duyduklarımdan sonra epey kötü bir film beklerken hiç de öyle çıkmayan, ortalamanın üzerinde eğlenceli adam sandler filmi. hele de filmdeki oyunları seviyor/bir tık ilginiz varsa film göze görselliğin de etkisiyle daha bi iyi gelebiliyor. kafa dağıtmalık kategorisinde.
eskiden nedense hep 40-42 yaşında ölecekmiş gibi hissederdim. sonra hayatımın ilk 20 yılını obez geçirdiğim aklıma geldi ve bir 20 yılımı da her yeri sarkan ve aklı gidip-gelen biri olarak geçirmek istemediğimden seksi olduğum ve ortalama bir hayat görüşüne sabit olduğum zaman diliminde, 32'de falan gidersem sorun olmaz diye düşünürek geçirdim.
son 3 yıldır, özellikle de son 1,5 yıldır yoğun biçimde 27'ye kadar dayanmaya çalışıyorum, jimi'siyle janis'iyle,amy'le. zaten ne için yaşıyoruz ki? hep bitmek bilmeyen beklentiler, dayatılan düşünceler/duygular... hayatta başarmak istediklerinizi başardıktan sonra 500 yıl yaşamanın çok da gerekli olduğunu düşünmüyorum pek. gel gör ki 27'e bile 3 yaş var sözlük, çok uzak çok...
yaşadığım onca başarısız date sonrası geçen sene bu zamanlar son çare ''bi de burayı deneyeyim'' derken pek de bir şey yaşamayıp; son 3 ayda beni allak bullak eden arkadaşla tanıştığım mecra olmasından da yeri bende ayrı. canımsın tinder. her açtığımda '' it's going down, i'm yelling tindeeeeeer'' diye bağırasım geliyor bir ke$ha'ymışcasına. kendimi ne zannediyorsam.
bu arada algoritmasında mı neyindeyse bi sorun olduğunu düşünüyorum zira %100 masc, saglamtip, gaybro bir errrkek olmama rağmen karşıma bazen kadınlar, hetero hetero abiler falan çıkıyor bir kendimi sorgulamama neden oluyor. gereğinin yapılmasını rica ediyorum yetkililerden.
her sahnesiyle, müzikleriyle, esprileriyle ''herhalde bu filmi ben yapsam bu kadar olurdu!'' dediğim, son 3 aydır baş ucu yaptığım enfes film. filmin uyarlandığı kitap yine bir o kadar başarılı bulduğum he's just not that into you'yu yazanlardan liz tucillo olduğundan şaşırtmadı.
klasikten bir tık iyi bi chick flick beklerken çıktıktan sonra (ve hala) ''hayatımın filmi!'' diye gezmeme sebep oldu aylardır. rebel wilson ve yine harikalığından mı bahsetsem, yoksa daha bar'a girer girmez arkada çalan worth it ile kendimi kaybetmemden m, yoksa alice kızımızın cinsel uyanışını yaşadığı sahne ve ardından bilinmeyen cevher charli xcx - super love çalması mı...
tabi ne yazık ki alice kızımız gibi bir ilişkiden diğerine, hop ayrılınca da hoş abilerin kollarına atlayamadık, her gece o barda şu partyde olamadık malum gerçek hayat-ama zaten ben film boyunca robin'le özleştirdim kendimi sorun olmadı. kaldı ki, alice kızımız filmin 120 dksı boyunca sürekli bir erkek ile tam olma, resmi tamamlayacağı kafasında-oysa kı aslında hem filmin vermek istediği ve sonda verdiği mesaj hem de hakim olan düşünce ''yalnız başına da yeterlisin''. anca son yarım saatte bunun farkına varıyor ve dahası, okuduğu wild'ın da verdiği gazla olsa gerek yalnız kurt moduna geçiyor.
her sahnesi ayrı güzel, ayrı incelenmeli. en başarılarından biri, ''neden 10 tane dating sitesine üyesin?''.
yazarın notu: ha bir de bu filmin ben de öyle bir yeri var ki...itiraf tadında. dating olaylarını tam son kez ve ciddi olarak bırakmışken tanıştığım, (o zaman) 1,5 ay boyunca haftada 4-5 kere görüştüğüm, her şey yolunda gider (gibi), sonunda ''birileri var''a inandığım ''biriyle'' her zamanki gibi sinemada izledim filmi. bu filmden birkaç gün sonra kendisini daha az görmeye başladım; konuşmaları kısaldı ve samimiyetsizleşti, en son kendisi bayağı bayağı (kendiliğince) yok oldu benden. resmen, adamla sinemaya diye gelecek 2-3 haftamın özetine gitmişim, üzerine bi de buna katıla katıla gülüp, bayılarak izlemişim haberim yokmuş ya. teşekkürler hollywood.
birkaç yıldır arşivimde durup da izlemeye üşendiğim, izledikten sonra kendime kızdığım ve son zamanlarda türünde epey beğendiğim filmlerden. kaldı ki, michael cera'yı günahım kadar sevmem ama bu filme cuk diye oturmuş. bende biraz nick & norah's infinite playlist, biraz perks of being a wallflower ve ekstra komedi karışımı izlenimi bıraktı.
amerika'da son dönemde epey büyük tartışmalara yol açan transların tuvalet kullanma hakkına 'just pee!'' diyerek desteğini gösteren, orijinal cast'ın bir kısmı ve yaratıcılarının da yer aldığı şahane bir video ile destekte bulundukları performansları bulunmakta.
''ilk büyük beden erkek model'' sıfatı ile medyada yer alsa da, dürüst olmak gerekirse zaten epey taş bir bey olduğu ve tam anlamıyla ünvanını hak ettiğini düşünmediğim arkadaş. zaten yüzü, saçı-başı, gözler vs güzel; üzerine bir de boy ve endam da var. evet, günümüzde six pack'in olağan bir şey olduğu giyim dünyasında çok da kilosu-ebatlarıyla değil de, yine o genel ya da göze çekici gelen görüntüsüyle öne çıktığını düşünüyorum. o yüzden tam olarak kavramını karşıladığı pek inandırıcı gelmiyor. bu kadar öne çıkmasının sebebi daha çok target gibi geniş çaplı bir firmanın kataloğuna girmesi oldu.
5.sezonunu izlemeyi ertelerken bir çırpıda bitirip, sanırım hiç beğenmediğim kadar güzel bir sezon sunan hbo dizisi. 5.sezonu final sezonu diye çıkarken gelen haberle son ve final sezonu olarak 6.sezon olacağı da duyuruldu yakınlarda.
arka arkaya izlediğimden mi bilmem ama bu sezondaki kendimce hissettiğim olgunluk-dinginlik havası epey hoşuma gitti. hannah'ın düzenli giderken bayır aşağı giden ilişkisi, marnie mızmızının mumford & sons takılmasına rağmen hala bir tribal enfeksiyon geçirmesi mi, yoksa jessa & adam ikilisi ve ciddi anlamdaki zehirli ilişkileri derken, bir tanecik shoshanna'm... japon kültürüne çok ilgisi olmayan birisi olan ben bile o 3.bölümü her saniyeyi bitmesin diye saya saya izledim, o kadar güzeldi ki. sonunda şu kız gerçekten bi yere aitti(her ne kadar olmasa da), o sıkı karakterini bırakıp pembe saçlarına kadar her karesiyle efsaneydi. sezon ortalarındaki hannah-jessa-adam üçgeniyle ve marnie'nin charlie olaylarıyla sezonda hakkı yendi epey kanımca. hannah'a gelince, birkaç şey dışında herhalde en aklı başında-daha doğrusu olması gerektiği gibi olan en iyi hannah'ı gördük. tally ile sohbetleri ve hikayesini anlattığı kısım ise sezonun öne çıkan güzel anlarındandı. zaten sanki orada hannah olmayı bırakıp lena'ya geçti. sözkonusu hikaye anlatımı:
ve tally'nin o sözleri:
''i need to see how other people see me because it's the only way i can see myself.
i wake up every morning and i think what would tally schifrin do? tally schifrin is not me even now, she is just like this thing i created she is the monster that i've made and i have to feed and she feeds on praise and controversy and it's exhausting and boring at once and i am too smart to be exhausted and bored''
halsey'in sonundaki ''you were red and you liked me because i was blue'' kısmı ile ile can evinden vuran, dinledikçe daha da kendisine çeken şarkısı.
your little brother never tells you but he loves you so
you said your mother only smiled on her tv show
youre only happy when your sorry head is filled with dope
i hope you make it to the day youre 28 years old
youre dripping like a saturated sunrise
youre spilling like an overflowing sink
youre ripped at every edge but youre a masterpiece
and now im tearing through the pages and the ink
everything is blue
his pills, his hands, his jeans
and now im covered in the colors
pull apart at the seams
and it's blue
and it's blue
everything is grey
his hair, his smoke, his dreams
and now he's so devoid of color
he dont know what it means
and he's blue
and he's blue
you were a vision in the morning when the light came through
i know ive only felt religion when ive lied with you
you said youll never be forgiven till your boys are too
and im still waking every morning but its not with you
youre dripping like a saturated sunrise
youre spilling like an overflowing sink
youre ripped at every edge but youre a masterpiece
and now im tearing through the pages and the ink
everything is blue
his pills, his hands, his jeans
and now im covered in the colors
pull apart at the seams
and it's blue
and it's blue
everything is grey
his hair, his smoke, his dreams
and now he's so devoid of color
he dont know what it means
and he's blue
and he's blue
you were red, and you liked me because i was blue
but you touched me, and suddenly i was a lilac sky
then you decided purple just wasnt for you
everything is blue
his pills, his hands, his jeans
and now im covered in the colors
pull apart at the seams
and it's blue
and it's blue
everything is grey
his hair, his smoke, his dreams
and now he's so devoid of color
he dont know what it means
and he's blue
and he's blue
everything is blue
everything is blue
everything is blue
everything is blue
tabi ben biri biterken diğeri başlayan başarısız dateler ve kalp kırıklarından mıdır bilmem ama son 3 aydır marşım haline getirdim kendisini, aynısı benzer durumdaki bünyelere de öneriyorum. bu arada, ''sana değil kardeşine''nin bir üst levelı klibi de izlenesi.
tabiki de her zaman dövüşen seksi kadın kahramanı seçen gay klişesi olarak marvel evrenin filmlerinde açık ara en sevdiğimdir. scarlett johansson'ın da rolünün hakkını vererek doldurmasının da payı epey fazla. (bence) beklendiğinden fazla sevilmesi ve her avenger'ın ayrı kişisel filmi olması sebebiyle birtakım kitlelerce ''artık bu kızın da filmini yapın!'' istekleri duyulmaktaydı uzun süredir kulislerde. henüz resmi olarak kesinleşmese de marvel'ın gelecek projeler arasında tek başına bir black widow filmi olduğu da birkaç ay önce laf arasında söylendi.
mayıs ayındaki billboard music awards performansının etkisinden halen öyle bi çıkamadım ki duvarlara taşlara ''it's britney, bitch!'' diye bağrınmak istiyorum.
sözkonusu performans,
ha tabi bir de 2001 yılındaki o efsane ''i'm slave 4 you'' da unutulmamalı.
geçen seneki donut faciasından sonra epey bi çöküşe geçse de o cırtlak sesiyle ve başarılı taklitleriyle bir tık kendisini (yine) sevdirmeye başladı amerikan halkına.
rihanna'dan shakira'ya, whitney'e başarılı performansı:
bir de jimmy fallon'la son dönemin popüler parçalarıyla gerçekleştirdiği performansı:
geçen sezon haziran'da çıktığından, temmuz'a gelmemize rağmen yeni sezonu yayınlanmadığından 12 bölümlük lito zevkimden mahrum kalmaktan ne yapacağımı şaşırmışken yeni sezonun aralık'ta(evet yılın 12. ayı) yayınlanacağını görmemle beni yoğun bir elem ve kedere sürükleyen dizi. abv wachowskiler.
1. yukarıda da bahsedilmiş ama zaten rihanna'nın work'ünde kast edilen daha çok twerk'tür. (yanlış bilmiyorsam) bir barbados lehçesi bir de normal ingilizceyle söylediği iki kısımda da work work work kısmını yuvarlaya yuvarlaya söylediği kulağa anlamsız gelen kısımla aslında ''twerk twerk twerk'' demektedir rihanna kızımız.
2. ayrıca (sözleri dikkate alınmadığında) birkaç dinlemeden sonra ağıza dolabilen fifth harmony parçasıdır.
3. fancy öncesi iggy azalea'nın fena sayılmayan bir parçasıdır.
en kaba tabiriyle, bir insanı(günümüzde ne yazık ki çoğunlukla kadınları), aktif bir cinsel yaşantısı olması/bundan rahatça bahsedebilmesi sebebiyle aşağılamaya-yargılamaya yönelik davranışlar bütünü. daha kısa bir tabirle, ekşi sözlükteki ''şunu yapmadan bunu yapan kadın'' minvalinde başlıklar baz alınabilir.
yıllardır erkeklerin kadınlar üzerinde bir nevi egemenlik kurma isteğiyle kadını utanmaya, bastırmaya yönelik fiillerden biri de olsa; son birkaç yılda dünya'da bir tık daha artan kadın gücüyle kadınların sesini daha gür çıkartmasıyla kadınlarca artık pek sallanılmamakta bu olgu.
kanye'nin eski sevgilisi amber rose'un konuyla ilgili epey bi diyeceği var:
julianne moore'a kazandığı oscar'ı sonuna kadar hak ettiğini gösteren, enfes bir drama. alice (moore), columbia üniversitesinde dil bilimi üzerine uzmanlaşmış, bu konuda kaynak sayılan bir kitap yazmış profesördür. bir gün üniversite kampüsünde koşarken kaybolduğunu hisseder. bunun ve birkaç şeyin üzerine doktora giden alice'e erken alzheimer teşhisi konur ve devamında alice ve ailesinin yaşadıklarına tanık oluruz filmde.
julianne moore'u her filminde ayrı bir sevsem de, hep the hours'taki rolünün yeri bende ayrıydı ta ki alice'e kadar. julianne moore'un o güzelliği, hikayenin de epey iyi olmasıyla film boyunca ilginç bir etki doğuruyor insanda-ki alice pek de öyle süslü püslü bir kadın değilken. dahası, linguistik yani hayatı konuşmak üzere olan bir kadının anılarını unutması(alice kendisini anıları ile ifade ediyor) dahası filmin sonunda neredeyse konuşmayı bile unuttuğunu görüyoruz, epey sert bir yerden vuruyor insanı. ayrıca film boyunca alice'in annesi ve kardeşini içeren o anısından izlenen kesitler filmin sonunda beyaz bir ekran ile sonlanarak aslında alice'in film boyunca hep tutuntuğu o anısını da artık unuttuğunu göstererek bir kez daha üzüyor.
ve tabiki o alzheimer derneği'ndeki konuşması, her şeye bedel.
fiziksel olarak bakıldığında sanırım "ben böyle gözüküyorum ve en azından aynısını hak ediyorum" gibisinden, bize hep daha iyisini en iyisini elde etmemiz-kazanmamız söylendiğinden doğru olan önerme. zaten daha ilk entryde de çok güzel açıklanmış birçok kaslı beyin kendileri gibilerini beğenmeleri, veya 20 kilo kabarık saçlı erdemlerin yine kendilerine gitmesi gibi. ya da en basiti direkt, yüzeysel olunmasa bile çekiciliğin, cinsel kimyanın gücü azımsanayamacağından herkes seksi bireyleri talep ediyor.
belki bir sebebi de, yine bahsedildiği gibi narsisizm, belki istemli belki istemsiz. sorunlu ya da sıradan, normal bir insan da olsanız da kendimizi hep "okey" görmekle, yani aslında kişilik-romantizm bazında iyiyim, problemim yok kafasıyla yine insanın kendisi gibi birisini tarif etmesiyle kendisine göre "olağan"ı tanımlaması sonucu doğuyor haliylen.
insanların yaşadıkları bana kendimi sorgulatıyor. duyduklarım, hele de burada okuduğum aşk acıları, maceralar, büyüklü küçüklü aşklar vs vs... kendimi eksik demeyeyim (zira herkesin her zaman öğreneceği bir şey vardır) ama çoğu zaman bi şeyler yaşamak için yeterli birisi olarak görüp; 23 yaşında artık ne bileyim bir-iki kayda değer bir şeyler yaşamış olması gerek diye düşünüyorum. ben mi çok dışında kalıyorum bazı şeylerin diyorum utangaçlıktan vs... son 1 yıldır artık yorulmaktan çok bıktım, sıkıldım. seks applerini bile çoğu zaman en azından düzgün birileriyle tanışma amacıyla kullanırken bu ülkede, bu zamanda, insanlardaki bitmez bilmez ego ve yüzeysellikle nereye kadar diye diye...
bazen diyorum ben başka gezegenden miyim, nasıl bu kadar izole kalmayı başardım istemeden.
sokak ortasında esneme-gerilme yaparken görülmüş kendisi. hayatımda böyle güzel bir esneme hareketi görmedim, pilates lastiğin ebru şallı'n olayım chris!!!
fransızca ''bohem hayat'' manasına gelen, bütün ekibin katıldığı enfes rent parçası. hele de idina menzel'in ''hey mister, she's my sister'' ve anthony rapp'in ''mucho masturbation '' kısımları ayrı bir güzel.
benny
you make fun - yet i'm the one
attempting to do some good
or do you really want a neighborhood
where people piss on your
stoop every night?
bohemia, bohemia's
a fallacy in your head
this is calcutta,
bohemia is dead
mark
dearly beloved we gather here to say our goodbyes
collins & roger
dies irae - dies illa, kyrie eleison
yitgadal v'yitkadash
mark
here she lies, no one knew her worth
the late great daughter of mother earth
on these nights when we
celebrate the birth
in that little town of bethlehem
we raise our glass - you bet your ass to -
la vie boheme
all
la vie boheme
la vie boheme
la vie boheme
la vie boheme
mark
to days of inspiration
playing hookey, making
something out of nothing
the need to express-
to communicate,
to going against the grain,
going insane, going mad
to loving tension, no pension
to more than one dimension,
to starving for attention,
hating convention, hating pretension
not to mention of course,
hating dear old mom and dad
to riding your bike,
midday past the three-piece suits
to fruits - to no absolutes-
to absolute - to choice-
to the village voice-
to any passing fad
to being an us for once ... instead of a them!!
all
la vie boheme, la vie boheme
mr. grey
ahhemm
maureen
hey mister - she's my sister
waiter
so that's five miso soup, four seaweed salad
three soy burger dinner, two tofu dog platter
and one pasta with meatless balls
roger
eww
collins
it tastes the same
mimi
if you close your eyes
waiter
and thirteen orders of fries
is that it here?
all
wine and beer!
mimi & angel
to hand-crafted beers
made in local breweries
to yoga, to yogurt, to rice and beans and cheese
to leather, to dildos, to curry vindaloo
to huevos rancheros and maya angelou
maureen & collins
emotion, devotion, to causing a commotion
creation, vacation
mark
mucho masturbation
maureen & collins
compassion, to fashion, to passion when it's new
collins
to sontag
angel
to sondheim
four girls
to anything taboo
collins & roger
ginsberg, dylan, cunnigham and cage,
collins
lenny bruce
roger
langston hughes
maureen
to the stage
bohemians
to uta. to buddha. pablo neruda, too.
mark & mimi
why dorothy and toto went over the rainbow
to blow off auntie em
all
la vie boheme
mr. grey
sisters?
maureen & joanne
we're close
angels & collins
brothers!
mark, angel & mimi
bisexuals, trisexuals, homo sapiens,
carcinogens, hallucinogens, men,
pee wee herman
german wine, turpetine, gertrude stein
antoniotti, bertolucci, kurosawa
carmina burana
all
to apathy, to entropy, to empathy, ecstacy
vaclav havel - the sex pistols, 8bc
to no shame - never playing the fame game
collins
in honor of the death of bohemia an impromptu salon
will commence immediately following dinner ...
mimi marquez, clad only in bubble wrap,
will perform her famous lawn chair-handcuff dance
to the sounds of iced tea being stirred.
roger
and mark cohen will preview his new documentary
about his inability to hold an erection
on the high holy days.
mark
and maureen johnson, just
back from her spectacular one-night engagement at the eleventh street lot, will perform native american tribal chants backwards through her vocoder,
while accompanying herself on the electric
cello - which she has never studied.
benny
your new boyfriend doesn't know about us.
mimi
there's nothing to know
benny
don't you think that we should discuss...
mimi
it was three months ago.
benny
he doesn't act like he's with you.
mimi
we're taking it slow.
benny
where is he now?
mimi
he's right... hmm, where'd he go?
mark
and roger will attempt to write a bittersweet, evocative song.
(roger plays a solo)
that doesn't remind us of "musetta's waltz!"
collins
angel dumott schunard will model the latest fall fashions
from paris while accompanying herself on the 10 gallon plastic pickle tub.
angel
and collins will recount his exploits as anarchist -
including the tale of the successful reprogramming of the m.i.t.
virtual reality equipment to self-destruct, as it broadcasts the words:
all
"actual reality - act up - fight aids"
mimi
excuse me - did i do something wrong?
i get invited - then ignored all night long
roger
i've been trying - i'm not lying
no one's perfect. i've got baggage
mimi
life's too short, babe, time is flying
i'm looking for baggage that goes with mine
twitter'da rastladığım 4 fotoğraflık bir öyküyü, ve siz sevgili sözlükçüler için olduğunca çevirdim. sanırım esasen bir tumblr postu, epey de gülümsetti beni.
bir anne, ev arkadaşıyla beraber yaşayan oğlunun evine yemeğe gider. yemek sırasında, anne oğlunun ev arkadaşının ne kadar yakışıklı olduğunu fark etmiştir. oğlunun cinsel yönelimi hakkında şüpheli olan anne, iyi bir anne olarak doğru zaman gelince oğlunun kendisine açıklayacağını düşündüğünü için sesini çıkartmaz. ancak bu durum kendisini daha da meraklandırır. yemeğin devamında anne, oğlu ve ev arkadaşı arasındaki iletişimi, bakışmalarını izlerken dahası olup-olmadığını düşündü. annesinin bakışlarını hisseden oğlu ''aklından geçenleri biliyorum anne ve içini ferah tut, biz sadece ev arkadaşıyız ve dahası yok.'' der. bir hafta sonra, ev arkadaşı diğerine ''anne buraya geldiğinden beri gümüş servis tabağı/tepsi kayboldu, sence o almış olabilir mi?'' der. bunun üzerine oğul ''onun almadığına eminim ama yine de bi sorayım'' der ve mail atar annesine:
''merhaba anne,
sen aldın demiyorum, sen almadın da diyemiyorum ama durum o ki sen bizim eve yemeğe geldiğinden beri gümüş tepsi kayıp.
sevgiler -oğlun. ''
birkaç gün sonra oğul, annesinden yanıt alır:
''sevgili oğlum,
ev arkadaşınla yatıyorsun demiyorum ama ev arkadaşınla yatmıyorsun da demiyorum. seni sevdiğimi biliyorsun ve durum ne olursa olsun ki seni daha az önemsemem ama eğer ev arkadaşın yatağında yatıyor olsaydı gümüş tepsiyi yastığının altında bulurdu.
güzeldi. muazzam değil ama mükemmeldi. bunun en büyük sebebi de konsere gelen kitlenin hakikaten alakasızlığıydı.
gaga'nın o kusursuz sesi, performansı, içtenliği ve bitmek bilmeyen enerjisi ile şov harikaydı; öyle ki set list'in dışına çıkıp you & i söyleyerek mest etti. bir an olsun eğlenip-eğlenmekten durmadı, durdurmadı. sahaiçindeydim, gitmeden önce diyordum ki ''herhalde tıklım tıkış, herkesin tek vücut olduğu bi şey olur'' ama öyle olmadı, çılgınlar gibi dans ettim. hele de bad romance'e sıra gelince kendimi kaybettim. en öndeki aşırı little monster arkadaşlar dışında öyle her şarkıya eşlik edilmediğini duyunca açıkcası benim bile moralim bozuldu, anca paparazzi, alejandro ve bad romance'te biraz tüm kalabalık da eşlik etti. bad romance zaten başlı başına efsaneydi (harajuku olaylarından hoşlanmasam bile), resmen 6 yıl beklediğime değdi diyebilirim.
sadece müzik değil, her ne kadar bir pazarlama stratejisi de olsa gaga gerçekten bir kez daha neden bu kadar benimsendiğini gösterdi. o iran'lı hayranını sahneye çıkartıp hepimizi kıskançlıktan çatlatırken ona sarılması, born this way söylemeleri... hangi şarkıda hatırlamıyorum ama o yaptığı ''farklı olmaktan korkmayın!'' konuşması ve ''bu gece buradaki gaylerin ellerini kaldırmalarını istiyorum, bu dünyada farklı olmak zordur ve ne olursa olsun tanrı sizi seviyor'' diyerek gönlümü bir kez daha fethetti. hani gerçekten, belki çok banal gelicek ama o an orada hissettiğim o kabul edilme, o huzur hissini, o samimiyeti anlatamam."tonight we celebrate acceptance, tolerance, and love" diyerek pride bayrağını daha da yükseğe kaldırmasını söyledi.
ölmeden önce yapılması gerekenler listesinden bir tanesini daha sildik, bir dahakine en önden bilet alıp gaga'yla karşılıklı dans etmek daha harika olur!
ilk başta bekleyenlerdendim, daha doğrusu ikinci sınıf bir romantik komedi tadında onun ''gelip'' beni bulmasını falan bekliyordum. ne bileyim insan az-çok hak ettiğini düşünüyor, kimler kimleri buluyor yani. baktım kimsenin geldiği yok, moralman tam gaz düşüşteyim ufak ufak, kendimce atılımlar yaptım ama değil erkeklere, insanlığa olan inancım sıfırın altına düştü. zaten ölsem ilk adımı atacak ya da birilerine yürüyecek biri değilim, kısa sürede doğru dürüst bir şey yaşamadan ilişkilerden falan her şeyden soğudum. hayır zaten insanlar nereden, nasıl tanışıyor da böyle aşık oluyor falan onu da bilmiyorum, ıskarta mı oldum acaba diye düşünmüyor değilim ara sıra.
birazdan söyleyeceklerim için tahminen (yine) aforoz edileceğim ama çok "renkli" bir sözlük olmamız sebebiyle, konu hakkındaki fikrimi söyleme ihtiyacı duydum buradaki birçok birey gibi.
öncelikle, haftalardır troll diye eleştirdiğiniz yazarlar gibi karşıt demeyeyim ama aynı paydada olmayınca hemen bir şeyin "düşmanlık" diye adlandırılmasını ne bileyim, doğru bulmuyorum. birini kendinize düşman ilan etmeniz için gerçekten bir şeylere kast etmesi ve karşılıklı bir süregelen çekişme, baskı olması gerektiği kanaatindeyim. öyle ki, sözlükteki birçok birey de gayet hdp'yi destekliyor-ki bunda negatif bir şey görmüyorum çünkü herkesin istediği şekilde hareket etme hakkı var, ben kimim ki diğerlerini düzeltme ihtiyacına gireyim daha doğrusu, düzeltme doğru bir kelime değil ama diğerlerine kendi düşüncemi kabul ettirmeye çalışayım? nasıl güzellik göreceli bir kavramsa, iyi-kötü de belirli sınırları olsa da kendi içerisinde yine göreceli bir kavram benim gözümde. sonuçta (sözümona) burası özgür bir ülke, keza bu platform da.
siyasetten hoşlanan birisi değilim çünkü benim için başa kim çıkarsa çıksın aynı güç savaşından, açlık oyunlarından başka bir şey değil. evet, şu anki 12 yıldır süregelen durum gerçekten iyi değil ama keza bundan önce de(çok önce de) öyle belirli bir refah seviyesine ulaşmış bir ülke değildik. neyse, hayatım boyunca ırkçı bir insan olmadım keza kendimi de böyle görmüyorum çünkü ırk, aynı insanın ailesini seçememesi gibi kan yoluyla atanan bir bağdır. bununla ne kadar ilgili olacağınız sizin elinizde (kültürünüzü bilmek vs) olan bir şey. benim nezlimde insan ne olursa olsun insan olsun, karakteri düzgün olsundur.
sırf desteklemediğim için sanılanın aksine hdp'den nefret etmiyorum, ama hoşlandığımı da söyleyemem; bu konuda nötrüm. saygı duyuyorum ama benim değer yargılarıma veyahut doğrularıma oturmuyor, keza diğer hiçbir parti de böyle. böyle düşünmemin de birkaç sebebi var. ilk olarak, ırkın bir insanı saf bir şekilde tanımlayabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. (bilgim dahilinde) eğer osmanlı torunu değilseniz ya da türkmenistan kökenli değilseniz, teknik olarak kimse türk değil. aynı amerika'da italyanı, ispanyolu birçok farklılığın bulunması gibi ülkemizde de kürt,çerkes,macır,boşnak birçok koldan insan var. büyüdüğünüz ülkenin çerçevesinde, türk milletine mensup oluyorsun, ırkına değil-keza amerika'da doğup büyüyen anne-babası türk olan bir türk amerikan olarak adlandırılır mı? bence adlandırılamaz. insanların bu ırkçılık yüzünden dünya'nın her yerinde ne acılar çektiği aşikar, keza ülkemizde de öyle. bunu anlıyorum. benim bu konuda anlamadığım ve anlatamadığım, bir ülke içerisinde, özellikle de ırk ayrımı ile bir ayrıma gidilmesi. birçok devlet, çok uluslu yani a,b,c birçok ırktan insanı barındırıyor. böyle bir oluşumda, herkes kendi kültürü çerçevesinde bir şeyler gerçekleştirmek isterse, o zaman her şeyin çok farklı yönlere gidebileceğini düşünüyorum.
çerkesim, bu kültürle hayli içli dışlı, bilimciyle büyüdüm. benim de annemler yeri gelir evde çerkesce konuşur, paylaşımlar yapılır. benim yaptığım çıkarımla, o zaman haydi çerkes'i de laz'ı da macır'ı da hepimiz bir kendi içimizde içselleşmeye gidelim. türkiye gibi "medeniyetler beşiği" diye anılan ülkede bu kadar farklı insanın olması çok normal bir şey. insanların haklı olarak hakkını arama ihtiyacını anlıyorum ama o zaman iş bir süre sonra yine, daha da beter bir bölünmeye yol açacağı kanaatindeyim. o zaman biz de hakkımızı talep edelim, x'de etsin y'de böyle gider.
yazdıklarım da aksi anlaşabilecek olsa da, gerçekten kendimi turancı, milliyetçi biri olarak görmüyorum. sadece dediğim gibi, türkiye gibi her devlet altında birçok farklı milleti barındırıyor ve bence bu devletin bir kurum olması gereğinden olağan bi yapı.
ikinci olarak, sırf kürt/gay ya da herhangi bir azıklıktasın diye ille de "hdp benim partim hörörörö" dümdüz gitmeni anlamlandıramıyorum. evet, diğer partiler de baktın mı hiçbiri ne benim ne senin tamamen düşüncelerini, ideallerini karşılamıyordur ama zaten işte olay burada ortaya çıkıyor, kendini bir şeye ait hissetme zorunluluğu. evet, vatandaş olarak senin mecliste, ülke yönetiminde söz sahibi olman en doğal hakkın ve kendine-en yakın diyelim-partiyi destekleyerek bunu onlar üzerinden yapıyorsun diyelim, ama gerçekte o adam seni ne kadar temsil ediyor? toplumun geneliyle birlikte senin iraden, senin ideallerin orada ne denli hayata geçiyor? bu zamana kadar hiçbir milletvekilinin toplumun birebir aynası olduğunu göremedim (hatalıysam seve seve öğrenmeye açığım). eğer hdp öncelikli olarak lgbtileri savunsa, gerçekten sözlükteki bu denli yoğunluğu anlayabilir, bizzat destekler ve önlerinde şapkamı çıkartabilirdim ki ancak "halkların, azınlıkların" hakkını savunma adı altında biz yine ikinci, hatta üçüncü plandayız. değil hdp hiçbir parti bence en az önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde(ki kimse bu kadar beklememeli) seni sevdiğin adamla evlendirebilecek, seni anayasada ve hukukta, gerçek hayatta herkesle aynı seviyeye koyacak, öyle erkek arkadaşınla beyaz çitli ev ve 3 çocuk gibi toz pembe hayallerini gerçek kılmayacak. sözde özgürlükler ülkesi amerika'da bile böyle bir kabullenme ortamı yok, avrupa'nın da biraz daha iyi olduğu söylenebilir. o yüzden "hdp'ye oy vermeyen eşcinsel" dışlaması, kötülemesini doğru bulamıyorum.
üçüncü olarak, bunların hepsi bir yana, bir bebek katilini öncü edinen bir oluşumu ben kabul edemem, hayatım boyunca da edebileceğimi sanmıyorum. her ne kadar hakkında çıkan şeylere rağmen demirtaş'ın birçok söylemini, politikacılığını bir yere kadar doğru, beğenilir bulsam da "apo'nun heykelini dikeceğiz"den sonra bende film koptu. evet, barajı geçmelerini, iktidara karşı olmalarını gerçekten takdir ediyorum ama özgürlük kisvesi altında köyleri tarayan, nicelerini katleden, terör örgütünün başıyla ilişik olan bir yapılanmayı ben kabul edemiyorum ne yazık ki. eğer öcalan ile bu bağ olmasa, barış sağlanması yolunda etkisi azalan pkk'ya rağmen hdp'yi gerçekten anlayabilir ve kabul edebilirdim bir yere kadar sözlük. ama edemiyorum. aklıma çocukken o dönen haberler, üst üste kadın cesetleri, kucağında bebeğiyle anne ve duvarda apo, pkk yazıları geliyor. diyeceksiniz ki, kürtler'in canı yanmadı mı? yandı, hem de allah bilir nasıl , hele de şu son birkaç senede, ama cana karşı can alarak özgürlük kazanılmaz, adalet sağlanmaz benim düşüncem. doğru demek bana düşmeyebilir ama en azından makul değil bu olanlar.evet geçmiş geçmişte kaldı, önemli olan geleceğin neler getireceğidir ama benim gözümde geleceği şekillendiren de geçmişteki etkilerin tepkisidir.
eğer bıkmayıp, sonuna kadar okuduysanız ve kendimce bakış açımı bir nebze de olsa anlatabildiysem; düşünceniz ne olursa olsun yine de teşekkürler.
arkadaşlık anlamında, biriyle gerçekten bitmişse hiç tereddüt etmeden sildiğim, benim için önemsiz olan bir konudur, çünkü o resim artık geçmişte kalmıştır ve her bakışta o zamanları hatırlayıp iç çekmek-hatırlamak bana geçmişe takılmak gibi geliyor. hele de o kişi bu durumda suçlu olan ise.
eğer resimde çok iyi çıktığımı düşünüyorsam resmin kendim olan bölümünü kesip ayırma bencilliğini de yapmışlığım vardır...