doğru insanı beklemek başlığına yazacaktım ama malum sözlükçe itirafa bayıldığımızdan buraya iliştireyim, belki benzeri duygu-düşünceleri olanlara daha çok ulaşır dedim. itiraf kısmını okumak istemeyenler direkt videoya geçebilirler.
1,5 yıldır bu işlere (diyelim), hemen hemen 1 yıldır da appleri kullanmaya başladım. öncesinde gerek duyduklarım genel sözlükten okuduklarımdan da olsa, epey önyargılıydım, zira applerin ne için olduğu belli ve büyük çoğunluk haliyle seks amacına uygun kullandığı için tertemiz bir prens gibi fransız kaldım duruma. neyse, gel zaman git zaman birçok insanla konuştum(hatta konuşmamam gerekirken bile konuştum). yalan değil, konunun seks olduğu da oldu, "aa bir tanışalım" dendiği ve havada kaldığı da. şans eseri(!), denk geldi de bir kahve içmeye, düzgün bir "randevuya" çıktıklarım da oldu tek tük, ha tabi ikinci randevu oldu mu derseniz, olmadı. ha hiç mi etkilendiğin olmadı mı derseniz, işte olayın özünün başladığı yer orası.
düzgün bir şekilde bi tanışalım-bakalım diyip de kendini bir tık bile açmayanlardan 1,5 yıl önceki eski sevgilisini unutamayanlara; sürekli kovalanmak için kaçanlardan, sürekli ilgi gösterip buluşmaya gelince eken/kaybolanlardan, zaman öldürmeye, ego tatminine, kıskandırmaya vs amacıyla birileriyle tanışanlara kadar kısa bir sürede hemen hemen görülebilecek birçok tipi gördüm. çok kez bıktım, usandım, çöktüm; zaten bu ülkede kayda değer bir geleceğimiz olmamasının bi yana; gerçekten, ciddi ciddi belki de birilerinin olmayışından ötürü. "belki de birilerine ihtiyacım yok, ben böyle iyiyim" dedim, ara verdim. zamanla "akıllanmış biçimde" döndüm, yöntemimi-düşünce yapımı daha rahat ve genişleterek baktım, yine aynı/benzeri hikaye, farklı yüzler ama ne yazık ki aynı bakışlar/ifade. bir ara (öyle olduğunu düşünmesem bile) "belki de sorun bende, buradakilerle/bu zamanda uyuşamıyorum" dedim. hızımı azalttım, fakat sonuç aynıydı. bunun sonucunda da birkaç gün önce tamamen bu "dating" işlerinden elimi ayağımı çekme kararı aldım.
bu arada belirtmeliyim ki bütün bu süreçte, değil ciddi eh diyebileceğim-kayda değer birisi bile ol(a)madı.
tam da bunun üzerine, aynı günün akşamı yakın bir arkadaşım bi video attı. kişisel gelişim zımbırtılarına (hala da) pek inanmasam da, bu bir yılın sonunda bir kez daha anladığım, aslında hep bildiğim ama görmemezlikten geldiğimi benimsedim. bir bakın derim.
oyunculuğu ve (bildiğim kadarıyla) aktivistliğinin yanı sıra; hermes'in yıllardır gözden düşmeyen, uğruna insanların aylarca, yıllarca sıra beklediği "birkin" çantasının çıkış noktasıdır kendisi. şöyle de bir hikayesi vardır çantanın:
bir paris-londra uçuşunda hermes'in o zamanki üst düzey yöneticisi jane birkin ile yan yana koltuklara denk gelirler. konuşurlarken jane kızımız (tabi o zaman bohemlikten, aktrislikten akıyor) dert yanmaya başlar, işte piyasada aradığım gibi her şeyi içine alan-zevkime göre, omzuna tak-çık bir çanta yok diye. bütün yolculuk boyunca tasarımı hakkında konuşurlar ve hermes 1984'te bunun üzerine "o" ikonik çantayı üretir. fiyatları (materyaline göre) 5-6 sene önce 4.000£-50.000£ olan, o zaman bu zamandır da gözden düşmeyen çanta, çok uzun yıllardır da statü göstergesi haline gelmiştir.
en son birkaç ay önce jane birkin, yılan derisi modellerin yapımındaki hayvan haklarına yönelik ihlallerden ötürü peta aracılığıyla adının çantadan kaldırılmasını talep etmişti.
ayrıca, lars von trier'in demirbaşlarından charlotte gainsbourg'un annesidir kendileri.
başrolünde the office'ten hatırlanabilecek ellie kemper'ın oynadığı 2015 yapımı komedi dizisi.
konusu ise: kimmy, 15 yaşındayken evinin önünden, kıyamet günü geldiği ve artık kimsenin hayatta kalmadığını iddia eden papaz tarafından kaçırılır ve kendisi gibi 3-4 kadınla bir yer altı sığındağında yaşamaya başlar. tabi bu hapsedilen kadınlar, 1800lü yıllardaki gibi bir hayat sürmeye mahkum kalıp dışarıdaki hayattan mahrum kalırlar. 15 sene sonra fbi tarafından kurtulan bu "köstebek kadınlar"dan olan kimmy, kendisini büyük bir pozitiflikle new york'a atar ve olaylar gelişir.
gerek kimmy ve ne kadar kötü olursa olsun durum her şeye pozitif yaklaşımı, gerek kimmy'nin ev arkadaşı titus'ın mükemmelliği ile epey komik, eğlenceli bir yapım. öyle ki, 13 bölümlük netflix yapımı olmasına rağmen hemen 2.sezon onayını almış bulunmakta. bu kadar iyi bir senaryoda herhalde tina fey'in de olmasının etkisi büyük. ayrıca inanılmaz komik, anında insanın beynine kazınan bir açılış müziği bulunmakta, izlenilesi!
sevgililer gününde yaptığı paylaşımı ve dahası, altına "wtf adidas? bu gün kadın ve erkeğe, böyle bi çifte ait bir gün, lezbiyenlere değil!" diye yorum atan kullanıcıya "hayır, bugün sevginin/aşkın günü!" diyerek ağzının payını vermesi ile takdirimi kazandı.
2.sezon fragmanı yayınlandı, görünüşe bakılırsa sonunda elektra ile the punisher da ikinci sezonda yer alacak gibi. tabi bu birinci sezonun ilginç derecede abukluğunu azaltmıyor.
ya senin adın daredevil, cehennemlerden fırlamışsın. sürekli o kadar cool cool ekolu konuşup havada lastik top-sonic gibi dönmeler/taklalar attın, zaten 13 bölümün 13'ünde de kapı gibi dayak yedin, bitchboy oldun gittin. yani bir mr foggy bile senden daha sağlam karakter. onun dışında hikaye örgüsü filme nazaran daha farklı ama kötü değil, sadece öyle dev bir ilişkiler sarmalı yok. true blood'ın jessicası da ayrı bir tatlış olmuş. king pin desen almış başını gitmiş böyle bir oyunculuk, hele de böyle bir detaylar-geçmiş yok, tek kelimeyle harika.
ayrıca daredevil'in meşhur elbisesi diye bildiğimiz takımı da stüdyo her ne kadar görmeyeceğimizi söylese da sanırım 12.bölüm sonu ve 13.bölümde görmeye başladık, sevindirdi. umuyorum ki kendisi 2.sezonda daha az dayak yer.
yeezy'nin 3.sezon tanıtımında modellerini 10 saati 100 dolara ve dahası binbir türlü sınırlama ile çalıştırmasının ortaya çıkması bir yana; taylor swift'le atışmasının ardından da hızını alamamış ki snl performansı öncesinde kendisini picasso ile aynı yaratıcılıkta görmesi, "%50'den fazlam yeteneğim" gibi über egoist söylemleri ile basında yer almakta kendileri birkaç gündür.
jennifer lawrence'a oscar adaylığı getiren, 90ların başında "miracle mop"ı icat eden joy mangano'nun hikayesini anlatan komedi-drama filmi. yönetmen yine silver linings playbook ve american hustle'da da j-law ve bradley cooper'ı bir araya getiren david o. russell.
konusu: joy, çocukluğundan beri bir şeyler yaratan, icat eden bir hanım kızımız. bu kızımız gelecekte çığır açacağını beklerken başarısız bir evlilik, televizyon dizilerini gerçeklik edinmiş annesi ve uçarı babası yüzünden herkesin yükünü altında ezilen hosteslik yaparak geçimini sağlamaktadır. işinden kovulan joy, gel zaman git zaman uyanışını yaşar (kendisine her zaman inanan anneannesinin de gazıyla) ve yeniden günlük hayatta kullanılacak ürünler tasarlamaya başlar. bırakın ticaret hayatını, günlük yaşamında 5 parçaya bölünen joy, insanüstü bir azim ve güç ile karşılaştığı olaylarla baş etmeye çalışır.
filmde kurgulanan kısımlar da bulunsa da büyük bir kısmı joy mangano'nun gerçek hayatını anlatıyor. biraz klişe, amerikan, hatta bazı taraflarca "paspas filmi" olarak geçse de güzel zaman geçirten film.
gerçekten bu kızcağızın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiş, ailesi tam bir insanın hayatının ortasına çöken kara bulutlar silsilesi değilmiş gibi bir de binbir türlü zorlukla yaptığı paspasının başına gelenler. herhalde bu kadar zorluktan sonra daha dibe batamam demiş de joy gemileri yakmış, zira gösterdiği cesaret takdire şayan. bunun meyvesini de joy, günümüzde kullandığımız 100ü aşkın ürünü de icat ederek/patentini alarak dev bir imparatorluk kurmasıyla taçlandırmış. role jennifer lawrence'tan daha iyi birisi de olamazdı herhalde, her anın hakkını veriyor.
" so i want to tell you, don't ever think the world owes you anything because it doesn't. the world doesn't owe you a thing."
7-8 defa izlememe rağmen üzerinden zaman geçse de ukte görünce doldurmak istediğim, benzeri bulunan ama asla hiçbir sahnenin "to me, you are perfect" olmadığı, olmayacağı; bana göre açık ara yılbaşı temalı en güzel film.
kadroda kimler yok ki? colin firth'ten bill nighy'e, liam neeson'dan emma thompson'a, keira knightley'den claudia schiffer'a kadar yelpazesi geniş. (hatırladığım kadarıyla) konusu i love new york, paris je t'aime gibi filmlerden de hatırlanabileceği gibi bir şehirdeki farklı hayatlar yaşayan ama aslında birbirine o kadar da uzak olmayan insanların ilişkiler sarmalı. zaman bir de yılbaşı olunca haliyle sevginin dozu bir tık daha artıyor. hugh grant'in yakışıklı başbakan olarak rol aldığını da söylemeden geçmeyelim.
insanın içini hem ısıtan hem de "vay be aşklara bak dedirterek" acıtabilen hikayeler barındıran, ingiliz romantik-komedisi. yalnız bünyelere, özellikle de yılbaşı-sevgililer günü gibi dönemlerde izlemeyi önermediğimi de eklemek isterim.
rolling stones'un bu zamana kadar birçok dizi-filmde çalınmasıyla da kulak aşinalığı olan enfes parçası. aklımda kalan en son mad men'in birkaç önceki sezon tanıtımlarında dönüyordu.
i see a red door and i want it painted black
no colors anymore, i want them to turn black
i see the girls walk by dressed in their summer clothes
i have to turn my head until my darkness goes
i see a line of cars and they're all painted black
with flowers and my love, both never to come back
i see people turn their heads and quickly look away
like a new born baby it just happens every day
i look inside myself and see my heart is black
i see my red door and i must have it painted black
maybe then i'll fade away and not have to face the facts
it's not easy facing up when your whole world is black
no more will my green sea go turn a deeper blue
i could not foresee this thing happening to you
if i look hard enough into the setting sun
my love will laugh with me before the morning comes
i see a red door and i want it painted black
no colors anymore i want them to turn black
i see the girls walk by dressed in their summer clothes
i have to turn my head until my darkness goes
i want to see your face painted black, black as night, black as coal
don't want to see the sun flying high in the sky
i want to see it painted, painted, painted, painted black, yeah
2 sezonu bir çırpıda izlememden midir bilmem bu bölüm dişimin kovuğuna yetmese de, gelecek bölüm promosu işlerin iyice kızışacağını gösteriyor. hadi bakalım!
ayrıca o ne kadar güzel bir siyahi bebektir, yok böyle bir şey. aklımı kaybediciim. halüsinasyonuna sağlık annalise.
sevgililer günü'nde yalnız olduğunuz için üzülüyorsanız üzülmeyi bırakın, yılın geri kalan 364 gününde de yalnız olduğunuz gerçeğini aklınızda bulundurun.
avustralyalı trans birey henry ailesine, facebook/iş arkadaşlarına, kısacası tanıdığı herkese eğlenceli ve ufaktan da öğretici öğeler içeren bir video ile bu süreci aradan çıkartmış. kendi deyimiyle "eğer gülebiliyorsanız bu çok büyük bir mesele değil.".
başrolünde the office'ten hatırlanabilecek ellie kemper'ın oynadığı 2015 yapımı komedi dizisi.
konusu ise: kimmy, 15 yaşındayken evinin önünden, kıyamet günü geldiği ve artık kimsenin hayatta kalmadığını iddia eden papaz tarafından kaçırılır ve kendisi gibi 3-4 kadınla bir yer altı sığındağında yaşamaya başlar. tabi bu hapsedilen kadınlar, 1800lü yıllardaki gibi bir hayat sürmeye mahkum kalıp dışarıdaki hayattan mahrum kalırlar. 15 sene sonra fbi tarafından kurtulan bu "köstebek kadınlar"dan olan kimmy, kendisini büyük bir pozitiflikle new york'a atar ve olaylar gelişir.
gerek kimmy ve ne kadar kötü olursa olsun durum her şeye pozitif yaklaşımı, gerek kimmy'nin ev arkadaşı titus'ın mükemmelliği ile epey komik, eğlenceli bir yapım. öyle ki, 13 bölümlük netflix yapımı olmasına rağmen hemen 2.sezon onayını almış bulunmakta. bu kadar iyi bir senaryoda herhalde tina fey'in de olmasının etkisi büyük. ayrıca inanılmaz komik, anında insanın beynine kazınan bir açılış müziği bulunmakta, izlenilesi!
julianne moore'a kazandığı oscar'ı sonuna kadar hak ettiğini gösteren, enfes bir drama. alice (moore), columbia üniversitesinde dil bilimi üzerine uzmanlaşmış, bu konuda kaynak sayılan bir kitap yazmış profesördür. bir gün üniversite kampüsünde koşarken kaybolduğunu hisseder. bunun ve birkaç şeyin üzerine doktora giden alice'e erken alzheimer teşhisi konur ve devamında alice ve ailesinin yaşadıklarına tanık oluruz filmde.
julianne moore'u her filminde ayrı bir sevsem de, hep the hours'taki rolünün yeri bende ayrıydı ta ki alice'e kadar. julianne moore'un o güzelliği, hikayenin de epey iyi olmasıyla film boyunca ilginç bir etki doğuruyor insanda-ki alice pek de öyle süslü püslü bir kadın değilken. dahası, linguistik yani hayatı konuşmak üzere olan bir kadının anılarını unutması(alice kendisini anıları ile ifade ediyor) dahası filmin sonunda neredeyse konuşmayı bile unuttuğunu görüyoruz, epey sert bir yerden vuruyor insanı. ayrıca film boyunca alice'in annesi ve kardeşini içeren o anısından izlenen kesitler filmin sonunda beyaz bir ekran ile sonlanarak aslında alice'in film boyunca hep tutuntuğu o anısını da artık unuttuğunu göstererek bir kez daha üzüyor.
ve tabiki o alzheimer derneği'ndeki konuşması, her şeye bedel.
sokak ortasında esneme-gerilme yaparken görülmüş kendisi. hayatımda böyle güzel bir esneme hareketi görmedim, pilates lastiğin ebru şallı'n olayım chris!!!
rome, thor, book of eli gibi birçok yapımda rol alan, gözüme ise dexter'daki duygusal ama belli etmeyen, gay mafya babası isaak sirko olarak giren 64 doğumlu irlanda asıllı ingiliz aktör.
kendisi dünyadaki en üzgün ama bir o kadar da güzel bakışlara sahip beylerden. buna bir de ingiliz aksanını ekleyince kendisi daha da bir çekici hale geliyor. biz türkler'in ''karizma'' dediğimiz şeyin sözlük karşılığı kendisi.
twitter'da rastladığım 4 fotoğraflık bir öyküyü, ve siz sevgili sözlükçüler için olduğunca çevirdim. sanırım esasen bir tumblr postu, epey de gülümsetti beni.
bir anne, ev arkadaşıyla beraber yaşayan oğlunun evine yemeğe gider. yemek sırasında, anne oğlunun ev arkadaşının ne kadar yakışıklı olduğunu fark etmiştir. oğlunun cinsel yönelimi hakkında şüpheli olan anne, iyi bir anne olarak doğru zaman gelince oğlunun kendisine açıklayacağını düşündüğünü için sesini çıkartmaz. ancak bu durum kendisini daha da meraklandırır. yemeğin devamında anne, oğlu ve ev arkadaşı arasındaki iletişimi, bakışmalarını izlerken dahası olup-olmadığını düşündü. annesinin bakışlarını hisseden oğlu ''aklından geçenleri biliyorum anne ve içini ferah tut, biz sadece ev arkadaşıyız ve dahası yok.'' der. bir hafta sonra, ev arkadaşı diğerine ''anne buraya geldiğinden beri gümüş servis tabağı/tepsi kayboldu, sence o almış olabilir mi?'' der. bunun üzerine oğul ''onun almadığına eminim ama yine de bi sorayım'' der ve mail atar annesine:
''merhaba anne,
sen aldın demiyorum, sen almadın da diyemiyorum ama durum o ki sen bizim eve yemeğe geldiğinden beri gümüş tepsi kayıp.
sevgiler -oğlun. ''
birkaç gün sonra oğul, annesinden yanıt alır:
''sevgili oğlum,
ev arkadaşınla yatıyorsun demiyorum ama ev arkadaşınla yatmıyorsun da demiyorum. seni sevdiğimi biliyorsun ve durum ne olursa olsun ki seni daha az önemsemem ama eğer ev arkadaşın yatağında yatıyor olsaydı gümüş tepsiyi yastığının altında bulurdu.
güzeldi. muazzam değil ama mükemmeldi. bunun en büyük sebebi de konsere gelen kitlenin hakikaten alakasızlığıydı.
gaga'nın o kusursuz sesi, performansı, içtenliği ve bitmek bilmeyen enerjisi ile şov harikaydı; öyle ki set list'in dışına çıkıp you & i söyleyerek mest etti. bir an olsun eğlenip-eğlenmekten durmadı, durdurmadı. sahaiçindeydim, gitmeden önce diyordum ki ''herhalde tıklım tıkış, herkesin tek vücut olduğu bi şey olur'' ama öyle olmadı, çılgınlar gibi dans ettim. hele de bad romance'e sıra gelince kendimi kaybettim. en öndeki aşırı little monster arkadaşlar dışında öyle her şarkıya eşlik edilmediğini duyunca açıkcası benim bile moralim bozuldu, anca paparazzi, alejandro ve bad romance'te biraz tüm kalabalık da eşlik etti. bad romance zaten başlı başına efsaneydi (harajuku olaylarından hoşlanmasam bile), resmen 6 yıl beklediğime değdi diyebilirim.
sadece müzik değil, her ne kadar bir pazarlama stratejisi de olsa gaga gerçekten bir kez daha neden bu kadar benimsendiğini gösterdi. o iran'lı hayranını sahneye çıkartıp hepimizi kıskançlıktan çatlatırken ona sarılması, born this way söylemeleri... hangi şarkıda hatırlamıyorum ama o yaptığı ''farklı olmaktan korkmayın!'' konuşması ve ''bu gece buradaki gaylerin ellerini kaldırmalarını istiyorum, bu dünyada farklı olmak zordur ve ne olursa olsun tanrı sizi seviyor'' diyerek gönlümü bir kez daha fethetti. hani gerçekten, belki çok banal gelicek ama o an orada hissettiğim o kabul edilme, o huzur hissini, o samimiyeti anlatamam."tonight we celebrate acceptance, tolerance, and love" diyerek pride bayrağını daha da yükseğe kaldırmasını söyledi.
ölmeden önce yapılması gerekenler listesinden bir tanesini daha sildik, bir dahakine en önden bilet alıp gaga'yla karşılıklı dans etmek daha harika olur!
ilk başta bekleyenlerdendim, daha doğrusu ikinci sınıf bir romantik komedi tadında onun ''gelip'' beni bulmasını falan bekliyordum. ne bileyim insan az-çok hak ettiğini düşünüyor, kimler kimleri buluyor yani. baktım kimsenin geldiği yok, moralman tam gaz düşüşteyim ufak ufak, kendimce atılımlar yaptım ama değil erkeklere, insanlığa olan inancım sıfırın altına düştü. zaten ölsem ilk adımı atacak ya da birilerine yürüyecek biri değilim, kısa sürede doğru dürüst bir şey yaşamadan ilişkilerden falan her şeyden soğudum. hayır zaten insanlar nereden, nasıl tanışıyor da böyle aşık oluyor falan onu da bilmiyorum, ıskarta mı oldum acaba diye düşünmüyor değilim ara sıra.
birazdan söyleyeceklerim için tahminen (yine) aforoz edileceğim ama çok "renkli" bir sözlük olmamız sebebiyle, konu hakkındaki fikrimi söyleme ihtiyacı duydum buradaki birçok birey gibi.
öncelikle, haftalardır troll diye eleştirdiğiniz yazarlar gibi karşıt demeyeyim ama aynı paydada olmayınca hemen bir şeyin "düşmanlık" diye adlandırılmasını ne bileyim, doğru bulmuyorum. birini kendinize düşman ilan etmeniz için gerçekten bir şeylere kast etmesi ve karşılıklı bir süregelen çekişme, baskı olması gerektiği kanaatindeyim. öyle ki, sözlükteki birçok birey de gayet hdp'yi destekliyor-ki bunda negatif bir şey görmüyorum çünkü herkesin istediği şekilde hareket etme hakkı var, ben kimim ki diğerlerini düzeltme ihtiyacına gireyim daha doğrusu, düzeltme doğru bir kelime değil ama diğerlerine kendi düşüncemi kabul ettirmeye çalışayım? nasıl güzellik göreceli bir kavramsa, iyi-kötü de belirli sınırları olsa da kendi içerisinde yine göreceli bir kavram benim gözümde. sonuçta (sözümona) burası özgür bir ülke, keza bu platform da.
siyasetten hoşlanan birisi değilim çünkü benim için başa kim çıkarsa çıksın aynı güç savaşından, açlık oyunlarından başka bir şey değil. evet, şu anki 12 yıldır süregelen durum gerçekten iyi değil ama keza bundan önce de(çok önce de) öyle belirli bir refah seviyesine ulaşmış bir ülke değildik. neyse, hayatım boyunca ırkçı bir insan olmadım keza kendimi de böyle görmüyorum çünkü ırk, aynı insanın ailesini seçememesi gibi kan yoluyla atanan bir bağdır. bununla ne kadar ilgili olacağınız sizin elinizde (kültürünüzü bilmek vs) olan bir şey. benim nezlimde insan ne olursa olsun insan olsun, karakteri düzgün olsundur.
sırf desteklemediğim için sanılanın aksine hdp'den nefret etmiyorum, ama hoşlandığımı da söyleyemem; bu konuda nötrüm. saygı duyuyorum ama benim değer yargılarıma veyahut doğrularıma oturmuyor, keza diğer hiçbir parti de böyle. böyle düşünmemin de birkaç sebebi var. ilk olarak, ırkın bir insanı saf bir şekilde tanımlayabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. (bilgim dahilinde) eğer osmanlı torunu değilseniz ya da türkmenistan kökenli değilseniz, teknik olarak kimse türk değil. aynı amerika'da italyanı, ispanyolu birçok farklılığın bulunması gibi ülkemizde de kürt,çerkes,macır,boşnak birçok koldan insan var. büyüdüğünüz ülkenin çerçevesinde, türk milletine mensup oluyorsun, ırkına değil-keza amerika'da doğup büyüyen anne-babası türk olan bir türk amerikan olarak adlandırılır mı? bence adlandırılamaz. insanların bu ırkçılık yüzünden dünya'nın her yerinde ne acılar çektiği aşikar, keza ülkemizde de öyle. bunu anlıyorum. benim bu konuda anlamadığım ve anlatamadığım, bir ülke içerisinde, özellikle de ırk ayrımı ile bir ayrıma gidilmesi. birçok devlet, çok uluslu yani a,b,c birçok ırktan insanı barındırıyor. böyle bir oluşumda, herkes kendi kültürü çerçevesinde bir şeyler gerçekleştirmek isterse, o zaman her şeyin çok farklı yönlere gidebileceğini düşünüyorum.
çerkesim, bu kültürle hayli içli dışlı, bilimciyle büyüdüm. benim de annemler yeri gelir evde çerkesce konuşur, paylaşımlar yapılır. benim yaptığım çıkarımla, o zaman haydi çerkes'i de laz'ı da macır'ı da hepimiz bir kendi içimizde içselleşmeye gidelim. türkiye gibi "medeniyetler beşiği" diye anılan ülkede bu kadar farklı insanın olması çok normal bir şey. insanların haklı olarak hakkını arama ihtiyacını anlıyorum ama o zaman iş bir süre sonra yine, daha da beter bir bölünmeye yol açacağı kanaatindeyim. o zaman biz de hakkımızı talep edelim, x'de etsin y'de böyle gider.
yazdıklarım da aksi anlaşabilecek olsa da, gerçekten kendimi turancı, milliyetçi biri olarak görmüyorum. sadece dediğim gibi, türkiye gibi her devlet altında birçok farklı milleti barındırıyor ve bence bu devletin bir kurum olması gereğinden olağan bi yapı.
ikinci olarak, sırf kürt/gay ya da herhangi bir azıklıktasın diye ille de "hdp benim partim hörörörö" dümdüz gitmeni anlamlandıramıyorum. evet, diğer partiler de baktın mı hiçbiri ne benim ne senin tamamen düşüncelerini, ideallerini karşılamıyordur ama zaten işte olay burada ortaya çıkıyor, kendini bir şeye ait hissetme zorunluluğu. evet, vatandaş olarak senin mecliste, ülke yönetiminde söz sahibi olman en doğal hakkın ve kendine-en yakın diyelim-partiyi destekleyerek bunu onlar üzerinden yapıyorsun diyelim, ama gerçekte o adam seni ne kadar temsil ediyor? toplumun geneliyle birlikte senin iraden, senin ideallerin orada ne denli hayata geçiyor? bu zamana kadar hiçbir milletvekilinin toplumun birebir aynası olduğunu göremedim (hatalıysam seve seve öğrenmeye açığım). eğer hdp öncelikli olarak lgbtileri savunsa, gerçekten sözlükteki bu denli yoğunluğu anlayabilir, bizzat destekler ve önlerinde şapkamı çıkartabilirdim ki ancak "halkların, azınlıkların" hakkını savunma adı altında biz yine ikinci, hatta üçüncü plandayız. değil hdp hiçbir parti bence en az önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde(ki kimse bu kadar beklememeli) seni sevdiğin adamla evlendirebilecek, seni anayasada ve hukukta, gerçek hayatta herkesle aynı seviyeye koyacak, öyle erkek arkadaşınla beyaz çitli ev ve 3 çocuk gibi toz pembe hayallerini gerçek kılmayacak. sözde özgürlükler ülkesi amerika'da bile böyle bir kabullenme ortamı yok, avrupa'nın da biraz daha iyi olduğu söylenebilir. o yüzden "hdp'ye oy vermeyen eşcinsel" dışlaması, kötülemesini doğru bulamıyorum.
üçüncü olarak, bunların hepsi bir yana, bir bebek katilini öncü edinen bir oluşumu ben kabul edemem, hayatım boyunca da edebileceğimi sanmıyorum. her ne kadar hakkında çıkan şeylere rağmen demirtaş'ın birçok söylemini, politikacılığını bir yere kadar doğru, beğenilir bulsam da "apo'nun heykelini dikeceğiz"den sonra bende film koptu. evet, barajı geçmelerini, iktidara karşı olmalarını gerçekten takdir ediyorum ama özgürlük kisvesi altında köyleri tarayan, nicelerini katleden, terör örgütünün başıyla ilişik olan bir yapılanmayı ben kabul edemiyorum ne yazık ki. eğer öcalan ile bu bağ olmasa, barış sağlanması yolunda etkisi azalan pkk'ya rağmen hdp'yi gerçekten anlayabilir ve kabul edebilirdim bir yere kadar sözlük. ama edemiyorum. aklıma çocukken o dönen haberler, üst üste kadın cesetleri, kucağında bebeğiyle anne ve duvarda apo, pkk yazıları geliyor. diyeceksiniz ki, kürtler'in canı yanmadı mı? yandı, hem de allah bilir nasıl , hele de şu son birkaç senede, ama cana karşı can alarak özgürlük kazanılmaz, adalet sağlanmaz benim düşüncem. doğru demek bana düşmeyebilir ama en azından makul değil bu olanlar.evet geçmiş geçmişte kaldı, önemli olan geleceğin neler getireceğidir ama benim gözümde geleceği şekillendiren de geçmişteki etkilerin tepkisidir.
eğer bıkmayıp, sonuna kadar okuduysanız ve kendimce bakış açımı bir nebze de olsa anlatabildiysem; düşünceniz ne olursa olsun yine de teşekkürler.
arkadaşlık anlamında, biriyle gerçekten bitmişse hiç tereddüt etmeden sildiğim, benim için önemsiz olan bir konudur, çünkü o resim artık geçmişte kalmıştır ve her bakışta o zamanları hatırlayıp iç çekmek-hatırlamak bana geçmişe takılmak gibi geliyor. hele de o kişi bu durumda suçlu olan ise.
eğer resimde çok iyi çıktığımı düşünüyorsam resmin kendim olan bölümünü kesip ayırma bencilliğini de yapmışlığım vardır...
göbeğine rağmen iyi gözükmek için elinden geleni yapan erkektir. kendi beden ölçüsüne göre olduktan sonra slim fit ile olduğundan bir nebze de olsa zayıf gözükebilir kişi(ki 120 kiloyu görmüş ve o zaman bile slim fit giyebilen bir kişi olarak söylüyorum). çiroz ve skinny gömlek içindeki dar gömlek beylerden olmaktansa, en kötü senaryo azıcık göbeğiniz belli olsun daha iyi!
yaşadığım onca başarısız date sonrası geçen sene bu zamanlar son çare ''bi de burayı deneyeyim'' derken pek de bir şey yaşamayıp; son 3 ayda beni allak bullak eden arkadaşla tanıştığım mecra olmasından da yeri bende ayrı. canımsın tinder. her açtığımda '' it's going down, i'm yelling tindeeeeeer'' diye bağırasım geliyor bir ke$ha'ymışcasına. kendimi ne zannediyorsam.
bu arada algoritmasında mı neyindeyse bi sorun olduğunu düşünüyorum zira %100 masc, saglamtip, gaybro bir errrkek olmama rağmen karşıma bazen kadınlar, hetero hetero abiler falan çıkıyor bir kendimi sorgulamama neden oluyor. gereğinin yapılmasını rica ediyorum yetkililerden.