beyoğlu, beşiktaş civarında oynatılan ayılar eskiden geceleri taşkışla 'nın arka bahçesine bırakılırlarmış. bir hocamız anlatmıştı, itü'nün hocaları hiç arka bahçeye gitmezlermiş, bir gün seminere gelen yabancı bir beyefendi merak edip arka bahçeye gitmiş ve ayılarla karşı karşıya kalınca öğrenmişler ayıların oraya bırakıldığını.
bilgisayara yüklenen ve yaygın inanışın aksine sadece eğlence vaadetmeyen yazılımlardır bunlar. yüklenen dediysek, atari kartuşlarını, amiga disketlerini, commodore kasetlerini es geçmiyorum elbette, ama günümüzdeki durum budur.
sözlük yazarlarının bilgisayar oyunlarıyla ilişkisini çok merak ediyorum. bilgisayar oyunu denince olaya yabancı olanların ilk aklına gelen pes, fifa, counter-strike, starcraft, diablo, call of duty vs oyunlarla sınırlı bir alanı kast etmiyorum. yine wall of text geliyor, ama bu biraz benim hayatımdan, ve oyunların neden sadece civv puff bam bam olmadığıyla alakalı olacak.
kısaca bahsetmek gerekirse bilgisayar oyunlarıyla ilk tanışıklığım atari 2600 ( ) denen zımbırtı ile oldu. basit platform oyunlarının, efendim ne bileyim river raid ( ), boxing( ) gibi oyunların olduğu bir aletti bu, bir joystick ( ) yardımıyla oynardınız oyunları, tabii bizim oralarda bunun kartuşu neyin yoktu, ama oyunlar alete yüklü gelmişti, biz de öyle oynuyorduk. sonra commodore 64( ) ile tanıştım, babam da meraklıydı bu zımbırtılara o vakitler. bu aletin bir kaset oynatıcısı( ) vardı, oyunları kasette gelirdi, kasetçalara bir kafa ayarı yapılırdı ki sormayın gitsin, o ayar en küçük titreşimde bozulduğu için oyun yüklenene kadar yürümek yasaklanırdı evde. babam battleship ( ) oynardı, biz de artık allah ne verdiyse, barbarian ( ), international karate( http://ayisozluk.com/lnk/a70d43 ), boulder dash( ) ve daha nicelerini oynardık.
sonra, amiga diye bir zımbırtı çıktı. babam bunu da hevesle aldı ama artık çağ değişiyordu, oyunlar sırf eğlencenin ötesine geçmişler, hikaye, atmosfer vb kavramlarla tanışmışlardı, bu alete çıkan oyunlar öylesine yapılmış şeyler değillerdi, hepsi dolu doluydu. hiç değilse, futbol oyunları bile belli bir kalitede mizah, akıl ve eğlence içeriyorlardı. bizim ihtiyar bu duruma ayak uyduramadı, oyun oynama devri onun için amiga ile sona erdi. efendim bu amiga denen zımbırtı türlü türlüydü, ama o kadar fazla işe yarıyordu ki! örneğin star wars'taki lazer efektleri bu aletle her bir karenin üzerine çizilmişlerdi. bizde amiga 600( ) vardı. bu alet de joystick kullanıyordu, ama oyunların bir çoğu, buna ek olarak ilk defa tanışma şerefine nail olduğumuz mouse denen bir zımbırtı yardımıyla oynanıyordu. çok yadırgamıştık ilk başta, o neydi öyle, tıklaya tıklaya oyun mu oynanırmış yahu? işte bu dönemde oyun alemine birden yeni yeni türler eklenmeye başladı. her oyun birer şaheserdi ve çocuk yaşlarda insanın aklına hayaline gelmeyecek yeni dünyalar açıyordu bize.
platform türünden adam akıllı yakasını sıyıran ilk oyun dune 2( ) oldu. oyunu yapan westwood adlı firma bu oyun türüne strateji demişti. mouse yardımıyla, belli tip binalar kurup, bunlardan belli üniteler çıkarıyor ve düşmanla savaşıyordunuz. tabii hepsi kaynak harcanarak yapılıyordu, kaynak baharattı ve kaynağı harvester yardımıyla topluyordunuz. ama olay sadece savaş değildi, bölüm aralarında tip tip adamlar çıkıp acayip hikayeler anlatıyorlardı. anlayacağınız, firma savaşma mantığını satabilmek için, oyuncuları frank herbert'ın ünlü dune romanlarının konusuyla yakalamaya çalışıyordu, ve romanın bir simülasyonunu bu oyunla bize sunmak istiyordu. akıl almaz şey, oysa bize kitap okumanın yerini hiç bir şey tutamaz diye öğretmişlerdi. neyse, devam edelim. sonra sensible firması ile tanıştık, ilk olarak sensible world of soccer aka. swos ( 2d09 ) ile tanıştık. mizahi bir futbol oyunuydu, ve futboldan ziyade, bitmek bilmez bir eğlenceydi. koca kafalı elemanlardan oluşmuş takımlar, üstelik türkiye, zimbabve, papua yeni gine dahil tüm ligler vardı, transfer vs vs. yeme de yanında yat! ve aynı firmanın başka bir efsanesi, cannon fodder ( ) sözlere de dikkat edin bir yandan. bu oyunu anlatmaya kelimeler yetmez. 3 kişi ile başlayan askeri maceranız bir sürü görevle sürüyor, ama bildiğiniz kalıpları unutun, askerlerinizin isimleri var, ve her bölüm, askere katılmak isteyenlerin ordugah kapısına gelmesiyle başlıyor, eğer önceki görevde asker kaybettiyseniz yerine kapıdan birisi giriyor. bu askerlerin isimleri de jools, joops vs isimler, hepsi de oyunu yapan küçük ekibin lakapları. bunlar öldükçe, ordugahın önündeki tepede mezarlar çıkmaya başlıyor ( ) ( ). bu oyunda jools'u kaybettiğimde hep bir iki damla yaş süzülürdü gözümden, şimdi bakınca o oyunlara, o dönem amatör ruhun nasıl işlerbaşardığını görünce yani... neyse devam.
amiga mevzusu anlaşıldığına göre, bir sürü muhteşem başka şeyi daha atlayıp pc'ye geçiyorum. aslında atari dahil bu saydıklarımın hepsi bilgisayar da olsa artık bilgisayar denince kelli felli kasası olan, monitörü olan falan aletler anlaşıldığı için buna bilgisayar diyeceğim. evet, bilgisayara ilk geçtiğimizde artık işin suyu çıkmıştı. benim ilk edindiğim oyun nba 99 idi, ve zamanına göre muhteşem gerçekçiliğiyle beni başında esir ediyordu. ama zaman geçtikçe akıl almaz bir dünyaya adım attım ve frp türünün muhteşem örnekleriyle tanıştım. kısaca, bunlar rol yapma oyunlarıydı, ama öyle diablo vb. gibi değil, bazı oyunlar oluyordu ki hiç taş atmadan kan dökmeden oynanması gerekiyordu, aşklar yaşanıyor, zaferler, mağlubiyetler yaşanıyordu. ilk oynadığım şaheser, planescape torment ( ) idi. oyunlar sayesinde çat pat geliştirdiğimiz ingilizce bu oyun karşısında beyaz bayrak açıp teslim olmuştu, çünkü oyun hikaye anlatmak şöyle dursun, bizzat sizin hikayeyi oluşturmanızı ve yaşamanızı istiyordu. böylece bol diyaloglu, ingilizce manyağı oyunu oynamak için bir elde sözlük, bir elde mouse bilgisayarın karşısına otururduk. sonra ise aynı firmanın ikinci şaheseri, baldur's gate ( ). bu oyunun karakterleri öylesine derindi ki, baldur's gate 2'nin çılgın ranger'ı minsc'in her cümlesi ezberlenirdi, yoshimo'nun hain olup olmadığı merak edilir, grupta tutmaktan çekinilirdi. grubunuzun karakterleri olmadık yerlerde birbirine sataşır, belki birbirlerini ölümcül yaralarlardı, oyunun bir aşamasını geçmek için gerekli malzemeleri almayı başaramıyorsanız, hayat zalimdi, ve grubunuz yok olmaya mahkumdu.
sonra ise oyun denemeyecek bir şaheser, fallout ( ) kıyamet sonrası dünyayı bize tanıttı. mad max'i hayranlıkla izleyen bizim jenerasyon bu oyuna afedersiniz bildiğiniz domalmıştı. oyunun içinde akla hayale gelmeyecek senaryo çeşitlenmeleri, bitmek bilmeyen, her biri ayrı roman olacak yan görevler vardı, ve ana hikaye de çok etkileyiciydi, anlatmakla olmayacak kadar, belki kendiniz internetten bakarsınız.
bir müddet sonra, artık oyun dünyası büyük firmaların kucağına düşerken, eskisi gibi amatör ruhlu oyunlar piyasadan silinmeye başladılar, ama o endüstri devleri de öyle oyunlar yaptılar ki, bu oyunlar sanki aktörlüğü bizzat sizin yaptığınız filmler gibiydiler. hikayeleri derin, oynanışları cezbediciydi. half-life ( ), homeworld ( ) ( ) elder scrolls; daggerfall ( 17b23 ) ve daha niceleri.
bu gün ise, oyunlar bambaşka yerlere geldiler, limbo( ), minecraft ( ), flight simulator x( ) ve şu an aklıma gelmeyen nice oyun artık insanları eğlendirmenin ötesindeler, isterseniz erişme imkanınız olmayan bir durumu simule edebilir, isterseniz sanal alemde kendinize bir dünya yaratabilir, isterseniz en karanlık kuyularda dolaşabilir, isterseniz neler neler tecrübe edebilirsiniz.
hayatıma bir yerinden dokunup geçmiş onlarca oyundan sadece bir iki tanesini yazabildim burada, daha multiplayer oyunlarda tanışılan rus, ingiliz, alman, çinli, meksikalı, brezilyalı vb arkadaşlardan, amnesia, gta, skyrim gibi oyunlardan, heavy rain, alan wake gibi interaktif film tadında oyunlardan, l.a. noire'den vs vs. bahsetmedim, ama durumu anlatabilmişimdir herhalde.
ben bugün kim isem artık, bu halime ulaşmamda bilgisayar oyunlarının katkısı çok olmuştur. hayaller kurdurtmuş, eğlendirmiş, insanlarla tanıştırmış, uçurmuş, savaştırmış, seviştirmiştir beni oyunlar. 40 saat aralıksız diablo oynayıp ölen adamın yaptığı şey bilgisayar oynamak değil diye düşünüyorum, takıntı bu.
call of duty, battlefield oynamak da insanı manyak yapmaz, cem yılmaz'ın dediği gibi, biri istanbul'a bakıp şair oluyor, ötekisi bakıyor ulan istanbul ananı skicem senin diyor.
açıkçası, bende mi bir sorun var diye düşündüğüm konudur bilgisayar oyunları, tanıdığım hiç kimsenin hayatında ufak da olsa yer edinmemişler fifa, pes vs. dışında.
neyse efendim, kısacası, bilgisayar oyunları güzeldir.
fakültende gördüğün öğretim üyelerinin ünvanlarına bakıp, doçent, oha profesör falan görünce karşındaki adamı hemen ilah ilan etme, muhabbetini duymadan, eserlerini okumadan, görmeden kimseye değer verme. çünkü ülkemde üniversite, lisenin aynısının bir boy büyüğüdür, ve üniversitedeki prof, doçent vs de lise öğretmeninin bir boy büyüğü, bir nevi üniversite öğretmenidir.
teolojik olarak bakıldığında, insanlığın gelişiminde ilk karşılaşılan evrelerden birisidir. yalnızca doğa karşısında çaresiz, güçsüz kalan insanların doğaya tapınması olarak geçiştirilemeyecek bir hayat anlayışıdır. eski kavimlerde, bugünkü algımız gibi insan doğaüstü, muhteşem bir varlık değil, bizzat doğanın bir parçası olarak gören, bu parçası olduğu doğayla bir ruhani bütünleşme arayışı içinde olan ruhsal bir hayat görüşüdür bir anlamda. daha sonraki dönemlerin tek tanrılı dinlerinin gözlüğünden bakılınca, bir şaman etrafında toplanıp ona tapınan insanlar sürüsü olarak algılansalar da bu şaman aslında bir bilen, bir yol gösterici, bütünleşme ayininin yöneticisi, ve köyün şifacısıdır. bizim lise tarih kitaplarımızdan aşina olduğumuz tek tarih milli tarih olduğu için, şamanizm=türkler gibi bir algı oluşabiliyor, ama dünyanın üzerinde insan yaşayan her bölgesinde benzer tipte ruhsal arayışlar görülmüştür.
her ne kadar eski türk kavimleri şamanist olarak geçiştirilseler de, mayahana budizmi ve mani dinine de inanılmıştır. ilerleyen dönemlerde hristiyanlık ve musevilik gibi semavi dinler de türk kavimlerinde kendine yer edinmişlerdir.
çok daha uzun tutulabilecek bir yazıyı burada kesiyorum ki bkz. vermeden yazmak durumunda kalmayayım ve bir şeyler havada kalmasın.
muhtemelen ilk tanışmanın benim gibi a clockwork orange sayesinde yaşandığı bestecidir. yok ilgim var ben hep biliyordum zaten bunları diyenlerin de gözlerinden saygıyla öperim.
karşılayacakları insanların nicklerini tombala usulü bir torbadan çektiklerini düşündüğüm komitedir. yoksa adam mı seçiyorsunuz olum? kızmayın sakın, hem ben komitelerden korkarım.
kısaca, bir dildeki sözcüklerin kökenlerini, buna bağlı olarak da sözcüklerin kültürel etkileşim ve dönüşümlerini inceleyen bilim dalıdır. tarafımdan yapılmış araştırmalar sonucu türkçe diline ait dişe dokunur bir etimoloji sözlüğüne rastlanamamıştır. illa ki lazım olursa da hemencecik karşımıza çıkıverecek olan nişanyan sözlükten başka doğru dürüst bir sözlük yoktur. edebiyatla uğraşılan herhangi bir memlekette bir etimoloji sözlüğünün var olmaması bir skandaldır. bu arada tenzih ederim, sözlük yoktur diyorsam, güzel sözlük yoktur demek istiyorum. ingilizce üzerine yayımlanmış etimoloji eserlerinin dehşetli detay seviyelerine tanıdık olan okuyucular ve yazarlarımız bileceklerdir ki türkiye'de bulunacak olan sözlükler her daim eksik ve yetersizdirler.
eğer on tane hayatım olsaydı, bir tanesini bir etimoloji sözlüğü çıkarmak için feda edebilirdim, o da belki. edebiyat fakültelerinde profesörlükler piyango ile dağıtılıyor herhalde.
benim gözümde yeri arşı doldururken insanların sadece güzel dizi olarak geçiştirdikleri şaheser. underrated başka bir dizi için (bkz: sons of anarchy )
çok özene bezene hazırladığım john howe başlığının da benim saate hiç dikkat etmemem yüzünden içinde bulunduğu başlıklardır. içime oturdu lan bildiğin. başlığı açtım bir de baktım sol frame boş. peh...
edit: 25/07/2012 tarihi itibariyle şu kısacık sözlük mazimde ilk defa 4. sayfayı da görmüş oldum.
1948 kentucky doğumlu kurgu edebiyatı ressamı. dungeons&dragons* ve ejderhamızrağı* kitapları için yaptığı çizimlerle meşhurdur kendisi. çizgi romanlara vs. de çizim yapsa da benim kişisel tarihimde çokça yer tutan kurgu edebiyatı konusunda sivrilmiş bir kaç isimden birisidir. hem bu amcayı hem de john howe 'u oldukça sever sayarım.
karakterleri tanıyanlar için hüzünlü bir anın resmi;
1957 doğumlu kanadalı ressam. tolkien eserleri üzerine (yüzüklerin efendisi, hobbit, silmarillion vb.) yaptığı çizimlerle tanınır. daha filmlerin yapılması hayal bile edilmiyorken bu amcamız orta dünyadaki karakterleri, şehirleri, canlıları, kısaca her şeyi hayal edip tasarlıyor ve resmediyordu. yüzüklerin efendisi'nin filminin çekilmesi kararlaştırıldıktan sonra, peter jackson kendisini şef konsept tasarımcı olarak işe almıştır, bu görevi hobbit'in uyarlamasında da sürdürmüştür. şöyle muhteşemdir böyle süperdir ırt zırt demek yerine çizimleri linkleyip köşeme çekileceğim.
herkesin kaçtığı, acıdan, kurallardan ve gerçeklerden kaçtığı yerde diğer tüm insanların, yaşayabilmenin tek yolu haline gelebilir bazen. gandalf'ın da dediği gibi, düşüncelerini anlayacak insanlar o anda etrafında mevcut değilse, kendi kendinle konuşursun bir tek. genellikle başka bir ülkeye gitmek vb. sosyal ortamı tümden değiştirme ya da şans eseri tanışılan iyi bir dostla birlikte bitirilen durumdur.
onların istediği gibi olmazsan... onlar... onlar... bahsi geçen onlar da biziz bebek de biziz. o yüzden bu mesele gordion düğümü gibidir. ya da en basitinden iki ucu kakalı değnektir. hayatta herkese bol şans diliyor ve kaçıyorum.
hayat, istediğin zaman onu bitirme imkanına sahip olduğunu bilerek daha rahat yaşanabiliyor.
acıdan ya da umutsuzluktan bağımsız olarak da gerçekleşebilen de bir eylem, ama çoğu intihar, birisinin dikkatini çekebilmek umuduyla yapılan başarısız bir iletişim denemesi.
pek azı, ne not ne de başka bir şey bırakarak intihar edebilir. gerçekten intihar etmek isteyen kişiler, yani var olmamanın var olmaktan daha iyi olduğunu düşünenler, kendi güçleriyle çözemeyecekleri, kurtulması imkansız bir durumdan muzdariptirler büyük ihtimal, kalan muhtemel otuz-kırk-elli yılı bu şekilde geçirme fikrine bile dayanamamaktadırlar.
mesela içinde yaşadığı toplumun hayat algısından görüşlerinden, ruh halinden farklı karakterde bir insan diğer insanlar hiç fark etmeden kendi içinde cehennemi yaşıyor olabilir, ve eğer bir kaçma, ne bileyim başka bir ülkeye, başka bir sosyal ortama falan girmeye gücü yoksa, ya da kendi kendini kandırmayı başaramıyorsa sırf yaşamak kutsaldır deniliyor diye kalan ömrünü o sıkıntı içinde geçirmemeye karar verebilir. bir kişinin ulaşabileceği uç bireysellik noktasıdır, kararı verdikten sonra yapıp yapmaması bir şeyi değiştirmez.
suç unsuru içeriyorsa diye yazayım da günah benden gitsin;
intihar etmek vücudunuzda ciddi hasarlara yol açabilir!
bilgisayara yüklenen ve yaygın inanışın aksine sadece eğlence vaadetmeyen yazılımlardır bunlar. yüklenen dediysek, atari kartuşlarını, amiga disketlerini, commodore kasetlerini es geçmiyorum elbette, ama günümüzdeki durum budur.
sözlük yazarlarının bilgisayar oyunlarıyla ilişkisini çok merak ediyorum. bilgisayar oyunu denince olaya yabancı olanların ilk aklına gelen pes, fifa, counter-strike, starcraft, diablo, call of duty vs oyunlarla sınırlı bir alanı kast etmiyorum. yine wall of text geliyor, ama bu biraz benim hayatımdan, ve oyunların neden sadece civv puff bam bam olmadığıyla alakalı olacak.
kısaca bahsetmek gerekirse bilgisayar oyunlarıyla ilk tanışıklığım atari 2600 ( ) denen zımbırtı ile oldu. basit platform oyunlarının, efendim ne bileyim river raid ( ), boxing( ) gibi oyunların olduğu bir aletti bu, bir joystick ( ) yardımıyla oynardınız oyunları, tabii bizim oralarda bunun kartuşu neyin yoktu, ama oyunlar alete yüklü gelmişti, biz de öyle oynuyorduk. sonra commodore 64( ) ile tanıştım, babam da meraklıydı bu zımbırtılara o vakitler. bu aletin bir kaset oynatıcısı( ) vardı, oyunları kasette gelirdi, kasetçalara bir kafa ayarı yapılırdı ki sormayın gitsin, o ayar en küçük titreşimde bozulduğu için oyun yüklenene kadar yürümek yasaklanırdı evde. babam battleship ( ) oynardı, biz de artık allah ne verdiyse, barbarian ( ), international karate( http://ayisozluk.com/lnk/a70d43 ), boulder dash( ) ve daha nicelerini oynardık.
sonra, amiga diye bir zımbırtı çıktı. babam bunu da hevesle aldı ama artık çağ değişiyordu, oyunlar sırf eğlencenin ötesine geçmişler, hikaye, atmosfer vb kavramlarla tanışmışlardı, bu alete çıkan oyunlar öylesine yapılmış şeyler değillerdi, hepsi dolu doluydu. hiç değilse, futbol oyunları bile belli bir kalitede mizah, akıl ve eğlence içeriyorlardı. bizim ihtiyar bu duruma ayak uyduramadı, oyun oynama devri onun için amiga ile sona erdi. efendim bu amiga denen zımbırtı türlü türlüydü, ama o kadar fazla işe yarıyordu ki! örneğin star wars'taki lazer efektleri bu aletle her bir karenin üzerine çizilmişlerdi. bizde amiga 600( ) vardı. bu alet de joystick kullanıyordu, ama oyunların bir çoğu, buna ek olarak ilk defa tanışma şerefine nail olduğumuz mouse denen bir zımbırtı yardımıyla oynanıyordu. çok yadırgamıştık ilk başta, o neydi öyle, tıklaya tıklaya oyun mu oynanırmış yahu? işte bu dönemde oyun alemine birden yeni yeni türler eklenmeye başladı. her oyun birer şaheserdi ve çocuk yaşlarda insanın aklına hayaline gelmeyecek yeni dünyalar açıyordu bize.
platform türünden adam akıllı yakasını sıyıran ilk oyun dune 2( ) oldu. oyunu yapan westwood adlı firma bu oyun türüne strateji demişti. mouse yardımıyla, belli tip binalar kurup, bunlardan belli üniteler çıkarıyor ve düşmanla savaşıyordunuz. tabii hepsi kaynak harcanarak yapılıyordu, kaynak baharattı ve kaynağı harvester yardımıyla topluyordunuz. ama olay sadece savaş değildi, bölüm aralarında tip tip adamlar çıkıp acayip hikayeler anlatıyorlardı. anlayacağınız, firma savaşma mantığını satabilmek için, oyuncuları frank herbert'ın ünlü dune romanlarının konusuyla yakalamaya çalışıyordu, ve romanın bir simülasyonunu bu oyunla bize sunmak istiyordu. akıl almaz şey, oysa bize kitap okumanın yerini hiç bir şey tutamaz diye öğretmişlerdi. neyse, devam edelim. sonra sensible firması ile tanıştık, ilk olarak sensible world of soccer aka. swos ( 2d09 ) ile tanıştık. mizahi bir futbol oyunuydu, ve futboldan ziyade, bitmek bilmez bir eğlenceydi. koca kafalı elemanlardan oluşmuş takımlar, üstelik türkiye, zimbabve, papua yeni gine dahil tüm ligler vardı, transfer vs vs. yeme de yanında yat! ve aynı firmanın başka bir efsanesi, cannon fodder ( ) sözlere de dikkat edin bir yandan. bu oyunu anlatmaya kelimeler yetmez. 3 kişi ile başlayan askeri maceranız bir sürü görevle sürüyor, ama bildiğiniz kalıpları unutun, askerlerinizin isimleri var, ve her bölüm, askere katılmak isteyenlerin ordugah kapısına gelmesiyle başlıyor, eğer önceki görevde asker kaybettiyseniz yerine kapıdan birisi giriyor. bu askerlerin isimleri de jools, joops vs isimler, hepsi de oyunu yapan küçük ekibin lakapları. bunlar öldükçe, ordugahın önündeki tepede mezarlar çıkmaya başlıyor ( ) ( ). bu oyunda jools'u kaybettiğimde hep bir iki damla yaş süzülürdü gözümden, şimdi bakınca o oyunlara, o dönem amatör ruhun nasıl işlerbaşardığını görünce yani... neyse devam.
amiga mevzusu anlaşıldığına göre, bir sürü muhteşem başka şeyi daha atlayıp pc'ye geçiyorum. aslında atari dahil bu saydıklarımın hepsi bilgisayar da olsa artık bilgisayar denince kelli felli kasası olan, monitörü olan falan aletler anlaşıldığı için buna bilgisayar diyeceğim. evet, bilgisayara ilk geçtiğimizde artık işin suyu çıkmıştı. benim ilk edindiğim oyun nba 99 idi, ve zamanına göre muhteşem gerçekçiliğiyle beni başında esir ediyordu. ama zaman geçtikçe akıl almaz bir dünyaya adım attım ve frp türünün muhteşem örnekleriyle tanıştım. kısaca, bunlar rol yapma oyunlarıydı, ama öyle diablo vb. gibi değil, bazı oyunlar oluyordu ki hiç taş atmadan kan dökmeden oynanması gerekiyordu, aşklar yaşanıyor, zaferler, mağlubiyetler yaşanıyordu. ilk oynadığım şaheser, planescape torment ( ) idi. oyunlar sayesinde çat pat geliştirdiğimiz ingilizce bu oyun karşısında beyaz bayrak açıp teslim olmuştu, çünkü oyun hikaye anlatmak şöyle dursun, bizzat sizin hikayeyi oluşturmanızı ve yaşamanızı istiyordu. böylece bol diyaloglu, ingilizce manyağı oyunu oynamak için bir elde sözlük, bir elde mouse bilgisayarın karşısına otururduk. sonra ise aynı firmanın ikinci şaheseri, baldur's gate ( ). bu oyunun karakterleri öylesine derindi ki, baldur's gate 2'nin çılgın ranger'ı minsc'in her cümlesi ezberlenirdi, yoshimo'nun hain olup olmadığı merak edilir, grupta tutmaktan çekinilirdi. grubunuzun karakterleri olmadık yerlerde birbirine sataşır, belki birbirlerini ölümcül yaralarlardı, oyunun bir aşamasını geçmek için gerekli malzemeleri almayı başaramıyorsanız, hayat zalimdi, ve grubunuz yok olmaya mahkumdu.
sonra ise oyun denemeyecek bir şaheser, fallout ( ) kıyamet sonrası dünyayı bize tanıttı. mad max'i hayranlıkla izleyen bizim jenerasyon bu oyuna afedersiniz bildiğiniz domalmıştı. oyunun içinde akla hayale gelmeyecek senaryo çeşitlenmeleri, bitmek bilmeyen, her biri ayrı roman olacak yan görevler vardı, ve ana hikaye de çok etkileyiciydi, anlatmakla olmayacak kadar, belki kendiniz internetten bakarsınız.
bir müddet sonra, artık oyun dünyası büyük firmaların kucağına düşerken, eskisi gibi amatör ruhlu oyunlar piyasadan silinmeye başladılar, ama o endüstri devleri de öyle oyunlar yaptılar ki, bu oyunlar sanki aktörlüğü bizzat sizin yaptığınız filmler gibiydiler. hikayeleri derin, oynanışları cezbediciydi. half-life ( ), homeworld ( ) ( ) elder scrolls; daggerfall ( 17b23 ) ve daha niceleri.
bu gün ise, oyunlar bambaşka yerlere geldiler, limbo( ), minecraft ( ), flight simulator x( ) ve şu an aklıma gelmeyen nice oyun artık insanları eğlendirmenin ötesindeler, isterseniz erişme imkanınız olmayan bir durumu simule edebilir, isterseniz sanal alemde kendinize bir dünya yaratabilir, isterseniz en karanlık kuyularda dolaşabilir, isterseniz neler neler tecrübe edebilirsiniz.
hayatıma bir yerinden dokunup geçmiş onlarca oyundan sadece bir iki tanesini yazabildim burada, daha multiplayer oyunlarda tanışılan rus, ingiliz, alman, çinli, meksikalı, brezilyalı vb arkadaşlardan, amnesia, gta, skyrim gibi oyunlardan, heavy rain, alan wake gibi interaktif film tadında oyunlardan, l.a. noire'den vs vs. bahsetmedim, ama durumu anlatabilmişimdir herhalde.
ben bugün kim isem artık, bu halime ulaşmamda bilgisayar oyunlarının katkısı çok olmuştur. hayaller kurdurtmuş, eğlendirmiş, insanlarla tanıştırmış, uçurmuş, savaştırmış, seviştirmiştir beni oyunlar. 40 saat aralıksız diablo oynayıp ölen adamın yaptığı şey bilgisayar oynamak değil diye düşünüyorum, takıntı bu.
call of duty, battlefield oynamak da insanı manyak yapmaz, cem yılmaz'ın dediği gibi, biri istanbul'a bakıp şair oluyor, ötekisi bakıyor ulan istanbul ananı skicem senin diyor.
açıkçası, bende mi bir sorun var diye düşündüğüm konudur bilgisayar oyunları, tanıdığım hiç kimsenin hayatında ufak da olsa yer edinmemişler fifa, pes vs. dışında.
neyse efendim, kısacası, bilgisayar oyunları güzeldir.
anladığım kadarıyla, ergenlikten itibaren toplum tarafından hoş görülmeyen bir hissi yaşamak, hayatının büyük bir parçasını gizli tutmak, dışlanmak, açıkça öteklienebiliyor olmak yüzünden ülkemdeki eşcinsel insanların büyük bir çoğunluğu hayatın bir çok yanı üzerine düşünemeye fırsat bulamayacak kadar kendi dertlerinde boğuluyorlar.
ben eşcinsel bir kişinin karşılaştığı problemleri tecrübeyle bilemem, ama olduğum gibi olmak yüzünden sıkıntı çekmeyi iyi bilirim.
benden bağımsız bir örnek olarak, bir zamanlar bir sevgilim vardı. doğuştan böbrek problemi vardı, on sekizinde böbrek yetmezliği yüzünden diyalize girmeye başlamıştı. hayatının tamamı bu hastalıktı. bazen düşünüyorum da beni sevmesinin belki de tek sebebi, bir sevgiliye sahip olarak kendi rahatsızlığını unutmaktı, ama bilmem mümkün değil tabii. umutsuzluk ve depresyonla o kadar yoğun bir mücadele içindeydi ki, kendi fikirlerini üretecek bir zaman bulamıyordu, yani her konuda demek istiyorum. en genel kanı neyse o da bana onları tekrar ediyordu. lisede öğretilen tarih doğruydu onun için, o hem kemalistti hem solcu, abisi galatasaraylı olduğu için galatasaraylıydı. şair istanbulu dinliyordu ya hani gözleri kapalı, ve istanbul güzeldi, o yüzden onun için de istanbul güzeldi. oysa o tedavi için istanbula geldikten sonra önce avcılarda, sonra bakırköyde yaşamıştı, istanbul nere, oralar nere. belki de tüm türkiyenin en yaşanılmaz yerleri... ama işte istanbul güzeldi, çünkü bunun üzerine düşünmeye gücü ve vakti yoktu, umursayamazdı bile bunu, zira hep öleceğini düşünüyor, bu konularla uğraşmak yerine aklına hep evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı getiriyordu.
neyse efendim yani demem o ki, yurdum eşcinsel gençlerinde, yani yirmi beş yaşın altında, böyle bir durum var sanki. herhangi bir şey düşünemeyecek kadar yorgun, şaşkın, güçsüzler. hepsinin ailevi problemleri, kendilerine ait gizili bir hayatları var. başka bir yolu olmadığı için elbette, ama yorum yapmıyorum, yani gördüğümü tarif etmeye çalışıyorum. tanıdıklarım, gördüklerim hep böyle* .
sözlüğün sol penceresinde günlük hayata dair başlıkları çok nadiren görüyorum, bu konuların konuşulabileceği çok fazla yer de yok, doğaldır burada cinsellik üzerine konuşmak, ama ne bileyim eşcinsel bireylerin birbiriyle spor, politika, müzik, sanat üzerine paylaşacak hiç bir şeyleri olmadığına inanasım gelmiyor.
belki de herhangi başka bir sözlükte de paylaşılabilecek şeyleri, ya da arkadaşlarla paylaşılabilecek şeyleri bir de burada yazmaya gerek görmüyordur yazarlar, bilemem. sen ne anlarsın, bizim buna ihtiyacımız var hissinde olabilir insanlar. daha önce yazmıştım, ben bilmem, bear bilir.
yok, sen bilirsin, illa ki söyle diyorsanız, ayısözlüğü kurtarılmış bölge haline getirmek, potansiyelini harcamak gibi geliyor bana.
aylık bin beş yüz lira artı sigorta artı yeme içme masrafları da teklife dahilse bir iş teklifi yapıyor olabilir, sırf karşı cins diye hemen reddetmeyin.
bu lafı doğru yerde kullanırsanız karşıdaki insanı sus pus edebilirsiniz,
coni- hey dostum, yarışma için hazırladığım bilgisayar kodunu hatırlıyor musun? teslimi bu akşamdı ve ne oldu tahmin et, o patron olacak kaltak yazılımın değişmesini istiyor, anlıyormusun ha, tüm gün bununla uğraşmam gerekecek dostum, yarışmaya kadar nasıl yetişecek bu kadar iş, ha söyle bana, ha?