oblomov

Durum: 261 - 0 - 0 - 0 - 05.03.2015 00:41

Puan: 4826 - Sözlük Kezbanı

11 yıl önce kayıt oldu. 4.Nesil Yazar.

Henüz bio girmemiş.
  • /
  • 14

eşek hoşaftan ne anlar

eşeğin bile bir ağız tadı var,taze taze meyvelerden yapılmış komposto dururken hoşafa burun kıvırıyor işte.

hz. fatma'nın eli

islam ve yahudi mitlerinin etkileşimidir hz. fatma'nın eli,yada diğer adıyla hamsa.yahudi inancında beş parmak tora'nın beş kitabını ve beş peygamberi;moşe(musa),aron(harun),avraam(ibrahim),ishak ve yakoov'u simgeler.

ispanya'da sefarad yahudilerinin evlerinin duvarlarında bu simge vardır.

downton abbey

sadece bir dizi değil,bir aristokrasi dersi downton abbey.lady edith bir restoranda yemek yerken sevgilisine "annem bize halkın arasında asla yemek yiyemeyiz demişti ama savaş her şeyi değiştirdi" diyor,lord hazretleri doğum gününde şarkı söylemeye gelen şarkıcıyla aynı masada yemek yemeyi uygun görmüyor.tabii hep böyle değil,bu soylu aile hizmetkarlarına karşı çok cömertler misal;kontes,yorkshire sosyetesinin olduğu otel restoranına gelen ve içeri alınmayan kendi hizmetindeki evli bir çifti lütfedip içeri alıyor.
dizi çok başarılı ama en en önemlisi savaş öncesi ve sonrası değişimleri çok iyi yansıtması. bazen kendimi klasik bir roman okuyormuş gibi hissediyorum.kabul salonu,sadece evli lady'lerin yatakta kahvaltı edebilmesi,akşam yemeğine uygun değiştirilen kıyafetler,genç kızların sosyeteye takdim merasimi ve dizinin favorisi yaşlı kontes violet.
violet ve lady mary tam bir ingilizler,ara ara amerika'ya verdikleri ayarlarla beni mest ediyorlar.
--- spoiler ---
birde bu dizide bebek laneti var.şöyle ki;önce evin hizmetçisi malikaneye gelen bir askerden hamile kaldı,çocuk doğdu ve babası savaşta öldü. sonra lady sybil bir şoförle evlendi ve doğum sırasında öldü. layd mary'de çocuğunu doğurdu ve kocası matthew öldü.dizide hiç yüzü gülmeyen karakter lady edith daha hamileyken bebeğin babası ortadan kayboldu.şimdide evlilik dışı olan çocuğuna kavuşmanın derdinde.
--- spoiler ---

5.sezonu da başladı,keyfime diyecek yok.

melankoli

hüzünlü bir peppino di capri şarkısıdır.

aynı şarkıyı türkçe sözlerle de söylemiştir.

davul fırın

bir evi yuva yapan alet,içinde ne pişiyorsa bütün evi sarar kokusu.başka hangi fırında 25 dk. 3 tepsi poğaça,10 dk. kek pişirebilirsiniz ki? yok böyle bir fırın lan,tepsiyi içine sürdüğün gibi pişmesi bir oluyor.ayrıca baklavayı,böğreği en iyi pişiren fırındır,konveksiyon fırın halt yemiş.
tamam ankastresiydi,turbosuydu olsun o fırınlardan da ama hiç biri davul fırının yerini tutamaz.kullanılmasa bile görüntüsü bile yeter.yalnız ayarsız bir fırındır bu,bazen yemeği yakıp kavurur bazen size kralını yapar,bu yüzdendir ki tecrübe ister.

moda

giyimin bir gereksinim,ihtiyaçtan öteye geçmesi,nedense hep geriye doğru gider.
modayla ilgili aklıma gelen bir iki ilginç şey;
-15yy. bekar kadınlar kendilerini hamile gibi gösteren belden destekli kıyafetler giyermiş.
-isviçreli askerler savaş sırasında parçalanan kıyafetlerine yaptıkları yamalar,askerler savaş bitip yurtlarına döndüğünde halk tarafından çok beğenilmiş ve bir dönem yama moda olmuş.

ikinci el kitap

akşamları beyazıt meydanına gitme sebebim.abi, onlarca kitabı yere yığıyor sonra kim kaparsa.çok ilginç belkide hiçbir yerde karşınıza çıkmayacak kitaplarda oluyor ama çoğu okunacak cinsten değil hal böyle olunca da akşam pazarında domates seçen teyzelere dönüşüyoruz hepimiz.fiyatları da iki üç lira.

cinsel tercihini git evinde yaşa

aplanın menopoz beynine vurmuş anlaşılan.her kadın bir yaştan sonra bu dönemi yaşıyor,bir sinir bir buhran çatıcak yer arıyor,aynısı kaynıma da ahh!yok yalan yok anneme de olmuştu. o zamanlar salonda tırnaklarımı keseyim dedim o da ne! başladı kızmaya:
-seni allah kahretmesin oblomov, kalk git banyoda yap şunu demişti.bir keresinde de tv karşısında yemek
yiyeyim dedim ama yook yine olmadı:
-allah senin tependen baksın emi oblomov,çarpılacaz,çarpılacaz!kültürümüzde yok böyle bir şey git mutfakta ye yemeğini demişti.
seninki de o hesap be apla ama aplanın gözden kaçırdığı bir nokta var.siz hiç akşama sevişeceğini davulla zurnayla,konvoylarla cümle aleme ilan eden eşcinsel bir çift gördünüz mü?24 yıldır bu ülkede yaşıyorum,ben daha görmedim. kliplerde,reklamlarda,dizilerde;klişede olsa aşk acısı çeken,sevdiğine kavuşamayan,ikili ilişkilerde bocalayan yada evlenip çoluk çoçuğa karışan eşcinseller gördünüz mü?24 yıldır bu ülkede yaşıyorum,ben daha görmedim.
kafamı nereyi çevirsem her taraf hetero yada hetero ilişkiler.peki bu insanlar değil mi ailesine bile açılamayan,belki sadece bir kaç kişiye açık olabilen,kendini ifade edemeyen, değil sadece evde yaşamak nefes almasına bile tahammül edilmeyen insanlar.bu insanlar değil mi dört duvar arasında,gizli saklı yaşamaya mahkum olanlar.
merak işte,nerede gördü de bu kadar gözüne battı?belkide 40 yılda bir kendini ifade etme şansı yakalamış bu insanlar mı bu kadının gözünü korkuttu?merak işte.
o değilde 24 yıldır bu ülkede yaşıyorum,çoluk çocuğunu gençlerini bu kadar düşünen başka ülke görmedim.

anneanne ve babaannelerin telaffuz hataları

döviz bürosu-ceviz dolar
şimdi diyeceksiniz ki ne alaka?açıklayayım efenim zira ilk başta bende arada bir bağlantı kuramamıştım,ablam açıklamıştı.
mantığa gel şimdi. kadının dili "döviz" demeye dönmüyor,haliyle ona en yakın kelime* olan " cevizi" döviz yerine kullanıyor,koyduk mu cebe.peki döviz bürosunda ne alınıp satılır?*dolar.*ikisini birleştir,oldu mu sana ceviz dolar=döviz bürosu.

1934 trakya olayları

trakyalıların bile bir çoğunun bilmediği,türkiye'de hasır altı edilmiş konulardan. bilenler elbetteki vardır ancak ben olaya dair bir tanım girmeyip girdinin devamında bu olayın mağduru bir ailenin kızının yazısını alıntı yapacam.kendisi de olayı sonradan öğreniyor,düşünün ki kendi ailesi bile bu trajediyi konuşmuyor.fazla vaktinizi almaz,bir okuyun derim.

“kediyi merak öldürür” deyimi hem dilimize, hem de aklımıza kazınmış hatırladıkça merak etmenin ne tehlikeli olduğunu anımsatan bir korku salar yüreğimize. oysa merak etmektir keşiflerin, icatların ve her türlü yeniliğin ardındaki tek gerçek. üstelik tüm bilim dallarından öte en çok da bir sosyal bilimcinin sahip olması gereken en önemli meziyetlerden biridir merak ederek neden diye sormak. çünkü çoğu zaman her şey bir soru ile başlar.
az sonra okuyacağınız satırlar basit bir soru ile aile tarihinin peşine düşerek yakın türkiye tarihinde bir seyahate çıkan bendenizin 2008 -2009 yılları arasında yaptığı 'çanakkale yahudi cemaati ile gayrimüslim politikalarının izinde’ başlıklı araştırmadan çıkan sonuçları konu edinecek. araştırma cumhuriyetin kuruluşundan günümüze türkiye’de, gayrimüslim ve hatta zaman zaman genel olarak tüm gayri-türklere karşı gerçekleşmiş, 'vatandaş türkçe konuş’, '1934 trakya olayları’, '20 kur’a askerlik’, 'varlık vergisi’ ve '6-7 eylül olayları’ gibi yaşanmış farklı olay ve ayrımcı kanun uygulamalarını yaşayanların, olanlara şahit ve muhatap olanların gözünden aktarıyor. ancak benim aile tarihimin peşine düşerek, yaşanmış bu olayları bir araştırma konusu olarak ortaya çıkarmama bir soru sebep olmuştur: neden?
istanbul ya da benzeri büyük şehirlerde yaşayan birçok kişi gibi ailem de tarihte bir noktaya kadar bir başka mekânda yaşamış, sonra istanbul’a göç etmişti. istanbul gibi büyük bir şehre neden göç edildiği sorusu ise aslında hiç gizem taşımamaktadır. en başta ekonomik imkânların ve eğitim olanaklarının küçük şehirlere oranla daha fazla olması bile başlı başına yeterli ve olağan bir sebep olarak görülecektir. bu sebep bizler için de, anneannem ve ailesinin gelibolu’dan istanbul’a 1900’lerin ilk yarısında yaşadıkları göçü açıklamakta yeterliydi. ta ki anneannemi kaybettiğimiz 2001 yılında, onun cenazesinde ağabeyinin, “sen küçüktün eliza. ölüm nasıl geldi sana? sırada ben vardım önce. ben taşıdım seni gelibolu’dan kaçarken. nasıl da sessizdin kucağımda. kundakta bebek ağlamaz mı? onca yol... hiç ağlamadın,” sözlerini duyana dek.
büyük dayının bu sözleriyle, küçük bir yerleşimden büyük bir şehre yapılan ekonomik bir göç olarak gördüğümüz şeyin aslında bir kaçış olduğunu ilk defa o zaman öğrendik. “gelibolu’dan kaçarken,” sözü ile başladı her şey ve ben ona bunun ne demek olduğunu soramadan anneannem ile aynı yıl onu da kaybettik. neden kaçmışlardı? bir alacak verecek konusu muydu bu kaçışın sebebi? yoksa birinin canına mı kast edilmişti? bir aile ispanya’dan türkiye’ye göç ettiği tarihin ardından asırlarca atalarının da yaşadığı topraklardan önemli bir sebep olmaksızın kaçmazdı. bu sebep neydi? sebep 1934 yılında trakya’da yaşanan olaylardı.
trakya olayları olarak adlandırılanlar, 1934 yılı temmuz ayında, trakya’nın edirne, kırklareli, uzunköprü, çanakkale, gelibolu gibi şehirlerinde ve buralara bağlı küçük yerleşim birimlerinde eş zamanlı olarak başlayan ve buralarda yaşayan yahudileri hedef alan bir talan ve hakaret kampanyasıdır. türkiye’de ulusçuluğun etnik ve dinsel temeller üzerine oturtulmaya çalışıldığı 1930’lu yıllarda gerçekleşen trakya olayları, avrupa’da yükselmekte olan antisemit ideolojilerin türkiye’de kendine yankı bulmasıyla ortaya çıkmıştı. cumhuriyet dönemi türkiye’sinde antisemit yayınlar hitler’in almanya’da iktidara gelmesi ile şahlanırken, nihal atsız, cevat rifat atilhan, mustafa nermi, orhan seyfi orhon, yusuf ziya ortaç ve cemal nadir yazı ve karikatürleri ile bu ideolojinin türkiye’deki öncüleri haline gelirler. bu kişilerin yazılarında yahudiler çıfıt, bezirgân, korkak, kahpe, nankör, sinsi, küstah ve fırsat düşkünü gibi çirkin ve ayrımcı sıfatlarla tanımlanmakta ve her türlü kötülüğün kaynağı olarak gösterilmekteydi. tüm bu yazılar trakya olayları’nın yaşanmasına imkân verecek nefret ve kin tohumlarını zihinlere ekerken 1934 yılının şubat ayında ilan edilen iskân kanunu ise italya’nın faşist lideri benito mussolini 18 mart 1934’te yaptığı konuşmada, asya ve afrika’yı italya’nın genişleme alanları olarak tanımlaması üzerine devlet tarafından trakya’nın olası bir savaş halinde göçmen ve gayri-türkler’den oluşan nüfusu ile hassas bir mıntıka olacağına karar verilmesi ile bölgenin göçmen ve gayri-türk unsurlardan arındırılmasını hedefler.
gerek devletin toprak bütünlüğüne karşı tehdit olarak gördüğü azınlıkları göç ettirmesine meşru bir zemin hazırlayan iskân kanunu’nun gerekse türkiye’de yükselmekte olan antisemit ideolojilerin etkisi ile 1934 yılı haziran ayına gelindiğinde trakya’da müslüman türk halk tarafından yahudilere yönelik şiddet, baskı ve gaspa dayalı eylemler yaşanmaya başlanır. yahudilerin trakya’da yaşadıkları bölgelerden geçici ya da kalıcı olarak uzaklaşmaları ile sonuçlanan 1934 trakya olayları’nda, yahudiler önce halk tarafından yaşadıkları şehirleri terk etmeleri yolunda tehditler almış, dükkânları boykot edilmiş, olaylar başladığında ise boykot yağmaya dönüşürek, evlere girilmesi, eşyalara el koyulması, hakaret, dayak, işkence, ırza saldırı gibi olaylara dönüşmüştü. henüz olayların başında işlerin kanlı bir hal almasından, canlarından ve kadınlarına tecavüz edilmesinden duydukları korku ile yahudilerden bazıları geçici – olaylar dinene dek – bazıları ise de kalıcı olarak yaşadıkları bölgeleri terk etmişlerdi. olaylar yaklaşık birkaç hafta içinde gerçekleşmiş, devlet birimleri geç kalarak da olsa olaylara el koymuş ve bir bildiri ile yahudilere çağrıda bulunarak güvenliğin sağlandığını, geri dönebileceklerini bildirmişlerdi. tarihin rakamlar ve sonuçlar ile değerlendiği trakya olayları tüm bunların ötesinde bir yaşanmışlığı, korkuyu ve bu korkunun sonucu olarak suskunluğu içinde gizlemektedir. bu suskunluğu ailemizden biri yıllar sonra bozduğunda bize anlattığı aile geçmişimizi dinlerken biz ailenin genç kuşakları merak, şaşkınlık ve tarifi mümkün olmayan bir kederle dinledik yaşananları. tarihin anlattıklarının ötesinde aslında sorulması gereken tek bir soru vardı: ne yaşanmıştı 1934 yılında?
1934 yılının haziran ayına dek refah ve bolluk içinde geçen bir yaşantı süren anneannemin ailesi olaylar sırasında evlerine günler boyunca girip çıkan insanlara, eşyalarını sormadan alıp götürenlere, götüremediklerini kırıp atanlara, sokakta taciz ve dayağa bir süre katlanmışsa da sonunda ailenin büyük kızının kaçırılmak ile tehdit edilmesinden korkarak can havliyle gelibolu’dan kaçma kararı almışlar. ev, dükkân ve diğer gayrimenkulleri –satılırsa yarı parasına elden çıkacağını düşündüklerinden – satamadan yanlarına yalnızca birikmiş paralarını ve aile yadigârı para edecek eşya ve mücevherleri alarak istanbul’a göç etmişler. 1934 temmuz’unda gelibolu’yu terk ettikten sonra uzun bir yolculuk sonrasında istanbul’a yerleşmiş ve bir daha hiç geri dönememişler. anneannemin ailesi gibi memleketini terk edip bir daha dönmeyen başkaları ile araştırmam sırasında tanıştım. bizim ailenin hikâyesini dinledikten sonra kendi hikâyesini benimle paylaşan birçok kişiden biri de trakya olayları sırasında çok küçük de olsa yaşananları hayal meyal hatırlayan madam d. idi. onun hikâyesinde de göç vardı:
“trakya olayları zamanı dükkân camlarının kırıldığını, bizimkilerle türklerin kavgaya tutuştuklarını hatırlıyorum hayal meyal. bildiğim bizlere 'gidin buradan’ demişler. babamın bir bürosu vardı. limana yakındı yanlış bilmiyorsam. bir de hangar yani depo. onu bir türk komşusunun üzerine geçiriyor. oturduğumuz ev büyükannemin üzerine, ona babasından kalmış. halamı evde saklıyordu hep. benden 15 yaş büyüktü o vakit tant roza. o zaman yirmili yaşlarındaydı bekâr tabii. istanbullu biriyle evlendireceklerdi. başına bir iş gelmesin diye hep sakladılar evin bodrumunda, onu hatırlıyorum. evimize kimse girmedi. ilk önceleri ezine’ye gitmeye karar vermişti babam. sonra duydu ki orada da olaylar var. biga dedi, duydu ki yollar belalı ondan da vazgeçti. sonunda 'istanbul’a gidiyoruz’ dedi. toplandık, limandan onun iş yaptığı gemilerden birine bindik bir akşamüstü tesadüf tabii. ya da ne bileyim belki de değil. neyse annem hamile, büyükanne yaşlı, roza korkuyor. hep birlikte istanbul’a göç ettik. bizden başka yahudiler de vardı gemide. herkes istanbul’a gidiyordu. istanbul’a amcam david’in yanına geldik. tepebaşı’nda iki odalı bir evde yedi kişi yaşadık uzun süre. kardeşim orada doğdu. bir daha dönmedik hiç. çanakkale’ye dönmeyi hiç düşünmedi babam.”
ailemin göçünü ve göç ile birlikte kaybettiklerini benden dinledikten sonra kendi hikâyesini anlatan birçok görüşmeciden biri de madam e. idi. çanakkale’den istanbul’a olaylar sonrasında sonra göç etmişlerdi. ailenin en küçük kızı olan madam e. olanları hatırlamıyordu; ancak sonraki yıllarda kendisinden büyük kardeşlerinden ve anne babasından dinlemişti. göçlerinin sebebinin 34 olayları sırasında ve öncesinde yaşanan tacizler olduğunu belirten madam e.’nin ailesinin büyük kısmı bugün israil’de yaşarken, o türkiye’de doğduğu ve burasının vatanı olduğuna inandığı için kaldığını ısrarla söylerken yine de kırgındı:
“ağabeyimden biliyorum. on beş on altı yaşlarındaymış o. hatırlıyordu tabii. dükkânımız basılmış, mallarımız çalınmış. türkler hep yapanlar. aralarında komşularımız da varmış. ama hepsi değil tabii. insanın iyisi de kötüsü de bir arada. ağabeyim dayak yemiş, sopayla kovalanmış. eve zor atmış canını bir sefer. biz kaçmışız. evimize biz yokken girmişler. bir çingene ailesine yüklü para veriyor babam, bizi evlerinde saklıyorlar. olaylar sırasında orada kalıyoruz. hepimiz köylü giysileri giyiyor onların evinde kalıyoruz. zaten biliniyor bir şeyler olacağı. olan kalanlara oluyor. biz kaçıp kurtuluyoruz. olaylardan sonra eve dönüyoruz gelen emirle. ev harap ama biz saklandığımız için kurtuluyoruz. eşyalarımızdan çalınanlar çok. sonradan çok para gönderdik onlara. her pesah’ta babam onlara bir sepet erzak hazırlardı, biraz da para gönderirdi. pesah yahudilerin kurtuluşudur ya ondan. '34’ten kurtuluşumuz onların sayesinde’ derdi. başına çok şey gelen komşularımız, dindaşlarımız olmuş olaylarda. ben bir tek kendi ailemin hikâyesini biliyorum. sonraları israil’e ağabeyimi ziyarete gittiğimde o bana anlatırdı orada tanıdığı türkiye’den gelenlerin hikâyelerini. trakya’da tüm yahudiler almış bu olaydan nasibini. görüntüde halk yapmış ama ne polis ne asker dur dememiş kimseye. olan olduktan sonra ortaya çıkmışlar. kızım bir türkle evlendi yedi sene önce. ağabeyim ölmüştü o evlendiğinde ama ölmemiş olsaydı eminim çok kızardı. canımızı çok yaktıklarını söylerdi. türkiye’ye çok az gelirdi, geldiğinde de hemen dönmeye çalışırdı. kendini buralı hissetmiyordu. varlık vergisi’nden önce askere alınmıştı tabii. bir de onun ağırlığı vardı. her şey kötüydü. iyi anıları yoktu. ona sorarsanız iyi komşu da yoktu. ben yaşamadım, hatırlamıyorum ama hatırladığım yaşlarımda yaşananlarda ben de korktum onun gibi. çocuklarıma hiç anlatmadım. sorsalar anlatmam herhalde. bilinmesin, konuşulmasın daha iyi. herkesin canı yanmış.”
pek çok kişinin acı, kırgınlık ve korku ile hatırladığı trakya olayları ladino dilinde “fortuna” olarak adlandırıldı. yıllar boyu konuşulmasından kaçınılan o acı hatıralar gerçekten tam da bir 'fırtına’ idi. ve yazık ki birçoklarının geride hayatlarını, atalarının mezarlarını, evlerini geride bırakarak yeni bir hayata yelken açtıkları trakya olayları yahudilerin türk sayılmamaları yüzünden yaşadıkları ne ilk ne de son olaydı.

"işil demirel"

neve şalom sinagogu

ismi "barış vahası" anlamına gelen sinagog.
genellikle insanlar 2003'deki saldırıyla hatırlar bu sinagogu ancak bu yapılan ilk saldırı değildir.6 eylül 1986 cumartesi günü saat 9'da şabat duası sırasında yapılan saldırıda 22 kişi hayatını kaybetmiştir.
(bkz: 1934 trakya olayları), (bkz: varlık vergisi), (bkz: 20 kura nafia askerleri) gibi daha önce de vahim ve trajik olaylar yaşayan türkiye'deki yahudiler,ilk defa bu olayla ibadet ederken de saldırıya uğrayabileceklerini acı bir şekilde öğrenmişlerdir.

mavi boncuk

bu zamana kadar başlığı nasıl açılmamış,yeşilçam'ın en sağlam kadrosuna sahip insanın içini ısıtan bir nevi antidepresan ertem eğilmez filmi.
senaryo tırtdır evet ancak film oyuncularıyla,sıcaklığıyla yüz defada izlense insanı gülümsetir. adile naşit'in tavukları çalındığında dövünmesi şahanedir,zamanında tavuk beslemiş ve tavukları çalınmış biri olarak beni de kızdırır ama güldürür de.kolay mı tavuk yetiştirmek baya zahmetli işte,insan duygusal bir bağ kuruyor, isim bile veriyor onlara.
metin akpınar'ın emel sayın'ı kaçırmadan önce plan yaparken elinde eterli pamukla kendini bayıltması sonra zeki alasya'nın perihan kutman'ı bayıltırken kendisini de bayıltması kopmalıktır.

emel sayın'nın aynı adlı şarkısı herkesin malumu,birde bu şarkının yunanca versiyonu vardır.emin değilim ancak orijinali de olabilir.

minyatür

latince miniare sözcüğünün türkçeleştirilmiş hali,nakış yada tasvirde denir.
fatih dönemimde başlayan *el yazması tasvir sanatı sonrasında bir duraklama dönemine girmiştir,taki 16.yy'a kadar.kanuni döneminde tekrar ilgi görmeye başlayan bu sanat,artık belge niteliği taşımaya başlar.
17.yy'da ise minyatür başka bir döneme girer,konular artık tinsel değildir.1.ahmet döneminde albümler(murakkalar) hazırlanmaya başlanır ve işlenen konular artık;eğlence,sokak hayatı,halkın yünlük yaşamı ve 17.yy minyatürüne damgasını vuran müstehcenliktir.bu müstehcen minyatürler padişahın albümüne kadar girmiştir.
yine bu bu dönemdeki hamse-i atayi minyatürleri ise ayrı bir konu,müstehcenliğinde ötesinde bu minyatürler pornografik betimlemelerdir;sevişen çiftler,pazarda iş üstünde yakalanan oğlancı ve daha niceleri...

iştahsızlık

en sevdiğin yemeğin kokusuna bile tahammül edememek,iki lokmada doyup kalkmak.işin kötüsü midede gittikçe küçülüyor ve aç olsanız bile hiçbir şey yiyemiyorsunuz,bir nevi kör düğüm oluyor.yanında hediye gelen baş ağrısı ve yorgunluk da cabası,bir çorbayla günü geçirmek olacak iş değil.
sabırla geçmesini bekleyecem.

iskoçya

iskoçya ulusal partisi (snp), iskoçya yeşiller partisi ve iskoçya sosyalist partisi'nin iki yıllık bekleyişi ve bağımsızlık istekleri nihayete eriyor gibi.perşembe günü yapılacak bağımsızlık referandumunda "evet" ve "hayır" oranları ise başa baş,posta yoluyla önceden oy kullanan seçmenler ise erken karar vermekle hata yaptıklarını düşünüyor.100 bin civarı 16-17 yaşındaki seçmenlerde oy kullanabilecekler.

300 yıllık birlikten ayrılmanın sonuçlarını kestirmek zor,eğer sonuç evet çıkarsa cameron'nın koltuğunun
gitmesi muhtemel ve bask'larında bir atak yapması bekleniyor.
referandumda "evet" ve "hayır" diyecek olanların kendilerince nedenlerini açıkladıkları bir euronews haberi.
http://tr.euronews.com/2014/09/12/bagims...

carl gustav jung

psikiyatride önceleri "kompleks psikolojisi" olarak adlandırılan daha sonra "analitik psikoloji" olan ekolün kurucusudur. 26 temmuz 1875'de isviçre'nin konstanz gölü kıyısındaki kesswil köyünde doğan jung,içe dönük bir çocukluk geçirir.dokuz yaşında kız kardeşi doğana kadar tek çocuktur ancak kardeşi doğduktan sonrada onunla pek ilgilenmez.sekiz amcası gibi babası da papaz olun jung için ölüm ve cenazeler hayatının doğal bir parçasıdır.annesi sık sık depresyona giren bunalımlı bir kadın babası ise sert,hırçın ve geçinilmez bir adamdır ve bu mutsuz evlilikten dolayı üzülen jung sıkıntılarını tavan arasındaki kendi oyduğu oyuncağa anlatır.bir ara lise döneminde daha dışa dönük,atılgan olsa da fikirleri çevresi tarafından alaya alınca yine içine kapanmıştır.
hayatı boyuncada aslında kaderi ve kişiliği hep böyledir;metafiziğe,parapsikolojiye ağırlık vermesi akademide de
ciddiye alınmamasına neden olmuştur.

tıp öğreninimine başladıktan sonra psikiyatriye yönelmesi ise ilginçtir.evde onu çok etkileyen "paranormal activity" tadında iki olay gerçekleşir .bundan etkilen jung ruh çağırma seanslarına katılmaya başlar.krafft-ebing'in psikiyatri kitabını okuyunca da geleceğinin bu yönde olduğuna karar verir.

freud ileride onu en çok etkileyecek kişidir hatta aralarında baba-oğul ilişkisi başlar.ancak jung başına buyruk bir kişilik olduğundan ve freud gibi "işte bunlar hep seks" demeyince ters düşerler ve yolları ayrılır.bu olaylardan sonra ise hayatında başka bir dönem başlar.işin içinden çıkamayan jung yollara revan olur ve ilkel insanı araştırmak için tunus ve sahra çölüne gider.afrika'yada seyahatler yapar hatta yerel bir kaç dili de öğrenir ve ırksal bilinçdışı kavramını geliştirir.falcılık,yoga,telepati,ruh çağırma,uçan daireler,dinsel simgeler ve daha bir çok konuya dalan jung "psikoloji ve simya"kitabını yayımlar.bilimin hep şüpheyle baktığı bu konulara,dine ve mistisizme yönelmiş olması eleştiriye uğramasına neden olmuştur.kendisi dört arketip kitabında kuran'da ki 18.surenin de bir analizini de yapmıştır.

biotene

paradontax ve sensodyne'nin üreticisi glaxosmithkline tarafından ağız kuruluğu,diş eti çekilmeleri vesaire için üretilen
ağız çalkalama suyu ve tükürük destekleme jeli markası.
ağız kuruluğunun bir çok nedeni var(diyabet,radyoterapi,karaciğer,ilaçlar...) ancak benim gibi bir çok tütün kullanıcısı da bu problemi yaşıyor.tütün zaten ağız içi florasını,ph dengesini bozuyor birde mukoza hassassa o ağız kuruluğu hiç çekilmiyor.istediğiniz kadar sıvı tüketin yinede bir sigara daha sarıp içemiyorsunuz,kupkuru ve yanıyor insanın boğazı.
ne yazık ki sgk karşılamıyor.

baş ağrısı

bir arveles'e bakar.sinüztten kaynaklı kronik baş ağrımın tek dermanı,apranax dan buna terfi ettim.ondan önce majezik vardı ondan daha öncede çerez niyetine parol kullanıyordum.arada başkalarıyla da kısa süreli ilişkilerim oldu,ablamın adet sancıları için kullandığı dolorex'i kaidren'le aldattığım da bir pişmanlık hissetmedim değil.
ilaç bağımlısı olmak istemiyorum ama elden de başka bir şey gelmiyor.

maryam mirzakhani

matematik alanında verilen "fields" ödülününün 78 yıllık tarihinde bu ödüle layık görülen ilk kadın ve ilk iran'lı.2004'den beri amerika'da yaşayan maryam mirzakhani 2008'den beri stanford üniversitesi’nde matematik profesörü olarak çalışmakta.
ortaokul ve liseyi tahran’da 'farzanegan üstün yetenekleri geliştirme merkezi’nde okuması,1994 ve 1995 matematik olimpiyatlarında şampiyon olması,bu ödülün ona boşuna verilmediğinin göstergesi.aynı zamanda bu kadın iran'nın farklı bir yüzünü de gösteriyor,okuyunca öğrendim ki;fen ve mühendislik fakültesi öğrencilerinin yüzde 70’ten fazlası kız.2015 de eğitime,araştırma ve geliştirmeye ayrılacak bütçe ise yüz 3 olarak belirlenmiş,biz ise yüzde bir. tüm baskılara rağmen iran'da kadınların her alanda var olmaları ve eğitimlerine bu kadar önem vermeleri ise madalyonun bir diğer yüzü.

itibar

kazanması yıllar sürer ancak kaybetmesi bir kaç dakika. ister bir insan olsun ister bir kurum,durum değişmiyor.
  • /
  • 14
Henüz bir favori entry yok.

Toplam entry sayısı: 261

nikolay aleksandroviç romanov

2.nikolay. 300 yıllık romanovlar hanedanlığının son imparatoru. kimilerine göre bir despot kimilerine göre bir aziz.

benim için hayatındaki en ilginç ayrıntı.grigoriy rasputin 2.nikolay'ın uzak akrabası prens yusupov'un sarayında öldürülmeden önce: "eğer öldürülürsem ve buna imparatorun akrabaları karışırsa,sarayda büyük karışıklıklar olacak.imparator ve ailesi hayatını kaybedecek" kehanetinde bulunur ve bir yıl sonra,imparator ve ailesi bolşevikler tarafından kurşuna dizilir.

trans sibirya demiryolu

rusya imparatoru 3. aleksandr döneminde(l3 haziran 1891) planları yapılmaya başlanan ve yapımı on yıldan fazla süren dünyanın en uzun demir yolu.

yapımı planlanırken imparator şöyle demiştir:"tüm sibirya’dan geçecek demir yolu yapımına başlamayı emrediyorum. bu demir yolu büyük doğa zenginliklerine sahip olan sibirya’nın bölgelerini iç demir yolu hatlarına bağlamalı."

ayrıcana eğer bu tembellikten kurtulabilirsem bir gün muhakkak tek başıma gerçekleştireceğim hayalimdir. son durak olan vladivostok'u(özel bir nedeni var) ve baykal gölünü acayip merak etmekteyim.

the l word

1. sezonu al bir kenara koy.sakla onu çünkü özel o,naif ve bir daha hiçbir zaman o tadı yakalayamayacaksın. nasıl oldu bende anlamadım ama diğer 5 sezon asla o ilk sezondaki tadı yakalayamadım. ilene chaiken nasıl becerdiyse,daha doğrusu beceriksizliğiyle diziyi harcadı.

--- spoiler ---

jenny'i kimse pek sevmemiş ama asıl tapılası karakter oydu. kötülüğü bile çocuksuydu. daha shane'le ev arkadaşı olmaya karar verdiklerinde ikisini birbirlerine yakıştırmıştım. buradan alır götürü bunlar dedik ama ilene,ah kahrolası ilene jenny'ciğimi öyle bir harcadı ki,yetmedi kızı maymuna çevirdi. sebebi neydi,neden 5 sezon bekledik birlikte olmalarını. muhtemelen bu çift,eğer ilene senaryonun altından kalkabilseydi, bette ve tina'yı bile geçerdi. jenyy aklımdan hiç çıkmıyorsun,öldün ama kalbimdesin kızım. dizinin bir sahnesinde; alice, helena ve shane ellerinde bir ışın tabancası gelen geçeni nişan alırlar. tabancanın ekranında,nişan alınan kişinin cinsel yönelimi görünmektedir;hetero,bi,gay diye. alice nişanı jenny'e alır ve ekranda aynen bu yazar "karmakarışık".*l ah jenny.

dizi nasıl başladı nasıl bitti,hala aklım almıyor. dizi jenny'le başladı ve jenny'le bitti.
hele o son sahne yok mu? en azından net bir lgbtt temalı mesaj bekliyor insan ama nirede. hepsinde bir şuh tavırlar,sanki "haydii kızlar,ip atlamaya gidiyoruz". 6. sezonun kendisi şaka gibiydi,neyse ki fazla uzamadı. dizideki her karakteri sevdim ama sadece şu max'e hiç ısınamadım.

--- spoiler ---

koli

eşcinsel jargonundaki anlamını daha yeni öğrendikten bir kaç gün sonra,evdeki tadilatlardan dolayı boş koli lazım olmuştu.
neyse,hemen yanı başımdaki bakkala gidip "koli" isteyecektim ki,adama bir türlü söyleyemiyorum.tam adama "abi boş koli var mı?"diyecem ama olmuyor,gülesim geliyor.başka şeyler düşünüyorum,sakızlara göz gezdiriyorum kafam dağılsın diye.en son adam dayanamayıp "genç,ne lazımdı" diye sorunca,pat diye çıktı ağzımdan:"abi koli lazım"dedim ya.ama hala sırıtıyorum.aldığım gibi koliyi kaçarak uzaklaştım.

carl gustav jung

psikiyatride önceleri "kompleks psikolojisi" olarak adlandırılan daha sonra "analitik psikoloji" olan ekolün kurucusudur. 26 temmuz 1875'de isviçre'nin konstanz gölü kıyısındaki kesswil köyünde doğan jung,içe dönük bir çocukluk geçirir.dokuz yaşında kız kardeşi doğana kadar tek çocuktur ancak kardeşi doğduktan sonrada onunla pek ilgilenmez.sekiz amcası gibi babası da papaz olun jung için ölüm ve cenazeler hayatının doğal bir parçasıdır.annesi sık sık depresyona giren bunalımlı bir kadın babası ise sert,hırçın ve geçinilmez bir adamdır ve bu mutsuz evlilikten dolayı üzülen jung sıkıntılarını tavan arasındaki kendi oyduğu oyuncağa anlatır.bir ara lise döneminde daha dışa dönük,atılgan olsa da fikirleri çevresi tarafından alaya alınca yine içine kapanmıştır.
hayatı boyuncada aslında kaderi ve kişiliği hep böyledir;metafiziğe,parapsikolojiye ağırlık vermesi akademide de
ciddiye alınmamasına neden olmuştur.

tıp öğreninimine başladıktan sonra psikiyatriye yönelmesi ise ilginçtir.evde onu çok etkileyen "paranormal activity" tadında iki olay gerçekleşir .bundan etkilen jung ruh çağırma seanslarına katılmaya başlar.krafft-ebing'in psikiyatri kitabını okuyunca da geleceğinin bu yönde olduğuna karar verir.

freud ileride onu en çok etkileyecek kişidir hatta aralarında baba-oğul ilişkisi başlar.ancak jung başına buyruk bir kişilik olduğundan ve freud gibi "işte bunlar hep seks" demeyince ters düşerler ve yolları ayrılır.bu olaylardan sonra ise hayatında başka bir dönem başlar.işin içinden çıkamayan jung yollara revan olur ve ilkel insanı araştırmak için tunus ve sahra çölüne gider.afrika'yada seyahatler yapar hatta yerel bir kaç dili de öğrenir ve ırksal bilinçdışı kavramını geliştirir.falcılık,yoga,telepati,ruh çağırma,uçan daireler,dinsel simgeler ve daha bir çok konuya dalan jung "psikoloji ve simya"kitabını yayımlar.bilimin hep şüpheyle baktığı bu konulara,dine ve mistisizme yönelmiş olması eleştiriye uğramasına neden olmuştur.kendisi dört arketip kitabında kuran'da ki 18.surenin de bir analizini de yapmıştır.

cinsel tercihini git evinde yaşa

aplanın menopoz beynine vurmuş anlaşılan.her kadın bir yaştan sonra bu dönemi yaşıyor,bir sinir bir buhran çatıcak yer arıyor,aynısı kaynıma da ahh!yok yalan yok anneme de olmuştu. o zamanlar salonda tırnaklarımı keseyim dedim o da ne! başladı kızmaya:
-seni allah kahretmesin oblomov, kalk git banyoda yap şunu demişti.bir keresinde de tv karşısında yemek
yiyeyim dedim ama yook yine olmadı:
-allah senin tependen baksın emi oblomov,çarpılacaz,çarpılacaz!kültürümüzde yok böyle bir şey git mutfakta ye yemeğini demişti.
seninki de o hesap be apla ama aplanın gözden kaçırdığı bir nokta var.siz hiç akşama sevişeceğini davulla zurnayla,konvoylarla cümle aleme ilan eden eşcinsel bir çift gördünüz mü?24 yıldır bu ülkede yaşıyorum,ben daha görmedim. kliplerde,reklamlarda,dizilerde;klişede olsa aşk acısı çeken,sevdiğine kavuşamayan,ikili ilişkilerde bocalayan yada evlenip çoluk çoçuğa karışan eşcinseller gördünüz mü?24 yıldır bu ülkede yaşıyorum,ben daha görmedim.
kafamı nereyi çevirsem her taraf hetero yada hetero ilişkiler.peki bu insanlar değil mi ailesine bile açılamayan,belki sadece bir kaç kişiye açık olabilen,kendini ifade edemeyen, değil sadece evde yaşamak nefes almasına bile tahammül edilmeyen insanlar.bu insanlar değil mi dört duvar arasında,gizli saklı yaşamaya mahkum olanlar.
merak işte,nerede gördü de bu kadar gözüne battı?belkide 40 yılda bir kendini ifade etme şansı yakalamış bu insanlar mı bu kadının gözünü korkuttu?merak işte.
o değilde 24 yıldır bu ülkede yaşıyorum,çoluk çocuğunu gençlerini bu kadar düşünen başka ülke görmedim.

fairuz

françois hardy ile birlikte;zarafetine,duruşuna,naifliğine hasta olduğum kadın,dert ortağım,tanrıçam.bu özelliklerin hepsi sesine de yansımıştır,o sesindeki kırılganlık,incelik bir kadını bu kadar mı çekici yapar.


saplantı

çok ama çok karmaşık bir olgu.
hakkında yapılacak her tanım, bir odanın içine anahtar deliğinden bakmak gibi olur. hiçbiri bu durumu tam olarak açıklayamaz; sadece hepsi farklı bir bakış açısı olabilir. çünkü saplantı duyulan şeyler değişken, ona karşı hissedilen duygunun yoğunluğu da değişken. bazıların zamanla insan kurtulabiliyor, bazılarından hiçbir zaman kurtulamıyor.
kimileri saplantılarıyla yaşayıp,ondan besleniyor.
misal monet... adam ömrünün son otuz yılını sadece japon köprüsü ve nilüfer çiçeği tablosu yaparak geçirmiş keza paul cazanne;adam saint victoire dağına resmen aşık olmuş,her açıdan onlarca tablosunu yapmış.

tabi saplantı her zaman bu kadar masum değil; özellikle cinsel saplantılar.* cinsel obsesyon hastalarının durumu içlerinde en kritik olanı. duydukları saplantılar onları kendilerine karşı mahcup ediyor. e bu da devamında bir değersizlik hissi getiriyor. yetmiyor, üzerine birde vicdan azabı çekiyorlar.
saplantı öylesine kuvvetli ki, kendi ailesinden olan kişilerin bile cinsel organlarına bakmaktan, birkaç saniye bile olsa seks düşünmekten kendilerini alıkoyamıyorlar. ardından gelen sorular; “ben parafili miyim,sapık mıyım,niye en sevdiğim insanların bile orasına burasını bakıp cinsellik düşünüyorum?” gibi sorularla kendilerini yiyip bitiriyorlar.

gelelim kendi saplantıma. aslında bundan huzursuz değilim, çünkü, biliyorum ki, her insanda az yada çok ölüm saplantısı var. buna tam olarak ölüm korkusu denebilir mi emin değilim. bazılarımızda bu saplantı haline geliyor, yaptığımız her hareketin,davranışın ve tepkinin gerisinde bu saplantı var. çoğu zaman farkında bile değiliz ama amigdala denen o tedirgin edici şeytan, verdiğimiz en mantıklı kararın veya tepkinin bile arkasında.
aklıma gelen iki örnek, bu iki örneğin ilk bakışta ölüm saplantısıyla bir ilgisi yok gibi gelebilir ama kendimce nedenlerini açıklayacağım...

1-) tarih 6 şubat 1887 ve ilk materyalistlerimizden beşir fuat, bilinçli bir tercihle intihar eder. yalnız bu sıradan bir intihar değildir, çünkü, o ölümünü iki yıl önceden planlamış ve intiharını an be an defterine kaydetmiştir. bilimsel bir çalışma gibidir onun intiharı.
2-) charlotte corday, fransız devriminde jakobenlerin lideri marat’ın katilidir kendisi.
giyotinle idama mahkum edilir. tam idama doğru götürülürken kalabalığın arasından biri bu kadına aşık olur. adamın adı adam lux, ilk ve son görüşte aşktır bu. hem romantik hem trajik. lux, aşkının kellesinin gittiğini görür ve sonradan kendisi de idama mahkum olmak için kasten jakobenler aleyhine ve marat’ın katili carday’i öven yazılar yazar. eh, nihayetinde onun da kellesi gider.
evet, ilk bakışta yaptığı çok soylu bir davranış gibi gözükse de, bana kalırsa işin aslı öyle değildir. çünkü o da, corday’i görüp aşık olmadan önce intiharı düşünmektedir. arkadaşına gönderdiği mektupta; jirodenler’in düşmesini kabullenemediğinden ve intihar planlarından bahseder. corday’i gördükten sonrada onun gibi ölmek ister.

iki örnekte de ölümü somutlaştırma var. muhtemel bir korku da olabilir. her ikisi de ölüme bir anlam yükler, bir amaçları vardır. biri bilimsel bir çalışma olarak görürken, diğeri ulvi bir amaç. ama planlıdır ölüm ve bana göre, saplantının üzerine giydirilmiş bir kamuflaj vardır. ve yine bana göre ortak nokta bu; burada bir saplantı var. başta da dediğim gibi, ölüm saplantısı, ölüm korkusuyla yan yana.

dipçik not: hiçbir eğitimim olmadığı için,üsteki tespitte sıçmış olmam çok doğaldır.
Henüz takip ettiği biri yok.
Henüz takip eden biri yok.