2. aynı kavram çevresinde, başrolde pll'in alison'ı sasha pieterse ve michael j. willett'ın rol aldığı 2013 yapımı komedi.
amerikan abuk bir kasabasında geçen hikayede out olmayan, hatta hiçbir gay klişesine girmeyen (ama six pack yapmayı ihmal etmemiş) tanner (willett) ve ilginç arkadaşları okulun silik tiplerindendir. okuldaki popülerlik savaşını ise bir adet sarışın, bir adet mormon ve bir adet de siyahi ve tavırlı 3 kız götürmektedirler. tanner arkadaşımızın yine kendisi gibi gay olan arkadaşı bir gün yoğun ısrar üzerine telefonuna grindr yüklemesi ile olaylar gelişir ve tanner okuldaki lgbt klubünce out olmak zorunda kalır, çünkü okulun ilk out gay'i olmak kapılmamış bir popülerlik statüsüdür. bu sırada popülerlik için savaşan bu üç kızımız da en son, en yeni trend olarak kendilerine bir "g.b.f." aramaktadırlar ve üçü de tanner'ı yanına katmak için türlü türlü olaylara girişirler.
gay mean girls tadında, eğlenceli bir gençlik komedisi.
"in another life i would make you stay" diyerekten yürek dağlayan katy perry şarkısıdır. şarkının da anlattığı üzere the one that got away ile aslında elden kaçmaması gerek ama bir şekilde giden "o" kişiden bahsedilir.
ayrıca da (ne kadar etkili olur bilemesem de) atlatmanın 13 basamağı hakkında bir şöyle bir video bulunmakta,
bu gidişle, jamie lee curtis'li kadroya rağmen ikinci sezonu göremeyecek, ryan murphy'nin elinde patlaması muhtemel dizisi.
bütün yaz boyunca tanıtımı yapılıp çıta yükselirken, 7.bölüme gelinmesine rağmen hala elde sağlam bir şey olmayan bir dizi. klişe ama güzel bir haunted hikaye kondu, baş kötü belli ama... her bölümde ayrı beyin fırtınaları ile hızını yetişilemiyor. kimse ahs tadında bir şey beklemiyordu (ki dizide biraz daha 90ların günümüzü esintileri hakim) korku-komedi bir yapım izleyeceğiz derken işin dozu kaçmış, kara mizah/absürd komedi mi derken cıvıklıkta master yaptı yapım (gerçi bsb-everybody sahnesi inanılmazdı). bunda biraz über oyunculuk yeteneği olmayan ve ahs:coven'dakine epey benzer rolü oynayan emma roberts'ın da abartılı oyunculuğu hakim ki itiraf etmek gerekirse diziyi lea michele'in canlandırdığı hester ile izlenebilir kılan ikisi.
ha bir de kıyafetler var ki... oyunculuk vs yalan, bir yapımda kürk bu kadar yoğun, bu kadar çok karaktere nasıl yerleştirilir göstererek sırf kostümleri için izleyen bir kesimi de barındırmakta izleyici kitlesinde.
ilk entrye katılmakla birlikte, sıkı bir amy hayranı olmama rağmen beklediğimi alamadığım belgesel. oysa ki yönetmen asif kapadia filmin ilk yayınlandığı cannes'dan başlayarak her yerde övgüyü hak etti, ayakta alkışlandı.
ilk olarak, babasının yazmış olduğu kitap ile genel olarak aynı hatları paylaşsa da içeriğe inildiğinde üzerinden yüzeysel geçildiği söylenebilir (özellikle de amy-blake ilişkisi). tabi kitabın babasının bakış açısıyla yazıldığı veya yönetmenin genel olarak, insanlara gerçek amy'i tanıtmak istemesi/insanların onu böyle hatırlamasını istemesi sebebiyle belgesel film bu çerçevede gelişmiş olabilir. ama hiç yoktan da olsa amy'nin (yanlış hatırlamıyorsam) babası ve eşiyle gittikçe ispanya tatilinde odaya kapanıp back to black ve aynı albümün birçok hitini nasıl bir çırpıda yazdığı, kariyerinin başında kötüleşmeye başladığının ilk zamanlarında prodüktörünün evine gidip orada huzuru bulduğu zamanlardan, kendi isteğiyle bile rehabe girdiği zamandan, blake'in hapisten bile amy'le uğraşmaları, yetmezmiş gibi bir de o kan emici ailesi vs gibi konulara değinilmemiş olması beni epey üzdü açıkcası. sonuçta ortada evet, özellikle ilk olarak babası tarafından yaralanan ve bunları sarmak için ulaştığı ancak kendisini çok daha büyük yaralayan iki "erkek"in tükettiği bir kadın-daha doğrusu küçücük bir kız çocuğu portresi çiziliyor ki doğru, ancak bunların yanısıra fuck me pumps gibi, tears dry ve daha birçok parçayı kaleminden çıkaran, o zamanki piyasaya göre gerek müziği gerek saçıyla başıyla bile epey özgün bir iş ortaya koyan bir kadın var (ki adele'in "amy winehouse is the reason i make music, without amy someone like you may never been existed" diye bir açıklaması bile bulunmakta).
ama açılış sahnesi, öncesinde görülmemiş görüntüler ile gerçek amy'i tanıma fırsatı ve her biri ayrı eşsiz o parçalarının aralara serpiştirilişi ile kesinlikle görülmesi gereken bir yapım.
grammy gecesinde jt'nin albümüne verdiği "ne yani what goes around comes around diye albüm mü olur?" ayarı, tony'nin kendisine verdiği "slow down, you're too important. if you can live long enough, life teaches you how to live it" öğüdü, amy'nin kendisinin bile ünlü olmayı beklemediği hatta müziğini "skala dışı" olarak tanımladığı anlar ve dahası...
2011 yapımı, yönetmenliğini mike cahill'in yaptığı bilim kurgu-psikolojik gerilim filmi. başrolde ise takibe alınası brit marling var.
güneş sisteminde dünya'nın bir kopyası olan bir gezegen keşfedilir. 17 yaşında mit'ye giren ve gelecek vaad eden rhoda (marling), bir gece eğlencesi dönüşü radyoya gezegenle ilgili duyduklarına dalarak gökyüzündeki mavi noktayı izlerken yoldan çıkar ve bir ailenin arabasına çarpar. 4 yıl hapis yattıktan sonra karısını ve çocuğunu öldürdüğü adamı merak etmeye başlar: ne yapıyor, ne haldedir gibisinden. temizlik şirketinden geldiği bahanesiyle adam ile temasa geçer ve ayrıca da nasa'nın bu yeni gezegene göndereceği gönüllülerden biri olmaya başvurur.
stevie wonder'ın pastime paradise'ı altyapısı üzerine yazılan blue parçası.
yeah, holla
we come from humble beginnings and
who could have guessed it when
you sit and doubt it and things ain't all that bright
but we made it through the night, oh
it's like a game of truth or dare
if you can make it here you'll make it anywhere
that's what we've been told
but the story's getting old
together we faced the cold outside
no one can say we didn't try
and i will never give you up or let you go
together we faced our final fears
remember the moments that we shared
that's why i'll never give you up or let you go
we'll be ready when the curtain might fall
feel my heart beating when the crowd calls
i gotta read between the lines
'cuz i'm living out the script of my life
'cuz we all got a part we must play
and i've done it but i've done it my way
i gotta read between the lines
oh in the script of my life
we started out many years ago no one will ever know
how far we've really come since we walked away
with no more words to say, hey
and we made a lot of sacrifice undid a lot of ties
we fought a lot of fights to get where we are now
just don't ask me how
together we faced the cold outside
no one can say we didn't try
and i will never give you up or let you go
together we faced our final fears
remember the moments that we shared
that's why i'll never give you up or let you go
we'll be ready when the curtain might fall
feel my heart beating when the crowd calls
i gotta read between the lines
'cuz i'm living out the script of my life
'cuz we all got a part we must play
and i've done it but i've done it my way
i gotta read between the lines
oh, in the script of my life
we'll be ready when the curtain might fall
feel my heart beating when the crowd calls
gotta read between the lines
in the script of my life
we all got a part to play
i've done it but i've done it my way
gotta read between the lines
in the script of my life
script of my life
we'll be ready when the curtain might fall
feel my heart beating when the crowd calls
i gotta read between the lines
'cuz i'm living out the script of my life
'cuz we all got a part we must play
and i've done it but i've done it my way
i gotta read between the lines
oh, common put your hands up
we'll be ready when the curtain might fall
feel my heart beating when the crowd calls
i gotta read between the lines
'cuz i'm living out the script of my life
'cuz we all got a part we must play
and i've done it but i've done it my way
i gotta read between the lines
oh, in the script of my life
elton john tarafından bestelenen ve seslendirilen, 2000lere gelindiğinde ise elton john & blue iş birliği ile zirve yapan, adından hala söz ettiren, kişinin içini cız ettiren parçası. hele de söyleyemediğiniz, yarım kalan bir şeyler varsa.
(sorry seems to be the hardest word)
what i got to do to make you love me?
what i got to do to make you care?
what do i do when lightning strikes me?
and i wake to find that you're not there?
what i got to do to make you want me?
what i got to do to be heard?
what do i say when it's all over?
sorry seems to be the hardest word.
it's sad, so sad
it's a sad, sad situation.
and it's getting more and more absurd.
it's sad, so sad
why can't we talk it over?
oh it seems to me
that sorry seems to be the hardest word.
what do i do to make you want me?
what i got to do to be heard?
what do i say when it's all over?
sorry seems to be the hardest word.
it's sad, so sad
it's a sad, sad situation.
and it's getting more and more absurd.
it's sad, so sad
why can't we talk it over?
oh it seems to me
that sorry seems to be the hardest word.
yeh. sorry
what i got to do to make you love me?
what i got to do to be heard?
what do i do when lightning strikes me?
what have i got to do?
what have i got to do?
when sorry seems to be the hardest word.
son birkaç sezonda hipsterlar ve özellikle de lümberseksüeller üzerinden epey popüler olan gömlek türü. genel olarak yünlü kumaştan yapılırlar ve flannel diye de bilinmekte.
bestseller gone girl kitabından sinemaya uyarlanan, başrolde ben affleck ve rosamund pike'ın yer aldığı 2014'ün iddialı yapımlarından biri. yönetmen koltuğunda david fincher var.
nick (affleck) ve amy (pike), görünüşte mutlu evliliği olan klasik bir amerikan ailesi izlenimi çizmektedir: hikayesi olan bir aşk, güzel karı/koca, güzel bir ev... evliliklerinin 5.yıl dönümünde amy ortadan kaybolur ve her şey burada gün yüzüne çıkmaya başlar. amy'nin ortadan kaybolması ile nick'in amy'i öldürdüğünü işaret eden kanıtlar ortaya çıkmaya başlar ve aslında dışarıdan mükemmel görünen ikilinin hiç de göründüğü gibi olmadığını anlarız.
filmin ortasına kadar gizem, sonrasındaki açılmalar ve dahası "bir insan daha ne kadar psikopat olabilir?" sorusu ve evlilik kurumunu epey sert ve farklı bir şekilde sorgulayan etkileyici bir film.
çıktığı zaman okuduğum eleştirilerle ıssız adam vari bir şey beklerken, birçok konuda sınırlarda gezen ve aşmayan bir film olarak epey beğendiğim film. tabi bunda fassbender'ın da etkisi "büyük".
ilk başlarda seks bağımlılığı, iletişimsizlik, sonrasında epey ortaya çıkan yalnızlık, sosyopati ve epey potadan dönen ensest ilişkileri ile film boyunca akla "acaba?" sorusunu getirdi. sanki brandon ve kardeşi çocukluğunda bir şeyler yaşamış da onun geleceğe vurması. çocukluk travmalarının hala devam ettiği izlenemi yarattı, özellikle de her ne kadar sissy brandon'a muhtaç bir "asalaksa", anladık ki son sahnelerde aslında brandon da sissy'e muhtaç.
kimse bahsetmemiş, ayrıca ufak da bir eşcinsel sahne içermekte. beni en çok şaşırtan şeylerden biri de bu oldu filmde. sürekli pornolar, kadınlar, memeler vs gezinen brandon'ın tak edip gay bar'a girmesi.
animasyon izlerken sıkıntıdan geberen birisi olarak bayıla bayıla izlediğim film. her ne kadar disney filmlerine nazaran biraz karanlık ve dramı fazla bulsam da, insana güzel zaman geçirten filmlerden.
trailer -
seni de unutmadım kalbi kendinden büyük beyaz adam,
yönetmenliğini sam mendes'in yaptığı, sonunda görücüye çıkan son bond filmi. daniel craig'e bu zamana kadarki "en yaşlı" bond kızı ünvanı ile monica bellucci ve güzeller güzeli fransız çiçeği lea seydoux eşlik ediyor. karşı tarafta ise kötü adam oberhauser rolüyle christoph waltz var.
ölümünün ardından bond'a m'den bir video gelir. devamında bond kardeşimiz takım elbisesi üzerine kurukafalarla mexico city'de ortamlara akar, sonra anlar ki peşinde olduğu adam çok daha büyük bir şeyin parçasıdır; bu zamana kadar (casino royale, quantum of solace, skyfall) yaşadığı acılar, kaybettiği kadınlar ne varsa hepsinin birbiriyle bağlantılı olduğu ve arkasında da uluslararası über şeytani örgüt spectre'ın olduğudur.
alışılagelmiş bond filmlerinin aksine bu sefer aksiyonu bir tık az, romantizmi bol bir bond portresi çizilse de genel olarak bekleneni vermiyor film, hele de öncesindeki skyfall düşünülürse. keza sam smith insanüstü bir sese sahip olsa da writings on the wall da kanımca öyle (ki adele'in skyfall şarkısının bile aslen bu kadar sükse yapacağı beklenmemişti o zaman), ancak şarkının olduğu açılış sahnesi epey başarılı.
bu sezon başlayan, başrolde hintli güzel priyanka chopra'yı barındıran 2015 yapımı polisiye dizi. konusu ise şöyle, ülkede bir terörist saldırı gerçekleşir ve olay yerinde uyanan yeni ve güzel fbi ajanımız alex parrish daha ne olduğunu anlamazken kendisine patlamadan sorumlu kişinin içeriden birisi olduğu söylenir. akademiden yeni mezun alex kızımız "suçlu kim?" diye olayı anlamaya çalışırken bir anda gözaltına alınır ve patlamadan suçlu tutulur. akademinin eski müdürü sayesinde federallerin elinden kaçan alex, masumiyetini kanıtlamak ve terör eyleminin asıl sorumlusunu bulmak için tek tek akademide eğitim aldığı arkadaşlarının peşine düşer. ilk başlarda sıkı fıkı olduğu arkadaşlarıyla eğitimi ilerledikçe, ortaya dökülen sırlar, fesatlıklar vs ile alex'in geçmişindeki herkes muhtemel bir hedef olmuştur.
her ne kadar buram buram 11 eylül koksa da; akademi zamanlarına ve günümüze flashbackler, sense8 tadında her azınlıktan( gay, mormon, orta doğulu...) karakterler barındırması ve genel aksiyon havasıyla gittikçe epey güzel bir yapım. ayrıca başroldeki priyanka chopra, amerikan bir yapımı bir dramada başrol oynayan ilk asyalı kadın aktris olma özelliğine sahip. 2.bölümden onay alması ile de dizinin ilk sezonu 19 bölüme çıkarıldı.
one tree hill ve spider man'deki roller ile öne çıksa da; esas ününü true blood'daki alcide karakterine ve magic mike'daki vücudunun bilimum santimetrekaresine borçlu olan yarı italyan yarı ermeni kökenli amerikalı aktör. ayrıca modern family'in sofia vergara'sı ile beraber.
kendisini unutmak mümkün değil ama hala hatırlamayanlar varsa,
başrolünde the office'ten hatırlanabilecek ellie kemper'ın oynadığı 2015 yapımı komedi dizisi.
konusu ise: kimmy, 15 yaşındayken evinin önünden, kıyamet günü geldiği ve artık kimsenin hayatta kalmadığını iddia eden papaz tarafından kaçırılır ve kendisi gibi 3-4 kadınla bir yer altı sığındağında yaşamaya başlar. tabi bu hapsedilen kadınlar, 1800lü yıllardaki gibi bir hayat sürmeye mahkum kalıp dışarıdaki hayattan mahrum kalırlar. 15 sene sonra fbi tarafından kurtulan bu "köstebek kadınlar"dan olan kimmy, kendisini büyük bir pozitiflikle new york'a atar ve olaylar gelişir.
gerek kimmy ve ne kadar kötü olursa olsun durum her şeye pozitif yaklaşımı, gerek kimmy'nin ev arkadaşı titus'ın mükemmelliği ile epey komik, eğlenceli bir yapım. öyle ki, 13 bölümlük netflix yapımı olmasına rağmen hemen 2.sezon onayını almış bulunmakta. bu kadar iyi bir senaryoda herhalde tina fey'in de olmasının etkisi büyük. ayrıca inanılmaz komik, anında insanın beynine kazınan bir açılış müziği bulunmakta, izlenilesi!
julianne moore'a kazandığı oscar'ı sonuna kadar hak ettiğini gösteren, enfes bir drama. alice (moore), columbia üniversitesinde dil bilimi üzerine uzmanlaşmış, bu konuda kaynak sayılan bir kitap yazmış profesördür. bir gün üniversite kampüsünde koşarken kaybolduğunu hisseder. bunun ve birkaç şeyin üzerine doktora giden alice'e erken alzheimer teşhisi konur ve devamında alice ve ailesinin yaşadıklarına tanık oluruz filmde.
julianne moore'u her filminde ayrı bir sevsem de, hep the hours'taki rolünün yeri bende ayrıydı ta ki alice'e kadar. julianne moore'un o güzelliği, hikayenin de epey iyi olmasıyla film boyunca ilginç bir etki doğuruyor insanda-ki alice pek de öyle süslü püslü bir kadın değilken. dahası, linguistik yani hayatı konuşmak üzere olan bir kadının anılarını unutması(alice kendisini anıları ile ifade ediyor) dahası filmin sonunda neredeyse konuşmayı bile unuttuğunu görüyoruz, epey sert bir yerden vuruyor insanı. ayrıca film boyunca alice'in annesi ve kardeşini içeren o anısından izlenen kesitler filmin sonunda beyaz bir ekran ile sonlanarak aslında alice'in film boyunca hep tutuntuğu o anısını da artık unuttuğunu göstererek bir kez daha üzüyor.
ve tabiki o alzheimer derneği'ndeki konuşması, her şeye bedel.
sokak ortasında esneme-gerilme yaparken görülmüş kendisi. hayatımda böyle güzel bir esneme hareketi görmedim, pilates lastiğin ebru şallı'n olayım chris!!!
rome, thor, book of eli gibi birçok yapımda rol alan, gözüme ise dexter'daki duygusal ama belli etmeyen, gay mafya babası isaak sirko olarak giren 64 doğumlu irlanda asıllı ingiliz aktör.
kendisi dünyadaki en üzgün ama bir o kadar da güzel bakışlara sahip beylerden. buna bir de ingiliz aksanını ekleyince kendisi daha da bir çekici hale geliyor. biz türkler'in ''karizma'' dediğimiz şeyin sözlük karşılığı kendisi.
twitter'da rastladığım 4 fotoğraflık bir öyküyü, ve siz sevgili sözlükçüler için olduğunca çevirdim. sanırım esasen bir tumblr postu, epey de gülümsetti beni.
bir anne, ev arkadaşıyla beraber yaşayan oğlunun evine yemeğe gider. yemek sırasında, anne oğlunun ev arkadaşının ne kadar yakışıklı olduğunu fark etmiştir. oğlunun cinsel yönelimi hakkında şüpheli olan anne, iyi bir anne olarak doğru zaman gelince oğlunun kendisine açıklayacağını düşündüğünü için sesini çıkartmaz. ancak bu durum kendisini daha da meraklandırır. yemeğin devamında anne, oğlu ve ev arkadaşı arasındaki iletişimi, bakışmalarını izlerken dahası olup-olmadığını düşündü. annesinin bakışlarını hisseden oğlu ''aklından geçenleri biliyorum anne ve içini ferah tut, biz sadece ev arkadaşıyız ve dahası yok.'' der. bir hafta sonra, ev arkadaşı diğerine ''anne buraya geldiğinden beri gümüş servis tabağı/tepsi kayboldu, sence o almış olabilir mi?'' der. bunun üzerine oğul ''onun almadığına eminim ama yine de bi sorayım'' der ve mail atar annesine:
''merhaba anne,
sen aldın demiyorum, sen almadın da diyemiyorum ama durum o ki sen bizim eve yemeğe geldiğinden beri gümüş tepsi kayıp.
sevgiler -oğlun. ''
birkaç gün sonra oğul, annesinden yanıt alır:
''sevgili oğlum,
ev arkadaşınla yatıyorsun demiyorum ama ev arkadaşınla yatmıyorsun da demiyorum. seni sevdiğimi biliyorsun ve durum ne olursa olsun ki seni daha az önemsemem ama eğer ev arkadaşın yatağında yatıyor olsaydı gümüş tepsiyi yastığının altında bulurdu.
güzeldi. muazzam değil ama mükemmeldi. bunun en büyük sebebi de konsere gelen kitlenin hakikaten alakasızlığıydı.
gaga'nın o kusursuz sesi, performansı, içtenliği ve bitmek bilmeyen enerjisi ile şov harikaydı; öyle ki set list'in dışına çıkıp you & i söyleyerek mest etti. bir an olsun eğlenip-eğlenmekten durmadı, durdurmadı. sahaiçindeydim, gitmeden önce diyordum ki ''herhalde tıklım tıkış, herkesin tek vücut olduğu bi şey olur'' ama öyle olmadı, çılgınlar gibi dans ettim. hele de bad romance'e sıra gelince kendimi kaybettim. en öndeki aşırı little monster arkadaşlar dışında öyle her şarkıya eşlik edilmediğini duyunca açıkcası benim bile moralim bozuldu, anca paparazzi, alejandro ve bad romance'te biraz tüm kalabalık da eşlik etti. bad romance zaten başlı başına efsaneydi (harajuku olaylarından hoşlanmasam bile), resmen 6 yıl beklediğime değdi diyebilirim.
sadece müzik değil, her ne kadar bir pazarlama stratejisi de olsa gaga gerçekten bir kez daha neden bu kadar benimsendiğini gösterdi. o iran'lı hayranını sahneye çıkartıp hepimizi kıskançlıktan çatlatırken ona sarılması, born this way söylemeleri... hangi şarkıda hatırlamıyorum ama o yaptığı ''farklı olmaktan korkmayın!'' konuşması ve ''bu gece buradaki gaylerin ellerini kaldırmalarını istiyorum, bu dünyada farklı olmak zordur ve ne olursa olsun tanrı sizi seviyor'' diyerek gönlümü bir kez daha fethetti. hani gerçekten, belki çok banal gelicek ama o an orada hissettiğim o kabul edilme, o huzur hissini, o samimiyeti anlatamam."tonight we celebrate acceptance, tolerance, and love" diyerek pride bayrağını daha da yükseğe kaldırmasını söyledi.
ölmeden önce yapılması gerekenler listesinden bir tanesini daha sildik, bir dahakine en önden bilet alıp gaga'yla karşılıklı dans etmek daha harika olur!
ilk başta bekleyenlerdendim, daha doğrusu ikinci sınıf bir romantik komedi tadında onun ''gelip'' beni bulmasını falan bekliyordum. ne bileyim insan az-çok hak ettiğini düşünüyor, kimler kimleri buluyor yani. baktım kimsenin geldiği yok, moralman tam gaz düşüşteyim ufak ufak, kendimce atılımlar yaptım ama değil erkeklere, insanlığa olan inancım sıfırın altına düştü. zaten ölsem ilk adımı atacak ya da birilerine yürüyecek biri değilim, kısa sürede doğru dürüst bir şey yaşamadan ilişkilerden falan her şeyden soğudum. hayır zaten insanlar nereden, nasıl tanışıyor da böyle aşık oluyor falan onu da bilmiyorum, ıskarta mı oldum acaba diye düşünmüyor değilim ara sıra.
birazdan söyleyeceklerim için tahminen (yine) aforoz edileceğim ama çok "renkli" bir sözlük olmamız sebebiyle, konu hakkındaki fikrimi söyleme ihtiyacı duydum buradaki birçok birey gibi.
öncelikle, haftalardır troll diye eleştirdiğiniz yazarlar gibi karşıt demeyeyim ama aynı paydada olmayınca hemen bir şeyin "düşmanlık" diye adlandırılmasını ne bileyim, doğru bulmuyorum. birini kendinize düşman ilan etmeniz için gerçekten bir şeylere kast etmesi ve karşılıklı bir süregelen çekişme, baskı olması gerektiği kanaatindeyim. öyle ki, sözlükteki birçok birey de gayet hdp'yi destekliyor-ki bunda negatif bir şey görmüyorum çünkü herkesin istediği şekilde hareket etme hakkı var, ben kimim ki diğerlerini düzeltme ihtiyacına gireyim daha doğrusu, düzeltme doğru bir kelime değil ama diğerlerine kendi düşüncemi kabul ettirmeye çalışayım? nasıl güzellik göreceli bir kavramsa, iyi-kötü de belirli sınırları olsa da kendi içerisinde yine göreceli bir kavram benim gözümde. sonuçta (sözümona) burası özgür bir ülke, keza bu platform da.
siyasetten hoşlanan birisi değilim çünkü benim için başa kim çıkarsa çıksın aynı güç savaşından, açlık oyunlarından başka bir şey değil. evet, şu anki 12 yıldır süregelen durum gerçekten iyi değil ama keza bundan önce de(çok önce de) öyle belirli bir refah seviyesine ulaşmış bir ülke değildik. neyse, hayatım boyunca ırkçı bir insan olmadım keza kendimi de böyle görmüyorum çünkü ırk, aynı insanın ailesini seçememesi gibi kan yoluyla atanan bir bağdır. bununla ne kadar ilgili olacağınız sizin elinizde (kültürünüzü bilmek vs) olan bir şey. benim nezlimde insan ne olursa olsun insan olsun, karakteri düzgün olsundur.
sırf desteklemediğim için sanılanın aksine hdp'den nefret etmiyorum, ama hoşlandığımı da söyleyemem; bu konuda nötrüm. saygı duyuyorum ama benim değer yargılarıma veyahut doğrularıma oturmuyor, keza diğer hiçbir parti de böyle. böyle düşünmemin de birkaç sebebi var. ilk olarak, ırkın bir insanı saf bir şekilde tanımlayabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. (bilgim dahilinde) eğer osmanlı torunu değilseniz ya da türkmenistan kökenli değilseniz, teknik olarak kimse türk değil. aynı amerika'da italyanı, ispanyolu birçok farklılığın bulunması gibi ülkemizde de kürt,çerkes,macır,boşnak birçok koldan insan var. büyüdüğünüz ülkenin çerçevesinde, türk milletine mensup oluyorsun, ırkına değil-keza amerika'da doğup büyüyen anne-babası türk olan bir türk amerikan olarak adlandırılır mı? bence adlandırılamaz. insanların bu ırkçılık yüzünden dünya'nın her yerinde ne acılar çektiği aşikar, keza ülkemizde de öyle. bunu anlıyorum. benim bu konuda anlamadığım ve anlatamadığım, bir ülke içerisinde, özellikle de ırk ayrımı ile bir ayrıma gidilmesi. birçok devlet, çok uluslu yani a,b,c birçok ırktan insanı barındırıyor. böyle bir oluşumda, herkes kendi kültürü çerçevesinde bir şeyler gerçekleştirmek isterse, o zaman her şeyin çok farklı yönlere gidebileceğini düşünüyorum.
çerkesim, bu kültürle hayli içli dışlı, bilimciyle büyüdüm. benim de annemler yeri gelir evde çerkesce konuşur, paylaşımlar yapılır. benim yaptığım çıkarımla, o zaman haydi çerkes'i de laz'ı da macır'ı da hepimiz bir kendi içimizde içselleşmeye gidelim. türkiye gibi "medeniyetler beşiği" diye anılan ülkede bu kadar farklı insanın olması çok normal bir şey. insanların haklı olarak hakkını arama ihtiyacını anlıyorum ama o zaman iş bir süre sonra yine, daha da beter bir bölünmeye yol açacağı kanaatindeyim. o zaman biz de hakkımızı talep edelim, x'de etsin y'de böyle gider.
yazdıklarım da aksi anlaşabilecek olsa da, gerçekten kendimi turancı, milliyetçi biri olarak görmüyorum. sadece dediğim gibi, türkiye gibi her devlet altında birçok farklı milleti barındırıyor ve bence bu devletin bir kurum olması gereğinden olağan bi yapı.
ikinci olarak, sırf kürt/gay ya da herhangi bir azıklıktasın diye ille de "hdp benim partim hörörörö" dümdüz gitmeni anlamlandıramıyorum. evet, diğer partiler de baktın mı hiçbiri ne benim ne senin tamamen düşüncelerini, ideallerini karşılamıyordur ama zaten işte olay burada ortaya çıkıyor, kendini bir şeye ait hissetme zorunluluğu. evet, vatandaş olarak senin mecliste, ülke yönetiminde söz sahibi olman en doğal hakkın ve kendine-en yakın diyelim-partiyi destekleyerek bunu onlar üzerinden yapıyorsun diyelim, ama gerçekte o adam seni ne kadar temsil ediyor? toplumun geneliyle birlikte senin iraden, senin ideallerin orada ne denli hayata geçiyor? bu zamana kadar hiçbir milletvekilinin toplumun birebir aynası olduğunu göremedim (hatalıysam seve seve öğrenmeye açığım). eğer hdp öncelikli olarak lgbtileri savunsa, gerçekten sözlükteki bu denli yoğunluğu anlayabilir, bizzat destekler ve önlerinde şapkamı çıkartabilirdim ki ancak "halkların, azınlıkların" hakkını savunma adı altında biz yine ikinci, hatta üçüncü plandayız. değil hdp hiçbir parti bence en az önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde(ki kimse bu kadar beklememeli) seni sevdiğin adamla evlendirebilecek, seni anayasada ve hukukta, gerçek hayatta herkesle aynı seviyeye koyacak, öyle erkek arkadaşınla beyaz çitli ev ve 3 çocuk gibi toz pembe hayallerini gerçek kılmayacak. sözde özgürlükler ülkesi amerika'da bile böyle bir kabullenme ortamı yok, avrupa'nın da biraz daha iyi olduğu söylenebilir. o yüzden "hdp'ye oy vermeyen eşcinsel" dışlaması, kötülemesini doğru bulamıyorum.
üçüncü olarak, bunların hepsi bir yana, bir bebek katilini öncü edinen bir oluşumu ben kabul edemem, hayatım boyunca da edebileceğimi sanmıyorum. her ne kadar hakkında çıkan şeylere rağmen demirtaş'ın birçok söylemini, politikacılığını bir yere kadar doğru, beğenilir bulsam da "apo'nun heykelini dikeceğiz"den sonra bende film koptu. evet, barajı geçmelerini, iktidara karşı olmalarını gerçekten takdir ediyorum ama özgürlük kisvesi altında köyleri tarayan, nicelerini katleden, terör örgütünün başıyla ilişik olan bir yapılanmayı ben kabul edemiyorum ne yazık ki. eğer öcalan ile bu bağ olmasa, barış sağlanması yolunda etkisi azalan pkk'ya rağmen hdp'yi gerçekten anlayabilir ve kabul edebilirdim bir yere kadar sözlük. ama edemiyorum. aklıma çocukken o dönen haberler, üst üste kadın cesetleri, kucağında bebeğiyle anne ve duvarda apo, pkk yazıları geliyor. diyeceksiniz ki, kürtler'in canı yanmadı mı? yandı, hem de allah bilir nasıl , hele de şu son birkaç senede, ama cana karşı can alarak özgürlük kazanılmaz, adalet sağlanmaz benim düşüncem. doğru demek bana düşmeyebilir ama en azından makul değil bu olanlar.evet geçmiş geçmişte kaldı, önemli olan geleceğin neler getireceğidir ama benim gözümde geleceği şekillendiren de geçmişteki etkilerin tepkisidir.
eğer bıkmayıp, sonuna kadar okuduysanız ve kendimce bakış açımı bir nebze de olsa anlatabildiysem; düşünceniz ne olursa olsun yine de teşekkürler.
arkadaşlık anlamında, biriyle gerçekten bitmişse hiç tereddüt etmeden sildiğim, benim için önemsiz olan bir konudur, çünkü o resim artık geçmişte kalmıştır ve her bakışta o zamanları hatırlayıp iç çekmek-hatırlamak bana geçmişe takılmak gibi geliyor. hele de o kişi bu durumda suçlu olan ise.
eğer resimde çok iyi çıktığımı düşünüyorsam resmin kendim olan bölümünü kesip ayırma bencilliğini de yapmışlığım vardır...