sanırım genele göre az üşüyen biriyim. ayrıca yaz, kış, ilkbahar, sonbahar, hepsinin tadının çıkarılabileceği fikrindeyim. bazen üşümek de güzeldir gibi. (kim demiş!?)
kimilileri kış gecelerini yorgan altında (yorgan altı? hmmşşsss, oohhşşş) geçirirken ben çoğunluk pike altında şortla geçirmekteyim. evin öyle çok sıcak olduğu da söylenemez. ama şu bir kaç gündür yaşadığımız tüden soğuklarda, geceyarısından sonra ev frijid moduna geçiyor. böyle zamanlarda mecburen yorgan altına (yorgan altı? bu sefer ohhşş değil. yalnız başına ohşşş, tek sesli ohhş çok da güzel olmuyor.) giriveriyorum. ama ne girmek?! böyle yorgana sevgiliye sarılır gibi sarılmak, altına girip üstüne çıkmak. elini gezdirmek, kolunu, bacağını dolamak. ııhhşş... yorgazm!
sandığınız gibi değil. ya da benim sandığım gibi değil.
o valinin ne menem menemen biri olduğunu biliyoruz bilmesine de... sevgili öğrencilerimizin, onların çocuklarının sevgisiyle taşmış velilerinin; her ne kadar "vali amca" şeklinde sevimlilikler içerse de, ısrarla tatil tatil diye tutturmaları, adamı sadist yerine koymaları (bu sadist kavramını çevremdeki veli yorumlarından aldım) biraz şımarıklık olmamış mı?
* öğrencilik hayatı boyunca bir kere bile servis kullan(a)mamış bir eziğin serzenişidir.
"göt değil kıç dedi", "aslında homoerotik titreşimler saçtı" gibi eğlenceli geyiğinin eleştirisinden daha çok yer tuttuğunu görünce, hangi ülke olursa olsun, meclis dediğin yerde edilen lafları böyle normalleştirmek? ("ama o başlattı", "aslında onlar da insan değil mi", "demiş, çok mu") ne kadar avamlaştığımızı daha rahat fark edebiliriz herhalde.
onca sıkıntı stres arasında eğlenmek de mi yasak bize diyenler... haklısınız. hepimiz aynı dertten muzdaripiz. ama belli ki elimizden bir şey gelmediğine/gelmeyeceğine inandığımız için eğlenmekten ötesine gidemiyoruz. gezi parkında keşfedilen orantısız mizahın zamanla yeter artık mizahına dönüşmesi gibi. ama insanların bir bakışta, yanlış anlaşılmış bir cümlede bile birbirini (lafta) düdüklemeye çalıştığı bir ortamda fazlasını beklemek fazla olur.
*parantez enflasyonundan dolayı kendimi kıçıyorum... yani kınıyorum.
bir fikrin ne kadar ucuna gidersen, o fikrin zıttına o kadar yaklaşırsın derler. bir şeyleri desteklemenin, ya da o şeylere muhalif olmanın gerçekten ne demek olduğunu bilmiyoruz gibi bir halimiz var. ne yazık ki, çoğunluk olarak; inanç olsun, cinsiyet olsun, siyaset, özel zevkler, sanat, görsellik, yani kendimizi cümlelerle ifade etmeye çalıştığımız her alanda bu huy kendini gösteriyor. ülkenin yönetimi eleştireyim derken batmasını istemeler, iktidarı eleştireyim derken aşağılamalar, patronunu eleştireyim derken hakaret etmeler, homofobik derken heterofobiğe, cinsel duruşunu açıklayayım derken homofobiğe dönüşmeler, müzik zevkimizi gösterelim derken başkalarınınkini küçük görmeler vb vb vb...
bana kalırsa bunlar kafamızı kullanmadığımızdan. bize göre yaptığımız bir hareketin tek nedeni olabilir, o da toplumumuza öngörüleni. muhalefeti eleştirdiğinde yalaka, iktidarı eleştirdiğinde chp'li, baş örtüsünü desteklediğinde yalaka, baş örtüsünün sömürüldüğünü söylediğinde din düşmanı, iktidar iyi şeyler de yapıyor diye cümleye başladığında gözün kör, cümleni ama yaptıkları yanlışları mazur göstermiyor diye getirdiğinde nankör oluyorsun. ne yazık ki bu konuda verilecek o kadar örnek var ki. iktidarın da, muhalefetin de eleştirilecek tarafı çok. yamukları çok. acil şekilde düzeltmeleri gereken faaliyetleri çok çok çok. ama onlar dünyamızın merkezi değil. kaldı ki, oy vermemiş olsak da, adı üstünde bizi temsil ediyorlar. ne zamanki kafamızı gözden geçirip, yapıyorum ama niye yapıyorum diye sormaya başladığımızda, yapıyor ama niye yapıyor diye sormaya başladığımızda, işte o zaman gelişmek için gidilecek o bitmeyen yolda adımlar atmaya başlamışız demektir.
peki ya yolumuza sadece karşımızdakini suçlayarak, bastırarak devam edersek. batmanın sonu yoktur derler. dibin de dibi var.
10 kasımda attığı tweetleri yeni gördüm. çirkefliğin prim yaptığına inananların giderek arttığına/azıttığına kanıttır kendisi. sevmek, onaylamak zorunda değilsin tabii de, özellikle paylaştığı otobüs fotosu insanın saçını başını yolacak cinsten.
diyecek, savuracak laf çok ama kendime saygımdan tutmam gerek.
sitem edilmesi doğrudur, onca cinsel içerikli popüler girdilerin yanında tuhaf dursa da... hatta kendimi ayıplıyorum, o gün girip de bir şeyler yazmadığım için.
doğrudur da, çıkıp evet atatürk'ü seviyorum demekle diktatör yanlısı, vatanımı seviyorum demekle faşist, türk olmaktan gurur duyuyorum demekle ırkçı yaftası yapıştırılıyor. bir de üstüne, "efenim siz zamanında..." cümleleri gelmez mi? sanki karşındakini yıllardır tanırmış, en ince detayına kadar yaşamını bilirmiş gibi...
eh, önyargı denilen şeyin "ben adamın ne mal olduğunu ilk görüşte anlarım" diye tavırmış gibi süslenerek insanların üzerine notlar yapıştırmayı haklı gösterdiği diyarlarda normaldir.
- alevi ama iyi.
- kürt ama kültürlü.
- gay ama belli değil.
- dini bütün ama çok çağdaş.
- ateist ama vicdanlı.
- kadın ama erkek gibi sağlam duruşlu.
- zengin ama dini bütün.
....böyle varyasyonlar sürüp gider. bunların, yarısından çoğunu hayatında duymamış birileri var mı? ya da söylememiş. gay, biseksüel, transeksüel, ayı bilmemne... kendimizi bu özelliklerimizden dolayı otomatikman duyarlı görsek de, ne yazık ki bu özellik tek başına bizi iyi biri yapmaya yetmiyor. iyi biri olmak, ne yazık ki çok ama çok zahmet istiyor.
her neyse. uzun lafın kısası. atatürk'ü seviyorum ve bu ülkenin başına gelmiş en en en iyi şeylerden biri olduğunu düşünüyorum.
kontrast olmadan renkleri ayırt edemeyenlere ithafımdır.
büyüme sancısının nasıl bir şey olduğunu, varolmak için bir sapa tutunmaya çalışmanın nasıl zorunlu olduğunu unutanlara dersdir. sanarsın ki bazıları doğuştan kişiliği oturmuş, düşmeden kalkmayı öğrenmiş, hayatın özünü çözmüş, hayatın ta kendisi olmuş. sanki elit olunca bir şey olurmuş gibi. o varoşlar, apaçiler, avamlar var olduğu sürece elitler varolacaktır.
peki ya arada kalan, kendi halinde, "ufff sıkıcı" olanlar?
özür dilemek fillinin anlamını sözlüğe bakarak tekrar gözden geçirtmek zorunda bırakan ifadedir. seçim yaklaşırken, üstüne beklenmedik taşlar baş yararken ortaya "hepinizi kucaklıyoruz" tarzı açıklamalar yapmak özüre değil, el kulakta beklenen, sürpriz olmayan stratejik hareketlere girer. bence...
başkaları tarafından yapıldığında haklı olarak sesimizin yükseldiği, ama eleştirmek adı altında yapmaktan kendimizi alamadığımız şey.
sıkışılan noktada ama bana da yapılıyor diye mağdurun mağduru rolünü üstlenip ağlanmak mı daha kabul edilebilir, yoksa, yine aynı nedenle yanağını uzatmayıp önüne gelene tokat atmak mı?
her zaman üçüncü bir yol vardır diyenler: kalbim sizinle...
howard jones - what is love (extended version)
debbie gibson - electric youth (the electro mix)
the disco evangelists - a new dawn (back to the world)
massive attack - inertia creeps (manic street preachers mix)
trent reznor - quake theme (persia inversion)
hayatın en büyük enigmalarından biridir. hayatına müdahale edilmeyen o kimse'nin kim olduğu hala tespit edilememiştir.
valla ben de değilim.
not: hayatına müdahale edildiğini düşünüp sinirden tepinenler! her şeyi devletten beklemeyin. onların istediği gibi olsun, bakın o zaman müdahale.... ehhmm... o zaman müdahale edecek bir şey kalmıyor.
yakın tarihimizin bile böyle fantastik öykücüklerle dolu olması ne mutlu, ne kutlu bir şeydir. ondan sonra, yok efendim, niye bizden fantastik edebi işler çıkmıyor.
egosu muazzam ölçüde şişmiştir. onun egosuyla beslenen asalaklar da gözden kaçamayacak kadar azıtmış durumdalar. egosu patlamayacak belki, ama hızla söndüğü o günü görmek için sabırsızlanıyorum.
mesele ailenin, aile olmanın özünde değil. mesele aile bireylerinin nasıl yönlendirildiğinde.
sık sık girdilerimde bahsettiğim bir durum var. toplum olarak muhafazakar, müslüman dindar olarak görünsek de, hep birilerimizin ağzından bizim yapımıza uygun değil lafları çıksa da, sonuçta diğer tüm dünya insanları gibi et, kan ve kemikten oluşuyoruz. bir şeylere karşıyım demek o şeyi yapmamamızı, veya öyleyim demek, öyle olmanın kurallarına uyduğumuzu göstermiyor. bu insani bir özellik olabilir ama ahlaki anlamda iki yüzlü olmamızı haklı göstermiyor.
magazini gerçekten takip etmiyorum, ama bu konuyla ilgili turnasol kağıdı gibi bir olay örnek verebilirim. twitter'ı sıkı bir şekilde takip eden bir arkadaşımım tespitidir.
ebru şallı kocasıyla boşanma kararı aldığında, üstelik bir şey istemediğini söylediğinde, kadını en başarılı olduğu alan olan pilates nedeniyle dalga geçenler bile, çok taşş... yani cevizi sağlam, ya da her neyse, kadın çok sağlammış diye yorumlar yapmış. hatta kesin kocası aldatmıştır diye mağdure gözüyle bakan yorumlar yapılmış. sonra dedikodular falan derken, sinan akçıl ile ilişkisi ortaya çıkınca, kadını en takdir edenler bile "zaten çok çirkindi", "bak şu ırıspıya", "ebru şıllık" diye yorumlar yapmaya başlamış.
bunu bana aktaran arkadaşımın dün söylediği, bu yorum yapanların pek çoğunun rte'nin kızlı erkekli yurtları kabullenmeyen muhafazakar demokrat toplum yorumuna sert tepkiler verdiği.
ne yazık ki bu tür iki yüzlü yargılamalar toplumun sadece o malum %50'sine özel bir şey değil.
ama artık içinde "ben" olmayan ilişkide bana laf düşmez. cidden.
hatta söylemesi ve kabul etmesi en zor şekliyle söyleyeyim: onu bunu aydınlatmak yerine bazı 2. ve her 3. şahıs gibi "benim de vazgeçilebilir" olduğumu kabullenmem gerek. aklımız nasıl anca bize yetiyorsa, o büyük olasılıkla tanımadığım(ız) 3. kişinin de , biz aydınlatıcı (!) bilgiler verirken hissedeceği, düşüneceği şey budur.
bu arada tekrar edeyim: o ilişkide ki asıl 3.kişi hala ben(dir).
hani bazen insanın "şu anda her şeyi yapabilirim" dediği anlar vardır ya...
yok mu? sadece ben mi?
her neyse, bazen merak etmiyor değilim. sonra, vitamin aldığım zaman çişimi saran o kokuya nasıl dayanamadığım aklıma geliyor. ya da herhangi bir umumi tuvaletteki koku. o zaman hızla ıh-ıh moduna geri dönüyorum.
sandığınız gibi değil. valla bak. açık..laya..bilir...dim.
(yalnız duş görevi gören arkadaşların nasıl da şeffaf işediklerini görünce, sanırım bunun için ayrı bir diyete giriyorlar.)
saygı
isim
1. isim değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram
"insanlara saygıyı yitirdin mi yandın bittin, on paralık oldun demektir." - y. kemal
2. başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu
sonra bir bakmışsın, gaylere saygı duyuyorum ama yaklaşanın kafasını kırarım, kadınlara saygı duyuyorum ama çok açık geziyorlar, erkeklere saygı duyuyorum ama hepsi sarkıyor, pasiflare saygı duyuyorum ama hepsi kompleksli hetero-kadın düttürüsü, farklı düşüncelere saygı duyuyorum ama monako falan filan...
debbie gibson'ı (çıktığı zamanlarda) daha şirin bulsam da bu kavgada tarafım tiffany.
şaka bir yana, zamanında sıkı rakip/düşman gibi gösterilseler de (çünkü "everybody loves a good catfighting") aslında hiç öyle olmamışlar.
not: felaket efektleri ve uyduruk dev hayvanların kapıştığı kötünün kötüsü syfy/asylum yapımı 2011 yapımı megapython vs. gatoroid'den alınma.
birini ilk tanımaya başladığınızda kafanızda onun için ayırdığınız yer %99 (ya da biz öyle diyelim, sembolik, metaforik bik bik bik) boştur. bu alan sizin serbest alanınızdır ve istediğiniz gibi doldurursunuz. bunu yapmanın heyecanı, zevki bambaşkadır. henüz yaşamadığınız, görmediğiniz özellikleri kimbilir nasıldır diye, en küçük hareketinden çıkardığınız koca koca anlamlarla ballı şerbetli yaratılmayı bekler. yaratılır da... ama, kaçınılmaz bir şekilde, istemeseniz de, tanıdıkça o geçici süreyle kapatılmış boşlukları kendi doldurmaya başlar. sonra da gelsin o meşhur "göründüğü gibi değilmiş" muhabbetleri.
hayal kırıklığı yaşıyorsanız, bunun acısının nedenin yarısı size aittir. çuvaldızı zaten ona batırıyorsun, şimdi o iğneyi kendine çevir ve...
üzerine uzun uzun yorum yapmak gibi bir güdüm var, kenarda hevesle bekliyor. ama tabii ki gündem değiştirmekten başka hiç bir amacı olmayan bir açıklama. ama eminim destekleyeni de vardır. bizim gibi sazan gibi atlayıp "n'oluyosunuz" diyeni de...
ama ilk okuduğumda, saftirik bir ateist olarak ağzımdan arapça bir şeyler çıkmaya çalıştığı durumunu yadsıyamayacağım. ne de olsa her türk mazluman, yok müslümhan, ya da her neyse ondan doğar.
haiti kaynaklı bir kavram olan zombi, büyü yoluyla canlandırılan ölü demek. sinemada ilk örnekleri ruhu olmayan beyaz gözlü insanlar şeklindedir. romero'nun klasiği night of the living dead ile, ama özellikle devam filmi dawn of the dead ile bugün küçük çocukların bile bildiği, hastalık sonucu aşırı etoburlaşmış ölülere dönmüş durumda. 2000'lerde ise her şeyin daha bir hızlanması, kağnıdan da ağır yürüyen zombileri etkilemiş, danny boyle'un 28 days later'ının ses getirmesi ile ciddi anlamda hareket hızı kazanmışlardır. ilk örneklerde zombiler egzotik bir korku öğesi iken, 70'lerde bu korku öğesinin tüketim toplumun temsil etmesi devrimsel sayılsa da tür olarak kendisi bir tüketim malzemesi haline çoktan gelmiş durumda.
şahsi olarak ısrarla tavsiye edebileceğim zombi/zombili filmleri:
1920 - das cabinet des dr. caligari
1932 - white zombie
1943 - i walked with a zombie
1945 - dead of night
1964 - the incredibly strange creatures who stopped living and became mixed-up zombies (adı üstünde bir film, trippy!)
1966 - the plague of the zombies (hammer tarzı, ürkütücü suratlı zombiler)
1968 - night of the living dead
1971 - la noche del terror ciego (tombs of the blind dead) (en favori filmlerimden / ölü şövalyeler dehşet saçıyor)
1972 - children shouldn't play with dead things (gizli klasik)
1972 - pánico en el transiberiano (horror express) (atmosferi yeter)
1972 - dead of night (deathdream) (üzgün bir korku filmi)
1973 - ataque de los muertos sin ojos (return of the blind dead) (ya da ölü şövalyelerin dönüşü)
1974 - non si deve profanare il sonno dei morti (let sleeping corpses lie) (çok çok çok sevdiğim bir film. çok demiş miydim?)
1977 - rabid (ilk zamanlar ki cronenberg i özlemiyorum desem yalan olur)
1977 - shock waves (ilk nazi zombilerden)
1978 - dawn of the dead
1979 - zombi 2 (zombie flesh-eaters) (bir fulci klasiği. hastasıyım.)
1979 - zombie holocaust (doctor butcher, m.d.) (o kadar kötü ki... seviyorum bu filmi)
1980 - paura nella città dei morti viventi (city of the living dead) (açık ara en sevdiğim fulci filmlerinden biri. hatta bir nevi fetiş.)
1981 - ...e tu vivrai nel terrore! l'aldilà (the beyond) (fulci fulci ulci)
1981 - le notti del terrore (burial ground: nights of terror) (bu da cidden kötü bir film, porno film mantığıyla nasıl bir korku filmi çekilirin iyi bir örneği)
1981 - dead & buried (sağlam atmosferi olan, gerçekten ilginç bir filmdir. çocukken izlediğim için unutmam mümkün değil.)
1981 - the evil dead (klasik!)
1983 - one dark night
1985 - day of the dead (bugün izlediğimiz zombilere asıl şeklini veren film desek daha doğru olur)
1985 - re-animator (bir başka klasik.)
1985 - the return of the living dead (korku ile komedinin en başarılı kokteyllerinden biri)
1986 - night of the creeps
1987 - prince of darkness (hastasıyım carpenter'in. aynı zamanda sinemada tek başıma izlediğim ilk film.)
1987 - evil dead ii (dead by dawn! dead by dawn!)
1988 - dead heat
1990 - night of the living dead (tom savini'nin yeniden çevirimi. hiç de fena değil.)
1990 - bride of re-animator
1992 - braindead (dead alive) (en şirin zombie filmi #1)
1993 - return of the living dead 3 (ilkinden daha az komik, efektleriyle göz dolduruyor.)
1994 - dellamorte dellamore (cemetery man) (anında unuttuğum yeniden çevirimi bu filmin 1/10'u bile etmiyor. çok sağlam filmdir.)
2002 - 28 days later (koş zombi koş ya da zombileri tekrar hortlatan film #1)
2002 - deathwatch
2004 - dawn of the dead (zombileri tekrar hortlatan film #2. asıl filme saygıda kusur göstermemesi ayrı bir takdire şayanlık.)
2004 - shaun of the dead (en şirin zombie filmi #2)
2006 - black sheep (zombi koyun? aynen öyle!)
2006 - fido (korku filmi olmayan zombi filmi)
2006 - poultrygeist: night of the chicken dead (tam bir troma çılgınlığı. tam bana göre bir film. ciddi sinemaseverler ısrarla uzak dursun.)
2007 - mulberry street (sürpriz)
2007 - planet terror (çok sevmemekle beraber tür severlerin izlemesi gerektiğini düşünüyorum. hala izlememişlerse tabii.)
2008 - otto; or up with dead people (ai gai, ai zombi)
2007 - [●rec] (züpper! özellikle ilk izleyiş tam bir rollercoaster.)
2007 - the signal
2008 - deadgirl
2008 - trailer park of terror (fena değil.)
2009 - la horde (fransız sinizmine sahip zombi filmi)
2009 - pontypool (izlediğim en enteresan, en cesur zombi filmlerinden biri. macera seven sinemaseverler mutlaka izlemeli)
2009 - [●rec]2 (ilki kadar olmasa da sırf enerjisi için izlemeli)
2009 - the revenant
2012 - the cabin in the woods (arızalı bir klasik! neredeyse orgazmik.)
not: cranberries meselesine gelince... şimdi kızanı, eksileyeni çok olacak ama celine dion'un my heart will go on'una kimi insan nasıl katlanamıyorsa ben de bu parçaya katlanamıyorum. ha, evet, bir de dolores o'riordan'ın titrek sesini de sevemedim bir türlü. yalan değil, bunda çevremdekilerin kendisi için "bir tanrıça, dünyaya inmiş bir melek vazu vizu" propogandalarının etkisi de büyük. oysa, ilk çıktıkları dreams'i severdim. hakikaten. ama olmadı, olamadı.
yine bir "yurdum insanı, yine bir ""vurun kahpeye" kurbanıdır. haftanın 6 günü, yaklaşık 4 saati minibüste/otobüste geçiren biri olarak, yukarıda bahsi geçen tarz insanlarla pek karşılaştığımı söyleyemem. kendim dışında kitap okuyan birini gördüğümde sevindiğim, içimin pır pır ettiği bile söylenebilir. cidden. kitap okumaya boş vakit işi olarak bakmıyorum. ayrıca müzik dinlemek gibi, uzun yolda hayat kurtaran bir faaliyet olduğuna inanıyorum. ama bazen, kafa bin bir düşünceye dalınca, 15 dakika boyunca aynı sayfaya bakarken yakalayabiliyorum kendimi. o zaman çevremdekiler benim için "çakma okuyucu" tanımını kullanıyor olabilir. ne de olsa ille birilerini bir kalıba sokmak zorundayız. ama bir de şu var: gerçekten isteyerek, severek, zaman ayırarak kitap okuyan birilerinin başkaları hakkında böyle şeyler düşüneceğini de pek sanmıyorum.
not: kitap okumak bir zorunluluk değil, tercih meselesi. kitap okuduğumu görenlerin, "aman ben kitap okuyunca gözüm ağrıyor, midem bulanıyor" deyip de 25 dakika ışıklı telefonuna aralıksız bakmasından sıkıldım. yine de, dediğim gibi, kitabı kendin için okursun. bu yüzden de "okuyan" insanların benim için her zaman fazladan bir +'sı var. hem de büyük bir "+".
bu adamın yazılarındaki kıvraklık, anlattığı konuya hakimliği ve hınzır gözlemciliği bende olsa kıçımın seviyesi çoktan burnumun üstüne çıkmıştı. keyifle ve merakla takipteyiz.
efenim, "ayı sözlük yazarının şu anda dinlediği şarkılar" kısmına geçmeden önce minik bir açıklama yapacağım.
ayısözlük'e girdiğim zamanlarda yaptığım standart bir davranışım var. bilgisayarın hafızasındaki binlerce ne oldukları bilinerek koyulmuş şarkıdan oluşan klasörlerden itinayla ve hızlı bir şekilde 5 parça seçilir. çalmaya başar. genelde 15-25 dakika arası tutar. süre bittiğinde göz gezdirme de bitmiş olur. yani paylaştığım şarkılar "en favori çalma listem" değil. kaldı ki öyle bir başlık olsa girdi de bulunmazdım. sevdiğim, vazgeçemeyeceğim şarkılar o kadar çok ki listesini yapmam mümkün değil. (niyet-sonuç ilişkisi)
ayrıca bu tarz girdileri olan eni topu 2 kişiyiz herhalde. o kadar girdi arasında arada bir "ısrarla" yapılan bu paylaşımların niye "cidden tuhaflaştığını" alamadım. adı üstünde: "ayı sözlük yazarlarının şu an dinlediği şarkılar".
not: cümlelerimin hiç birinde gizli ima, alaycılık veya dişini gösterme öğesi bulunmamaktadır. eleştiri yapan yazar(lar)ın iyi niyetine inanılarak yazılmıştır.