- hey dostum, yarışma için hazırladığım bilgisayar kodunu hatırlıyor musun? teslimi bu akşamdı ve ne oldu tahmin et, o patron olacak kaltak yazılımın değişmesini istiyor, anlıyormusun ha, tüm gün bununla uğraşmam gerekecek dostum, yarışmaya kadar nasıl yetişecek bu kadar iş, ha söyle bana, ha?

maykıl- ee dostum, hamama giren terler.

coni- ee.. evet. neyse gideyim ben.

yaşlandıkça yakışıklı olan erkekler

x men de hangi karakter

20 tane adamsınız anca biriniz mystique demiş. çarşıdan alıyorsun bir tane eve geliyorsun bin tane, akıllı olun oğlum, akıllı!

star wars seven erkek

star wars sevmeyenler genellikle fight club'ı da jean claud vandamme'ın oynadığı bir dövüş filmi sanarlar. öyle işte.
Henüz takip ettiği biri yok.
Henüz takip eden biri yok.