jimmy fallon'ın şovunda yaptığı rihanna, sia taklitleriyle gerçekten sesinin hakkını verdiğini kanıtlarken; hareketleriyle bi ''acaba sarhoş muydu?'' diye medyayı düşündürmüştür geçen hafta.
bir tanesine sahibi, arkanızda biri varken ''tutacak mı tutmayacak mı'' diye sizi ikileme sokan güven egzersizi öğretmiş, şapşallıktan yenilesi kuçular.
programında geçen sene başladığı carpool karaoke'si bayağı tuttu, en son gördüğü yoğun ilgi üzerine apple music carpool karaoke'yi satın aldığını duyurdu.
geçen sene iggy azalea ve nicesiyle başlayan yolculuk bu sene 114 milyon rekoru kıran adele, j.lo, broadway oyuncuları, rhcp, michelle obama'yla devam etti.
rhcp -
j.lo -
sia -
chris martin -
selena gomez -
broadway -
gwen stefani, george clooney ve julia roberts -
tabi james ayıcığı bununla durur mu? carpool karaoke'nin beklenin üzerindeki başarısı üzerine bu sefer de ünlülerle drop the mic yarışına girişti: her bölümde james ve bir ünlünün birbirine diss atarak eğlendiriyor. ilk bölümden david schwimmer ve rebel wilson'lının başarısı anne hathaway ile zirve yaptı.
kendileriyle tanışmam just a kiss ile olan, country sevmeyen benim gibi bir bünyeye sevdirmiş hoş grup. böyle rocker görünümlü, seksi, modern country yapan bir gruptur kendileri( charles selam canım).
bahsedilenlere ek olarak american honey de fena değildir.
tabi hiçbir parçaları, just a kiss olamayacak benim için.
1. sadece sözleri ve sam'in mükemmel sesiyle değil, ayrıca klibiyle de can evinden vuran sam smith parçası.
yes ı do, ı believe
that one day ı will be, where ı was
right there, right next to you
and it's hard, the days just seem so dark
the moon, the stars, are nothing without you
your touch, your skin, where do ı begin?
no words can explain, the way ım missing you
the night, this emptiness, this hole that ım inside
these tears, they tell their own story
you told me not to cry when you were gone
but the feelings overwhelming, they're much too strong
can ı lay by your side, next to you, you
and make sure youre alright
ıll take care of you,
and ı dont want to be here if ı cant be with you tonight
ım reaching out to you
can you hear my call? (who's to say you won't hear me?)
this hurt that ıve been through
ım missing you, missing you like crazy
you told me not to cry when you were gone
but the feelings overwhelming, they're much too strong
can ı lay by your side, next to you, you
and make sure youre alright
ıll take care of you
and ı dont wanna be here if ı cant be with you tonight
lay me down tonight, lay me by your side
lay me down tonight, lay me by your side
can ı lay by your side, next to you, you-ou
and make sure youre alright
ıll take care of you
and ı dont wanna be here if ı cant be with you tonight.
yazarın notu: bu çocuk kime ne yaptı, ne etti de bu çocuğa böyle şarkılar yazdırıyorsunuz? onların abv.
2. ''nasıl gözden kaçırmışım?'' dedirten, adam lambert & nile rodgers ortaklığı avicii parçası. güne başlamak ya da down anlar için birebir.
huzur mu bilmem ama, 1,5 ay kadar bana bir şeyler olabileceğini hissettiren ondan sonra da ortadan kaybolan arkadaştan sonra içimde önceden azıcık bile varsa artık olmayana ithafen,
başrolünü ve yardımcı yapımcılığını jennifer lopez'in üstlendiği; kendisine ray liotta'nın eşlik ettiği polisiye dizi.
harlee (lopez), 64. karakolun başı wozniak'ın emrinde çalışan dedektiflerden biridir. woz'ın takımı sayesinde sokaklar düzene girmiş; suç oranı ve uyuşturucu sorunu azalmış, kısacası bölge kontrol altındadır. woz ve takımının bölgeyi nasıl kontrol aldığı ise, takımın uyuşturucu satıcıları ve bilinen suçluları haraça bağlayarak, kendi sınırlı kum havuzlarında oynamalarına imkan vermeleriyle olmaktadır. woz ve takımı bir süre sonra fbi'in radarına takılır ve fbi harlee'e ulaşır, onu köstebek yapmaktan başka çare bırakmaz. artık grubun içinde ama kim olduğu bilinmeyen bir köstebekle grup, bir yandan sokaklarda düzeni sağlarken bir yandan da olaydan olaya koşar.
büyük beklentilerle sezona başlasa da fena olmayan, çıtır çerezin bir üstü polisiye dizi. öyle ki, 2.sezon onayını da aldı.
logo kanalında yayınlanacak olan ve sunuculuğu lance bass'in yapacağı, 13 tane ''charming & gorgeous'' abinin en elde edilesi bekar bey için yarışacağı yarışma programı. bir bakıma gay bachelorette.
yalnız iç mimar bekarımız robert sepúlveda jr çok iyi, yani öyle böyle değil. istesin kendisinin yastık kılıfı istesin duvar kağıdı olayım boylu boyunca.
fergie'nin birkaç hafta önce çıkardığı yeni parçası.
parçadan çok klibiyle olay oldu, kimler mi var? chrissy teigen'den devon aoki'ye, ciara'dan alessandra ambrosio'ya... ha bir de dondurmanın üzerindeki kiraz misali kim kardashian'ı unutmak elde değil ''süt banyosu'' yaparken... jordan barrett kendi gibi bir içim su milkshakeleri ikram ederken, ''sütçü'' rolünde madonna'yla ısırdığı elmalardan milf aşkına doymayan jon kortajarena var.
bu ülke.
bu ülkenin insanları.
arkadaşlar.
samimiyetsiz arkadaşlıklar.
gayler-hiçbir şey olamayıp da bilhassa kendini bir şey sanan yurdum gayleri.
işler. yaptığımız/yapmak zorunda olduğumuz şeyler.
kettle'daki/tenceredeki suyun kaynamasını beklemek.
başlamayın. ilişkiler iki şekilde sonlanır: ya evlenmekle ya ayrılıkla.
geçmiş ilişki grafiği de göz önüne alındığında zaten ayrılık var, teknik olarak bu ülkede gelecek 100+ yıl içerisinde evlenebilme olasılığımız olmadığını düşünürsek sonuç yine aynı yere çıkıyor. ha bir 'the one' var olayına inanıyorsanız, ya dating olayından yeteri kadar olmayacak insana denk gelmediniz ya da yeteri kadar kalbiniz/içinizde bi şeylerin kırılmadı henüz. ee, o zaman niye? hayat kısa, kuşlar uçuyor...
başrolünde the office'ten hatırlanabilecek ellie kemper'ın oynadığı 2015 yapımı komedi dizisi.
konusu ise: kimmy, 15 yaşındayken evinin önünden, kıyamet günü geldiği ve artık kimsenin hayatta kalmadığını iddia eden papaz tarafından kaçırılır ve kendisi gibi 3-4 kadınla bir yer altı sığındağında yaşamaya başlar. tabi bu hapsedilen kadınlar, 1800lü yıllardaki gibi bir hayat sürmeye mahkum kalıp dışarıdaki hayattan mahrum kalırlar. 15 sene sonra fbi tarafından kurtulan bu "köstebek kadınlar"dan olan kimmy, kendisini büyük bir pozitiflikle new york'a atar ve olaylar gelişir.
gerek kimmy ve ne kadar kötü olursa olsun durum her şeye pozitif yaklaşımı, gerek kimmy'nin ev arkadaşı titus'ın mükemmelliği ile epey komik, eğlenceli bir yapım. öyle ki, 13 bölümlük netflix yapımı olmasına rağmen hemen 2.sezon onayını almış bulunmakta. bu kadar iyi bir senaryoda herhalde tina fey'in de olmasının etkisi büyük. ayrıca inanılmaz komik, anında insanın beynine kazınan bir açılış müziği bulunmakta, izlenilesi!
julianne moore'a kazandığı oscar'ı sonuna kadar hak ettiğini gösteren, enfes bir drama. alice (moore), columbia üniversitesinde dil bilimi üzerine uzmanlaşmış, bu konuda kaynak sayılan bir kitap yazmış profesördür. bir gün üniversite kampüsünde koşarken kaybolduğunu hisseder. bunun ve birkaç şeyin üzerine doktora giden alice'e erken alzheimer teşhisi konur ve devamında alice ve ailesinin yaşadıklarına tanık oluruz filmde.
julianne moore'u her filminde ayrı bir sevsem de, hep the hours'taki rolünün yeri bende ayrıydı ta ki alice'e kadar. julianne moore'un o güzelliği, hikayenin de epey iyi olmasıyla film boyunca ilginç bir etki doğuruyor insanda-ki alice pek de öyle süslü püslü bir kadın değilken. dahası, linguistik yani hayatı konuşmak üzere olan bir kadının anılarını unutması(alice kendisini anıları ile ifade ediyor) dahası filmin sonunda neredeyse konuşmayı bile unuttuğunu görüyoruz, epey sert bir yerden vuruyor insanı. ayrıca film boyunca alice'in annesi ve kardeşini içeren o anısından izlenen kesitler filmin sonunda beyaz bir ekran ile sonlanarak aslında alice'in film boyunca hep tutuntuğu o anısını da artık unuttuğunu göstererek bir kez daha üzüyor.
ve tabiki o alzheimer derneği'ndeki konuşması, her şeye bedel.
sokak ortasında esneme-gerilme yaparken görülmüş kendisi. hayatımda böyle güzel bir esneme hareketi görmedim, pilates lastiğin ebru şallı'n olayım chris!!!
rome, thor, book of eli gibi birçok yapımda rol alan, gözüme ise dexter'daki duygusal ama belli etmeyen, gay mafya babası isaak sirko olarak giren 64 doğumlu irlanda asıllı ingiliz aktör.
kendisi dünyadaki en üzgün ama bir o kadar da güzel bakışlara sahip beylerden. buna bir de ingiliz aksanını ekleyince kendisi daha da bir çekici hale geliyor. biz türkler'in ''karizma'' dediğimiz şeyin sözlük karşılığı kendisi.
twitter'da rastladığım 4 fotoğraflık bir öyküyü, ve siz sevgili sözlükçüler için olduğunca çevirdim. sanırım esasen bir tumblr postu, epey de gülümsetti beni.
bir anne, ev arkadaşıyla beraber yaşayan oğlunun evine yemeğe gider. yemek sırasında, anne oğlunun ev arkadaşının ne kadar yakışıklı olduğunu fark etmiştir. oğlunun cinsel yönelimi hakkında şüpheli olan anne, iyi bir anne olarak doğru zaman gelince oğlunun kendisine açıklayacağını düşündüğünü için sesini çıkartmaz. ancak bu durum kendisini daha da meraklandırır. yemeğin devamında anne, oğlu ve ev arkadaşı arasındaki iletişimi, bakışmalarını izlerken dahası olup-olmadığını düşündü. annesinin bakışlarını hisseden oğlu ''aklından geçenleri biliyorum anne ve içini ferah tut, biz sadece ev arkadaşıyız ve dahası yok.'' der. bir hafta sonra, ev arkadaşı diğerine ''anne buraya geldiğinden beri gümüş servis tabağı/tepsi kayboldu, sence o almış olabilir mi?'' der. bunun üzerine oğul ''onun almadığına eminim ama yine de bi sorayım'' der ve mail atar annesine:
''merhaba anne,
sen aldın demiyorum, sen almadın da diyemiyorum ama durum o ki sen bizim eve yemeğe geldiğinden beri gümüş tepsi kayıp.
sevgiler -oğlun. ''
birkaç gün sonra oğul, annesinden yanıt alır:
''sevgili oğlum,
ev arkadaşınla yatıyorsun demiyorum ama ev arkadaşınla yatmıyorsun da demiyorum. seni sevdiğimi biliyorsun ve durum ne olursa olsun ki seni daha az önemsemem ama eğer ev arkadaşın yatağında yatıyor olsaydı gümüş tepsiyi yastığının altında bulurdu.
güzeldi. muazzam değil ama mükemmeldi. bunun en büyük sebebi de konsere gelen kitlenin hakikaten alakasızlığıydı.
gaga'nın o kusursuz sesi, performansı, içtenliği ve bitmek bilmeyen enerjisi ile şov harikaydı; öyle ki set list'in dışına çıkıp you & i söyleyerek mest etti. bir an olsun eğlenip-eğlenmekten durmadı, durdurmadı. sahaiçindeydim, gitmeden önce diyordum ki ''herhalde tıklım tıkış, herkesin tek vücut olduğu bi şey olur'' ama öyle olmadı, çılgınlar gibi dans ettim. hele de bad romance'e sıra gelince kendimi kaybettim. en öndeki aşırı little monster arkadaşlar dışında öyle her şarkıya eşlik edilmediğini duyunca açıkcası benim bile moralim bozuldu, anca paparazzi, alejandro ve bad romance'te biraz tüm kalabalık da eşlik etti. bad romance zaten başlı başına efsaneydi (harajuku olaylarından hoşlanmasam bile), resmen 6 yıl beklediğime değdi diyebilirim.
sadece müzik değil, her ne kadar bir pazarlama stratejisi de olsa gaga gerçekten bir kez daha neden bu kadar benimsendiğini gösterdi. o iran'lı hayranını sahneye çıkartıp hepimizi kıskançlıktan çatlatırken ona sarılması, born this way söylemeleri... hangi şarkıda hatırlamıyorum ama o yaptığı ''farklı olmaktan korkmayın!'' konuşması ve ''bu gece buradaki gaylerin ellerini kaldırmalarını istiyorum, bu dünyada farklı olmak zordur ve ne olursa olsun tanrı sizi seviyor'' diyerek gönlümü bir kez daha fethetti. hani gerçekten, belki çok banal gelicek ama o an orada hissettiğim o kabul edilme, o huzur hissini, o samimiyeti anlatamam."tonight we celebrate acceptance, tolerance, and love" diyerek pride bayrağını daha da yükseğe kaldırmasını söyledi.
ölmeden önce yapılması gerekenler listesinden bir tanesini daha sildik, bir dahakine en önden bilet alıp gaga'yla karşılıklı dans etmek daha harika olur!
ilk başta bekleyenlerdendim, daha doğrusu ikinci sınıf bir romantik komedi tadında onun ''gelip'' beni bulmasını falan bekliyordum. ne bileyim insan az-çok hak ettiğini düşünüyor, kimler kimleri buluyor yani. baktım kimsenin geldiği yok, moralman tam gaz düşüşteyim ufak ufak, kendimce atılımlar yaptım ama değil erkeklere, insanlığa olan inancım sıfırın altına düştü. zaten ölsem ilk adımı atacak ya da birilerine yürüyecek biri değilim, kısa sürede doğru dürüst bir şey yaşamadan ilişkilerden falan her şeyden soğudum. hayır zaten insanlar nereden, nasıl tanışıyor da böyle aşık oluyor falan onu da bilmiyorum, ıskarta mı oldum acaba diye düşünmüyor değilim ara sıra.
birazdan söyleyeceklerim için tahminen (yine) aforoz edileceğim ama çok "renkli" bir sözlük olmamız sebebiyle, konu hakkındaki fikrimi söyleme ihtiyacı duydum buradaki birçok birey gibi.
öncelikle, haftalardır troll diye eleştirdiğiniz yazarlar gibi karşıt demeyeyim ama aynı paydada olmayınca hemen bir şeyin "düşmanlık" diye adlandırılmasını ne bileyim, doğru bulmuyorum. birini kendinize düşman ilan etmeniz için gerçekten bir şeylere kast etmesi ve karşılıklı bir süregelen çekişme, baskı olması gerektiği kanaatindeyim. öyle ki, sözlükteki birçok birey de gayet hdp'yi destekliyor-ki bunda negatif bir şey görmüyorum çünkü herkesin istediği şekilde hareket etme hakkı var, ben kimim ki diğerlerini düzeltme ihtiyacına gireyim daha doğrusu, düzeltme doğru bir kelime değil ama diğerlerine kendi düşüncemi kabul ettirmeye çalışayım? nasıl güzellik göreceli bir kavramsa, iyi-kötü de belirli sınırları olsa da kendi içerisinde yine göreceli bir kavram benim gözümde. sonuçta (sözümona) burası özgür bir ülke, keza bu platform da.
siyasetten hoşlanan birisi değilim çünkü benim için başa kim çıkarsa çıksın aynı güç savaşından, açlık oyunlarından başka bir şey değil. evet, şu anki 12 yıldır süregelen durum gerçekten iyi değil ama keza bundan önce de(çok önce de) öyle belirli bir refah seviyesine ulaşmış bir ülke değildik. neyse, hayatım boyunca ırkçı bir insan olmadım keza kendimi de böyle görmüyorum çünkü ırk, aynı insanın ailesini seçememesi gibi kan yoluyla atanan bir bağdır. bununla ne kadar ilgili olacağınız sizin elinizde (kültürünüzü bilmek vs) olan bir şey. benim nezlimde insan ne olursa olsun insan olsun, karakteri düzgün olsundur.
sırf desteklemediğim için sanılanın aksine hdp'den nefret etmiyorum, ama hoşlandığımı da söyleyemem; bu konuda nötrüm. saygı duyuyorum ama benim değer yargılarıma veyahut doğrularıma oturmuyor, keza diğer hiçbir parti de böyle. böyle düşünmemin de birkaç sebebi var. ilk olarak, ırkın bir insanı saf bir şekilde tanımlayabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. (bilgim dahilinde) eğer osmanlı torunu değilseniz ya da türkmenistan kökenli değilseniz, teknik olarak kimse türk değil. aynı amerika'da italyanı, ispanyolu birçok farklılığın bulunması gibi ülkemizde de kürt,çerkes,macır,boşnak birçok koldan insan var. büyüdüğünüz ülkenin çerçevesinde, türk milletine mensup oluyorsun, ırkına değil-keza amerika'da doğup büyüyen anne-babası türk olan bir türk amerikan olarak adlandırılır mı? bence adlandırılamaz. insanların bu ırkçılık yüzünden dünya'nın her yerinde ne acılar çektiği aşikar, keza ülkemizde de öyle. bunu anlıyorum. benim bu konuda anlamadığım ve anlatamadığım, bir ülke içerisinde, özellikle de ırk ayrımı ile bir ayrıma gidilmesi. birçok devlet, çok uluslu yani a,b,c birçok ırktan insanı barındırıyor. böyle bir oluşumda, herkes kendi kültürü çerçevesinde bir şeyler gerçekleştirmek isterse, o zaman her şeyin çok farklı yönlere gidebileceğini düşünüyorum.
çerkesim, bu kültürle hayli içli dışlı, bilimciyle büyüdüm. benim de annemler yeri gelir evde çerkesce konuşur, paylaşımlar yapılır. benim yaptığım çıkarımla, o zaman haydi çerkes'i de laz'ı da macır'ı da hepimiz bir kendi içimizde içselleşmeye gidelim. türkiye gibi "medeniyetler beşiği" diye anılan ülkede bu kadar farklı insanın olması çok normal bir şey. insanların haklı olarak hakkını arama ihtiyacını anlıyorum ama o zaman iş bir süre sonra yine, daha da beter bir bölünmeye yol açacağı kanaatindeyim. o zaman biz de hakkımızı talep edelim, x'de etsin y'de böyle gider.
yazdıklarım da aksi anlaşabilecek olsa da, gerçekten kendimi turancı, milliyetçi biri olarak görmüyorum. sadece dediğim gibi, türkiye gibi her devlet altında birçok farklı milleti barındırıyor ve bence bu devletin bir kurum olması gereğinden olağan bi yapı.
ikinci olarak, sırf kürt/gay ya da herhangi bir azıklıktasın diye ille de "hdp benim partim hörörörö" dümdüz gitmeni anlamlandıramıyorum. evet, diğer partiler de baktın mı hiçbiri ne benim ne senin tamamen düşüncelerini, ideallerini karşılamıyordur ama zaten işte olay burada ortaya çıkıyor, kendini bir şeye ait hissetme zorunluluğu. evet, vatandaş olarak senin mecliste, ülke yönetiminde söz sahibi olman en doğal hakkın ve kendine-en yakın diyelim-partiyi destekleyerek bunu onlar üzerinden yapıyorsun diyelim, ama gerçekte o adam seni ne kadar temsil ediyor? toplumun geneliyle birlikte senin iraden, senin ideallerin orada ne denli hayata geçiyor? bu zamana kadar hiçbir milletvekilinin toplumun birebir aynası olduğunu göremedim (hatalıysam seve seve öğrenmeye açığım). eğer hdp öncelikli olarak lgbtileri savunsa, gerçekten sözlükteki bu denli yoğunluğu anlayabilir, bizzat destekler ve önlerinde şapkamı çıkartabilirdim ki ancak "halkların, azınlıkların" hakkını savunma adı altında biz yine ikinci, hatta üçüncü plandayız. değil hdp hiçbir parti bence en az önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde(ki kimse bu kadar beklememeli) seni sevdiğin adamla evlendirebilecek, seni anayasada ve hukukta, gerçek hayatta herkesle aynı seviyeye koyacak, öyle erkek arkadaşınla beyaz çitli ev ve 3 çocuk gibi toz pembe hayallerini gerçek kılmayacak. sözde özgürlükler ülkesi amerika'da bile böyle bir kabullenme ortamı yok, avrupa'nın da biraz daha iyi olduğu söylenebilir. o yüzden "hdp'ye oy vermeyen eşcinsel" dışlaması, kötülemesini doğru bulamıyorum.
üçüncü olarak, bunların hepsi bir yana, bir bebek katilini öncü edinen bir oluşumu ben kabul edemem, hayatım boyunca da edebileceğimi sanmıyorum. her ne kadar hakkında çıkan şeylere rağmen demirtaş'ın birçok söylemini, politikacılığını bir yere kadar doğru, beğenilir bulsam da "apo'nun heykelini dikeceğiz"den sonra bende film koptu. evet, barajı geçmelerini, iktidara karşı olmalarını gerçekten takdir ediyorum ama özgürlük kisvesi altında köyleri tarayan, nicelerini katleden, terör örgütünün başıyla ilişik olan bir yapılanmayı ben kabul edemiyorum ne yazık ki. eğer öcalan ile bu bağ olmasa, barış sağlanması yolunda etkisi azalan pkk'ya rağmen hdp'yi gerçekten anlayabilir ve kabul edebilirdim bir yere kadar sözlük. ama edemiyorum. aklıma çocukken o dönen haberler, üst üste kadın cesetleri, kucağında bebeğiyle anne ve duvarda apo, pkk yazıları geliyor. diyeceksiniz ki, kürtler'in canı yanmadı mı? yandı, hem de allah bilir nasıl , hele de şu son birkaç senede, ama cana karşı can alarak özgürlük kazanılmaz, adalet sağlanmaz benim düşüncem. doğru demek bana düşmeyebilir ama en azından makul değil bu olanlar.evet geçmiş geçmişte kaldı, önemli olan geleceğin neler getireceğidir ama benim gözümde geleceği şekillendiren de geçmişteki etkilerin tepkisidir.
eğer bıkmayıp, sonuna kadar okuduysanız ve kendimce bakış açımı bir nebze de olsa anlatabildiysem; düşünceniz ne olursa olsun yine de teşekkürler.
arkadaşlık anlamında, biriyle gerçekten bitmişse hiç tereddüt etmeden sildiğim, benim için önemsiz olan bir konudur, çünkü o resim artık geçmişte kalmıştır ve her bakışta o zamanları hatırlayıp iç çekmek-hatırlamak bana geçmişe takılmak gibi geliyor. hele de o kişi bu durumda suçlu olan ise.
eğer resimde çok iyi çıktığımı düşünüyorsam resmin kendim olan bölümünü kesip ayırma bencilliğini de yapmışlığım vardır...