the portrait of steven meisel

Durum: 251 - 0 - 0 - 0 - 12.05.2013 23:46

Puan: 4294 - Sözlük Kezbanı

14 yıl önce kayıt oldu. 3.Nesil Yazar.

Henüz bio girmemiş.
  • /
  • 13

ayı sözlük yazarlarının seviştikleri en ilginç mekanlar

özel bir öğrenci yurdu, okumadıgım bir üniversitenin sınıfı, yine başka bir okulun şenliklerinde okulun arka tarafı, bir cafe. buradan üniversitede okula uğramadığım da çıkarılabilir zaten.

ayı sözlük yazarlarının gün ışığına çıkmayı bekleyen fantezileri

deist

agnostik ile arasında gelip gittiğim inanç türüm.. gelip gidiyorum diyorum, ama bu olay şöyle oluyor; küçücük bir şüphe senelerce içinizde kalıyor, daha sonra pat diye patlak veriyor, artık dinlere inanamıyorsunuz, kopamam dediğiniz şeye belki de o şüphe hazırlıyor sizi senelerce, daha sonra ateizm agnostiklik ve deistlik arasında kalıyorsunuz. sonra ateizmde eleniyor* böyle tanımsız 2 kavramlı bir şey cıkıyor. sonra kavramların ne kadar cok olurlarsa olsunlar yetersiz ve gereksiz olduguna inanıyorsunuz. filan. *

ayı sözlük yazarlarının sevişirken yapılmasını tavsiye etmedikleri hareketler

kafayı aşağıya* ittirme hareketi. ne acelen var hemşerim?

azis

tam kadınlığa çok yaklaştığı anda erkekliğe geri dönmüş şarkıcı. azisin bu tarz oyunları ve cinsiyet kavramını hiçe saymasını seviyorum; istediğinde şişman bir kadın istediğinde bir lubunya istediğinde r&b tarzında bir erkek* olabiliyor. müziğine gelemiyorum zaten bütün yaz izmir semalarında dinleye dinleye bokunu çıkardık. 4-5 ay önce de bursaya konsere gelmişti, bursayı seçmesinin sebebi bulgar göçmenlerinin bursa da ağırlıklı olarak bulunmasıymış.

ayı sözlük yazarlarının kot bedeni

tek yön

en sevdiğim özelliği avamlıgı. paçozluk önemli bir şeydir, armani çantasıyla heykel misali bebek sokaklarında coolluktan ölen gay camiasının bir türlü kabul etmek istemediği, bastırdıgı aşagılık kompleksini dile getirir, içlerinde patlatır tekyön. her sosyal statüden, eğitimden, ekonomik sınıf, ot boktan olan o kıcından kıl aldırmayan bazı gayler condom şarkısında çılgınlarcasına dansetmemek için kendilerini zor tutarlar. onların sırf bu halini görmek için bile gidilmesi sarttır. en sevdiğim özelliği ise 2. yerinden hatırladıgım kadarıyla üst katta uzun bir koltuk vardı ve o 4 metrelik koltukta; bir yaslı amca bir acayip saçlı cocuk bir indie cocuk bir o cocuk bir bu cocuk olmak üzere kabaca tarif edersek toplumun her kesiminden 4 çift deliler gibi öpüşüyordu. zaten o görüntüyü gördükten sonra daha da baska bir bara gitmeme gerek kalmadı. rahatım ulan bir defa, öyle kasılmalar yukardan bakıslar filan da yok, yerse yap bakalım, komik duruma düşersin.**

birden fazla indirilen aynı porno

çok şey çıkarılabilecek başlık.

olasılıklar veya hepsi olarak su şekilde sıralayalım:
1- hayvan gibi bir porno arşiviniz var, hatırlamıyor veya bulamıyorsunuz.
2- o kadar uzun süredir porno bağımlısısınız ki, çok çok farklı tür indirmenize rağmen yine de doyamamışsınız bu pornoya, o an gördünüz ve kim bulacak yeniden.
3- ne istediğinizi nasıl istediğinizi biliyorsunuz ve arada eskileri hatırlamak risksiz ve keyifli bir durum.
4- bu durumun farkına varana kadar 3-4 defa indirmişsiniz; o gözü dönmüşlükle ve takıntıyla, isteyerek veya istemeyerek.

sarıkız

bir soda markası. ama bana sarısın kezban gayleri anımsatıyor nedense.

sevgilisinden yeni ayrılanlara tavsiyeler

- öncelikle siz ayrılmadan kısa süre önce veya karşı tarafın yavaş yavaş uzaklaşacağını anladığınız o anda, ilk yapmanız gereken bütün taşları etekten aşağıya atıverin ne olur? artısı eksisi neler? karşılıklı ayrılığın olacağını tahmin ettiğiniz güne kadar bunu olduğu gibi kabul edin, eski fotoğraflarınıza bakın ağlayın, acıklı filmler seyredin, sonra için* daha da acıklı filmler seyredin.
ağlayın sarhoş olun yataktan çıkmayın ama bu duyguyu son noktasına kadar yaşamaya çalışın.

- geldik 2. aşamaya. ergen değilseniz veya bir piç kurusu ile çıkmadıysanız büyük ihtimal yüz yüze görüşün, ne de olsa o kadar yıl birbirinize hayat arkadaşlığı yaptınız. "senin de mutlu olmanı isterim" demeyin veya bunu söylemesine izin vermeyin. en nefret edilen cümledir. ileride görüşmek istediğiniz kadar yakın olduğu için hangi taraf olursanız olun laf sokmayın, sokulan lafları olgunlukla karşılayın, kendinizi ve onu affedin.

- bir süre görüşmemek 2 insan için en iyisi, ama facebooktan silmeyin,* silerse de;
1-zaten çok karaktersizdir hemen başka yataklarda yerinizi ayarlayın.
2-halen seviyordur anlayış gösterin.

-facebook profilinizi single yapmayın, gizleyin. ayrıldıktan sonra single yapmak kadar loser bir davranış biçimi yoktur.
1-eğer karşı taraf aynı şeyi yapıyorsa lale belkıs'ın kurduğu cümleyi aynı ses tonunda kurun: "kocamın kurtulamadığı aşağılık kompleksi, layığını buldu sonunda...!" yine bir lale belkıs kahkahası atın hayata iyi gelecektir. zira ayrıldıktan sonra bu kadar yeni gelin azgınlığında davranıyorsa zaten ucuz bir erkek figüründen öteye gidemiyordur, şükredin.

-bu çetrefilli kısa süre geçtikten sonra arada sırada mesaj atın komik video yollayın* arayın bilmediğiniz bir şeyi sorun. zaman verin, 1-2 ayda bir kahve için buluşun ve sevgilisi olup olmadığını sormayın;
1-eğer sevgili yapmışsa ve söylerse sevindiğinizi belirtin ama adını otunu bokunu filanını sormayın, gerek yok. tünelin ucu boka çıkıyor. ha illa yeni sevgilisini ballandıra ballandıra arap yarrağı gibi anlatmaya devam ediyorsa facebook'tan silmeniz bile bu kadar karaktersiz bir insanla geçirdiğiniz yıllarınızı geri getirmeyecektir, telefonunuzu dahi değiştirin.
2-eğer sevgilisi varsa veya bir şekilde öğrendiniz o söyledi vesaire ama daha fazla bir şey anlatmıyor; meraklanmayın halen size karşı saygısı var, hassas ve sizi düşünüp kırılmanızı istemiyordur. adam gibi adamdır içiniz kan ağlasa da geçecektir, hediye filan alın.

tabi öncelikle aldığı kitapları demir bir kovanın içerisinde yakıp sadece en çirkin fotoğrafları dışında bütün fotoğraflarını da silmeyi unutmayın. siz hoş bir insansınız ve hayatınızın o dönemi için o süperdi ama bitti. götünüzü de yırtsanız bitecekti zaten kandırmayın kendinizi. hem sürekli pirinç pilavı yemekten hoşlandığınızı söylemeyin. papazların bile türlü yediği bir dünyada pilava doyduğunuz için şükredin ve başka dünya mutfaklarına açık olun.

afiyet olsun.

dipnot: ha bu yemek seremonisini eski sevgilinizin gözü önünde yapmayın amma velakin o yapıyor yine de hazmedemiyorsa, kendisine köşedeki bakkaldan limonlu sarıkız sodasından alın, işe yarayacaktır.

samantha jones

90ların sonlarıydı, yeni yeni farkına varma süreci pek tabi, iç anadoluda toplumun %98inin ahlak ve din kurallarıyla çalkalandıgı bir çevrede, kendinizi onun üstünden sorguladıgınız kadın. samantha jones u herkes seks yaptıgı için sever ama bir grup insan samanthayı, kendini sevdiği için kendine dürüst oldugu için ve kendi ahlak anlayısını yasayıp, en önemlisi tabuları yıktıgı için sever.

the piano teacher

orijinali "la pianiste" ismiyle gecen michael haneke filmidir.

--- spoiler---
ket vurulan bazı eylemlerin ne denli içeride patladıgını isabelle huppert in klitorisine attıgı küçücük bir jilet kesiğinden, arabada sevişen çiftin sesleri eşliğinde, arabaının yanına idrarını yaparken aldıgı acı/zevkten aslında kavrayabiliriz. porno dergi alan öğrencilerini azarlarken bile aslında kendi fantezilerini dısa vurur. artık geri dönüş yoktur, idinin, annesi tarafından yerlestirilen superegosunun agzına sıcmasına az kalmıstır. filmden aklımda kalan, görsel acıdan en güzel sahne opera binasındaki gösterişsiz ama stil sahibi ipek gömleği ve uzun eteğiyle yürüken birden cantasından çıkardıgı bıcagı gögsüne saplayıp, camekanlarla kaplı super kapıdan çıkıp öylece yürümesidir.
--- spoiler ---


bu filmle alakalı asıl isteğim, slavoj zizek'in " the pervert's guide to cinema" filminde, "gerceklik ve fantezi" acısından cok az ele alınmıstır ama yetmemiştir, daha uzun ve detaylı bir şekilde okunmasının yapılmasıdır.

bağımlılık yaratan şeyler

sanat, porno, bira, sigara, seks, diet kola.

eşcinselliğini yaşamaya yeni başlayanlar için tavsiyeler

öncelikle hayırlı olsun, artık komple kabul edip, tıraş köpüğünü ortak kullanabileceğiniz bir sevgili istediğinize ikna oldunuz*.

birinci kural ve ömür boyu başarı ödüllü kural olan: korunun.

ikinci kural, yaşınızın küçük olduğunu varsayarak ilerde superegonuz izin vermeyeceği için yatabileceklerinizi ve bütün rezil aşk ilişkilerinizi 3 seneye yayın, dolu dolu sevişin günübirlik veya aylık aşık olun ve bitirin, ilişkiniz 3 ayı geçmesin. daha sonra zaten uzuuunn uzuuun ilişkileriniz olacak.

son kural ise herkese karşı dürüst olun, en başta kendinize karşı, birini ego tatmini için oyalamayın, isteklerinizi açık bir şekilde belirtin, kendinizi tanıyın

fairuz

her ne kadar lübnan iç şavasından önce güle oynaya müzikallerini görsek de, daha sonrasında hiç gülerken göremeyiz bu kadını, gülmemesi özelliğidir, sadece bir konserinde binlerce hayranı sarkıyı söyleyince yarım dudak tebessüm etmiştir*. beyrut gibidir, o kadar olay geçmiş ve halen ayaktadır.
orta dogunun ümmü gülsümden sonra ünlenen en büyük divasıdır. hatta suriyelilerin sabahları fairuz dinlemesinin alışkanlık oldugu söylenir. 20 yıl sonra, 2008 yılında suriye - lübnan arası gergin ilişkilere rağmen suriye sınırını geçince 7000 hayranı tarafından çığlıklarla karsılanmıştır.

ölmeden konserine gitmek istediğim bir kaç kişiden biridir.

ayı sözlük yazarlarının şu an dinlediği şarkılar

tadıldığına pişman eden şeyler

evlilik eşitliği

acıkcası kararsız kaldıgım konu. temel hak hürriyetler ve eşitlik bakımından gerekli oldugunu düşünüyorum. amma velakin birilerine eşitliğimizi kanıtlamak için neden başka bir yöntem bulamadık?! evlilik dinler tarafından olusturulan toplumsal bir birliktelik çeşidi ise, ne gerek vardı biz de yapabiliyoruz kısmını evlilikle açıklamaya... neden kendimize özgü değişik bir birliktelik yöntemi geliştiremedik. zaten ilişkiler bile yeri geldiği vakit insanı tavada eriten bir olguyken* evlilik ölüm olurdu herhalde benim için.

michael haneke

şöyle bir röportajı bulunmakta. * *

"haneke : “hepimiz yanlış bir bilinçle yaşıyoruz”

amour filminin otobiyografik bir deneyimden doğduğunu biliyoruz. bu filmde sizin yaşantınızdan ne olduğunu biraz açıklayabilir misiniz?

hayran olduğum yaşlı bir kadının yanında büyüdüm, beni yetiştiren de odur. 80 yaşında kansere yakalandı ve bu dayanılmaz bir durumdu, çünkü sevdiğiniz bir insanın acı çektiğini görüyorsunuz ve daha kötüsü elinizden hiç bir şey gelmiyor. hayatımda daha önce hiç o kadar büyük bir acı çekmemiştim. bunun gibi anlarda her şeye büyük bir öfke duymaya başlıyor insan. sonunda iyileşti gerçi ama 93 yaşında intihar etmek istedi. onu baygın bir halde buldum. hemen yardım çağırdım ve hastanede kendisine geldiğinde, bana “bunu neden yaptın?” diye sordu. bana kızmıştı. 2 yıl sonra, ben bir festivaldeyken, tekrar intiharı denedi ve o zaman vefat etti. tahmin edebileceğiniz gibi o an bunu bir senaryoya dönüştürme gibi bir arzum yokru, ne var ki bir gün, aradan yıllar geçtikten sonra, bir fikir gelir, tam bir fikir değil de daha çok ifade etmek istediğiniz bir duygu…

sanki bir filminizde kendinizi bu kadar açık yüreklilikle ilk kez ortaya koyuyormuşsunuz gibi geliyor. ne dersiniz?

filmlerim, her zaman beni sinirlendiren, hatta öfkeden çıldırtan şeylerden doğar. ancak, daha doğru ifade etmek gerekirse, şimdiye kadar yazıp yönettiğim bütün filmler, tam anlamıyla anlamadığım bir şeylerden yola çıktı. örneğin, beyaz bant, sarışın çocuklardan oluşan bir koro üzerine bir film yapma arzusundan doğdu. bu fikre nerden kapıldığımı da bilmiyordum. zamanla, fikirler ve olaylar kafamda birikmeye başladı, hikaye zenginleşti ve yavaş yavaş stendhal’in aşk üzerine bir denemesinde de söylediği gibi, bir anlamda kristalleşme fenomeni dediğimiz şey ortaya çıktı ve her bir parça, bütündeki yerini bularak anlam kazanmaya başladı.

bu senaryoda sizi en çok zorlayan şey neydi?

benim için, böyle bir senaryo karşısında iki büyük tehlike söz konusuydu : duygusallık ve acıma. bu denli ciddi bir meseleyi eğer yanlış bir tarafa çekerseniz, bu denli önemli ve evrensel bir konuda çuvallarsınız.

buradaki sınır çizgisi oldukça ince, çünkü ne de olsa duygu ve hislerin önemli yer edindiği bir mevzu…

ancak duygusallık, tamamen farklı bir şey, duygusallık aslında sahip olmadığınız bir hassasiyetin varmış gibi yapılması demek. kitsch gibi, yani yanlış bir çıkarım. sonuçta her şey ölçülü olmaya bağlı. duygusal olmanız bazı şeylere karşı hassas olduğunuz anlamına gelmiyor, bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir !

bu her şeyin söylendiği yahut açıkça gösterilmek istendiği bir film mi?

umarım öyle değildir, her şeyin söylendiği bir film ölüdür. olabilecek en güçlü şekilde sorular sormalıyız, ancak yanıtlar vermeye çalışmak yersiz, çünkü öncelikle böyle cevaplar yok. kendi alanlarında, politikacılar ve bilim insanları bu türden cevaplara sahip olabilirler tabi ki, ancak sanatta soru ne olursa olsun cevabı bildiğini iddia etmek abesle iştigaldir. bir durumun birbiriyle çelişen karmaşık doğasına en uygun şekilde yaklaşmaya çalışmalıyız ve bunun ötesinde de yoruma alan açmalıyız, böylece film ekranda izlenip tüketilen bir şey olmaktan çıkar ve aklımızda, kalbimizde ve hatta içimizde serüvenine devam eder.

ancak her şeye rağmen, uyguladığınız metodu değiştirmişe benziyorsunuz, ilk filmlerinizde olduğu gibi resmi bir aygıtın aracılığına başvurmadan yola devam ediyorsunuz bu kez…

zamanında şüphe yok ki bresson’dan çok fazla etkilenmiştim oysa ki bugün daha ziyade çehov’dan yanayım. bu bir çelişki değil, esasen bir çok ortak yanları var…

bresson, çehov… gençken hayranı olduğunuz sanatçılara hala sadık mısınız peki ?

hem evet hem de hayır. gençken bütün klasikleri okumaya heveslenirsiniz, daha sonra anlayışınız yahut hassasiyetiniz gelişir. geçtiğimiz yıl, savaş ve barış’ın yeni bir çevirisi yayınlandı. romanı 25 yaşımdayken okumuştum, ancak o dönemde dostoyevski hayranıydım, ve tolstoy benim için daha doğacıl ve didaktik, ağır filan bir romancıydı. kitabı aldım ve bütün görüşmelerimi iptal edip neredeyse nefes almadan okudum. değişen bendim, kitapsa aynı kalmıştı.

genç bir adam olduğum günleri hatırlıyorum. 16 yaşımdayken julien duvivier’in marianne de ma jeunesse filmini görmüş ve bir yatılı okulda geçen, şatonun birinde bir karşılaşmayla doğan aşk hikayesinin anlatıldığı bu romantik filme tam anlamıyla hayran olmuştum. film hakkında her şeyi okudum, en ince ayrıntısına kadar… yirmi yıl sonra, geçenlerde televizyonda karşıma çıktı ve nasıl olup da vaktiyle bu filmi o kadar çok sevdiğime akıl sır erdiremedim.

film dediğimiz bir sanat formu değil mi, imajların ortalığı istila ettiği bu çağda, yüz yaşını dolduran sinema miladını tamamlıyor yahut can çekişiyor olabilir mi?

bu bir yorum. eğer bugün viyana üniversitesi’nde ders veriyorsam, kendi sosyal çevremde, arkadaşlarım, aynı yaştan ve aynı zevkleri paylaşan diğer insanlarla birlikte paslanmaktan korktuğum içindir. dünyanın geri kalanı ile ilişkimin sona ermesinden çekiniyorum ve benim açımdan genç insanlarla aynı ortamda olmak, eğer evimde olsam anlayamayacağım değişimleri anlama fırsatını yakalayabilmemi sağlıyor.

filmdeki apartman dairesi, tam bir kültür halesiyle çevrilmiş, sanki kendisini saran dış dünyadan kurtarılmış bir vaha gibi resmediliyor…

hastalık söz konusu olduğunda durum budur çünkü, hangi sosyal sınıfta yer aldığınızdan bağımsız olarak, dünyanız apartmanınızın dört duvarına sığınır. bu arada şunu söylemem gerekir ki, bir apartman dairesi daha ziyade bir ayrıcalıktır, zira orada, dört duvar arasında geçen yaşlılık sürgününüzü sürdürmek için gerekli her şeye sahipsinizdir. arkadaşlarımdan birisi, ki kendisi doktordur, yıllarca hasta annesinin evde bakımını sağlayabilmek için eve gelen 3 hemşireye ödeme yapmak zorunda kaldığını anlattı. bu, ona ayda beş bin euroya mal oluyormuş. tüm bunları karşılayabilmek için durumunuzun olması gerekir!

bu filmi hastane koridorlarında yahut huzur evinde çekmeyi istemedim. öncesinde hastanelerde çeşitli araştırmalar yaptım ancak, inanın ki yüreğim buna el vermedi. nasıl doktorlar ve hemşireler tüm bu acılara dayanabiliyorlar bilmiyorum.

sıklıkla kötü bakıcılarla ilgili hikayeler duyuyoruz, hele ki yaşlılığın ileri aşamalarında güçten düşme gibi durumlarda…

evet, hatta eski üniversite profesörlerine bile sanki embesilmiş gibi davranıldığı oluyor. bu o kadar aşağılayıcı bir tutum ki… bu denli çetin bir evren benim konum değildi. tekrar ediyorum, belirgin bir nokta ile yüzleşmek istedim : sevdiğin birisini acı çekerken görmek nasıl bir duygudur? oldukça mütevazi ancak her halükarda yeterli bir çıkış noktası. biçim ve içerik arasında bir uyum yakalamaya ve filmde klasik (zaman, aksiyon ve mekan anlamında) bir bütünlük kurmaya çalıştım. bu da konunun hassasiyetine olabildiğince yakınlaşmakla birlikte, samimi ve klasik bir bakış açısının yaratacağı forma ulaşmanın bir yolu idi.

filmlerinizin birçoğunda çıkış noktası olarak bir kızgınlığın varlığından bahsettiniz. bu aynı zamanda bir katarsis anlamına da geliyor mu?

öyle sanıyorum ki, bugün artık bir katarsis halinden bahsedemeyiz. günümüzde artık trajedi diye bir şey yok, hepimiz yanlış bir bilinçle yaşıyoruz ve başımıza gelen her şey, salt üzgün hikayelerden ibaret…

peki ya kurtuluş?

ben tanrı değilim. evet, aşk diye bir şey var, ancak bayağılıktan başka bir şey değil, bunu söyleyen ben değilim, ve doğrusu aşk da bazı durumlarda bize çok yardımcı olamıyor. bir yaşam öyküsünde tesadüfün o kadar büyük bir yeri var ki, düşünüyorum da hayat yolculuğunda bir ilerleme varsa, bu daha önce hayal bile etmediğimiz kaderin bir armağanı. ben tesadüfen bir yönetmen oldum örneğin, aslına bakarsanız bir yazar yahut ne bileyim aktör olabilirdim, hatta belki de bir çoban (gülmekten kırılıyor). bu tarz düşüncelere 14 yaşında sahip oldum, aynen bazılarının o yaşlarda bir lokomotifi kullanmayı hayal etmesi gibi…

haneke par haneke adlı kitapta, amour’un çekimleri sırasında yaşadığınız gerilimlerden yola çıkarak dijital hd kamera seçimi konusunda eleştirilerinizi dile getiriyorsunuz…

arri’nin alexa adındaki şu yeni dijital kamerası ile filmi çekmeyi istemiyordum. (david fincher ve birçok ünlü sinemacının da görüntü yönetmenliğini yapan) darius khondji bu kamerayı reklamlar için kullanmıştı, teknik konusunda emindi ve ben de tamam dedim. ve sonuç br felaket oldu. bütün çekim süresince aklım yerinden çıktı ve sinirden deliye döndüm. aceleyle yapılan üç çekimin ardından, bu kamerayı bir daha setimde görmek istemediğimi belirttim, çünkü bu şekilde çalışmam artık mümkün değildi. eğer bu saçmalığı görmeye devam edersem, her şeye güvenim sarsılacaktı, ben daha ziyade aktörler üzerine odaklanmalıydım. bu filmle birlikte hayatımın en uzun post-production sürecini geçirdim, tam bir yıl. bu durum darius ile olan ilişkimi de kötü etkiledi.

siyah-beyaz çekilmesi sebebiyle oldukça zorlayıcı olan beyaz bant'ın ardından, yeni bir teknik deneye kalkışmak istemiyordum. bu yüzden teknik olarak her şeyin yolunda olmasını istedim ama sonuç tam tersi oldu. arri post-production masraflarının bir kısmını karşıladı, çünkü onlar da bunun kameranın yol açtığı bir sorun olduğunun farkındaydılar. şimdi, artık bu sorunlar geçti ama yine de bu gibi deneylerde kobay olmak istemezdim.

jean-louis trintignant’ın sağlık durumundan endişelendiğiniz oldu mu?

evet, tabi, ama tuhaf bir şekilde, trintignant için her şeyi kolaylaştırmak adına bir fizyoterapist ile birlikte çalıştık, derken bir gün çekim sırasında kolunu kırdı. talihsiz bir durumdu. ancak o yaştaki aktörlerle çalışmak her zaman için zor olmuştur, bir gün içinde 10 saatlik bir çalışmayı düşünemezsiniz bile. trintignant ve emmanuelle riva ile her şey mükemmel şekilde ilerledi. hiç bir zaman aramızda en küçük bir tartışma bile geçmedi.

filmin çekildiği apartman dairesi viyana’da anne-babanızın yaşadığı evin bir kopyası gibi. neden?

çünkü mekanı tanımanın getirdiği avantajların her zaman bana yeni olasılıklar açtığını düşünüyorum. örneğin, mutfak ile oda arasındaki uzaklık, belirli bir noktadan diğerine gitmek için kat edilmesi gereken mesafe, odaların genişliği sebebiyle hareketlerin kısıtlanması gibi detaylar oldukça önemlidir.

filmlerinizde hiç bir şeyi şansa bırakmıyorsunuz, mesela amour’daki kütüphanenin tematik ve alfabetik olarak sıralanmasını istemişsiniz…

evet setteki insanlar neredeyse benden nefret etmeye başladı. daha önce caché filminmdeki auteuil karakteri bir kültür sanat gazetecisiydi ve dairesine 4000 kitap getirttik, tabi hepsini dizmesi gerekti. bu hissedilebilir bir şey. bir odaya girdiğinizde kütüphanenin doğru dizilmediğini hemen anlayabilirsiniz. her kitabın bir hikayesi, orada olmasının bir sebebi vardır ve eğer yoksa, o zaman en azından alfabetik sıraya göre dizilmesi gerekir. eğer makul bir etki yaratmak istiyorsanız, her detaya, her bir aksesuara hatta bunların yanında akustik diğer ögelere, mesela parkenin gıcırtısına bile ayrı ayrı dikkat etmeniz gerekir. atmosfer ediğimiz şey detaylardan meydana gelir.

sette adeta bir tiranlık kurmanız, film ekibi açısından bir sorun oluşturmuyor mu?

bana göre sorun değil, nazik olmaya çalışıyorum ama sinirlenebilirim de… her insanın hata yapma hakkı vardır, ancak eğer birisi aynı hatayı 3 kez yapıyorsa, işte o zaman çekilmez birisine dönüşebiliyorum. benim için önemli olan tek şey sonuçtur. istediğiniz aptallığı yapabilirsiniz, ama sonuçta film iyiyse herkes sizinle çalışmak ister. öte yandan, dünyanın en nazik insanı olabilirsiniz, ama eğer ortaya çıkan film değersiz ise, insanlar sizden ümidini keser ve hatta yaptıklarınızla dalga geçmeye başlarlar. bu söylediklerimden “iyi bir film yapmak için aptal olmanız gerekir” anlamı çıkarılmasın (gülüyor)…

* not: 23 ekim 2012 tarihinde, libération gazetesinde olivier séguret ve didier péron imzalı bu röportaj «nous vivons tous avec une mauvaise conscience» adı ile fransızca olarak yayınlanmış, soner sezer tarafından türkçe’ye çevrilmiştir. "

röportaj bu siteden alınmıstır:
intw

fransızcası da buradadır:
if

krzysztof kieslowski

şu renkleri içeren üçlemeyi çeken yönetmen. bu yönetmenle alakalı olarak beni en kahreden sey, bu üç renkten blanc/beyazın hep pabucunun dama atılması. *
  • /
  • 13
Henüz bir favori entry yok.

Toplam entry sayısı: 251

at avrat silah

ayı sözlük yazarlarının gün ışığına çıkmayı bekleyen fantezileri

biseksüelleri eleştirmenin bifobi sayılması

eleştirdiğim tek noktası biseksüelliğini kabul etmeyenler için, heteroseksizmin o güvenli kıyılarında görünmeye çalışmaları. yok kız arkadaşım var da falan da filan da... kaç senedir yarrak yalıyorsun sonra efenim ben bütün cinsel yönelimleri reddediyorum. yok ya?! senin bu yarrak kürek tutumun sebebiyle o kadar lgbt bireyi işkenceye uğruyor her gün.. ha icraate bakarsan gelsin herifler, gitsin herifler. insanın kendine saygısı olacak abi. hayatta ne olursan ol, önce kendinin arkasında durabileceksin.

biseksüellik herhangi bir geçiş dönemi olmamasına karşın, homofobik gayler tarafından marş haline getirildiğinden bu tarz sorunlar çıkmakta.
ne acayip değil mi homofobik gay kavramı??! tıpkı bifobik biseksüeller gibi.

nasıl ki homofobi yapan gayler çoğunluktaysa, bifobiyi oluşturan biseksüeller de çoğunlukta, herkes kendi kapısının önünü süpürsün dicem de, 2 tarafta da bu pislik aynı kökenden geliyor, erkeklik kavramı üzerinden. nasıl ve niye böyle anlasılıyorsa artık bilemiyorum. ha bilmek istiyor muyum ondan da emin değilim artık. amma velakin seviştiğim adam çıkıp da agızlara sakız kıvamında kız arkadaslarını anlatıyorsa kimse kusura insan bir sabrediyor, iki sabrediyor daha sonra bir daha aynı tongaya düşmüyor. olayın kimin kimi siktiğiyle de alakası olmadıgını her aklı başında lgbt bireyi zaten çözecektir.

dediğim gibi bu fobilerin kaynagı yönelimler değil. bir çeşit "erkeklik" kavramı kavgası ki, walla gay olsun biseksüel olsun lütfen almayayım.

biseksüelleri eleştirmenin bifobi sayılması

eleştirdiğim tek noktası biseksüelliğini kabul etmeyenler için, heteroseksizmin o güvenli kıyılarında görünmeye çalışmaları. yok kız arkadaşım var da falan da filan da... kaç senedir yarrak yalıyorsun sonra efenim ben bütün cinsel yönelimleri reddediyorum. yok ya?! senin bu yarrak kürek tutumun sebebiyle o kadar lgbt bireyi işkenceye uğruyor her gün.. ha icraate bakarsan gelsin herifler, gitsin herifler. insanın kendine saygısı olacak abi. hayatta ne olursan ol, önce kendinin arkasında durabileceksin.

biseksüellik herhangi bir geçiş dönemi olmamasına karşın, homofobik gayler tarafından marş haline getirildiğinden bu tarz sorunlar çıkmakta.
ne acayip değil mi homofobik gay kavramı??! tıpkı bifobik biseksüeller gibi.

nasıl ki homofobi yapan gayler çoğunluktaysa, bifobiyi oluşturan biseksüeller de çoğunlukta, herkes kendi kapısının önünü süpürsün dicem de, 2 tarafta da bu pislik aynı kökenden geliyor, erkeklik kavramı üzerinden. nasıl ve niye böyle anlasılıyorsa artık bilemiyorum. ha bilmek istiyor muyum ondan da emin değilim artık. amma velakin seviştiğim adam çıkıp da agızlara sakız kıvamında kız arkadaslarını anlatıyorsa kimse kusura insan bir sabrediyor, iki sabrediyor daha sonra bir daha aynı tongaya düşmüyor. olayın kimin kimi siktiğiyle de alakası olmadıgını her aklı başında lgbt bireyi zaten çözecektir.

dediğim gibi bu fobilerin kaynagı yönelimler değil. bir çeşit "erkeklik" kavramı kavgası ki, walla gay olsun biseksüel olsun lütfen almayayım.

gelmiş geçmiş en iyi türkçe dizeler

"ona kötü bir şey olsun istedim.
bana aşık olsun istedim."

(bkz: lale müldür)

nil erkoçlar

daha rahatça gay olduğumu insanlara söylemediğim dönemdi neyse, istiklaldeki mc donalds ta oturuyorum kezban kezban yanımda da nil erkoçlar var, daha 18 yaşındayım sene 2004*yanında da bir arkadaşı var, 2-3 saat öyle takıldık filan en son mor kedi kafenin yerini soruyorlardı birilerine ben de bilmiyorum gaylere hizmet veren bir kafe olduğunu o dönem. sonunda 3ümüz bulduk ama ben çıkmamıştım yukarı. o günden sonra hep tatlı bir bitirim lezbiyen olduğunu düşünmüştüm.* * doğru bedeni bulduğunu öğrendim bu gün, adına çok sevindim, hatta baya gülümsedim, ana akım medya onun biyolojik olarak kadın olduğu dönem için "ay cok güzeldi neden böyle oldu ki" yarak kürek yorumlar yapacak olsa da, asıl şimdi en güzel, aynaya baktığında, alışveriş yaparken, sokakta yürüken istediği bedende yaşamanın güzelliğini yaşayacak. hoşgeldin tatlı adam.

tek yön

en sevdiğim özelliği avamlıgı. paçozluk önemli bir şeydir, armani çantasıyla heykel misali bebek sokaklarında coolluktan ölen gay camiasının bir türlü kabul etmek istemediği, bastırdıgı aşagılık kompleksini dile getirir, içlerinde patlatır tekyön. her sosyal statüden, eğitimden, ekonomik sınıf, ot boktan olan o kıcından kıl aldırmayan bazı gayler condom şarkısında çılgınlarcasına dansetmemek için kendilerini zor tutarlar. onların sırf bu halini görmek için bile gidilmesi sarttır. en sevdiğim özelliği ise 2. yerinden hatırladıgım kadarıyla üst katta uzun bir koltuk vardı ve o 4 metrelik koltukta; bir yaslı amca bir acayip saçlı cocuk bir indie cocuk bir o cocuk bir bu cocuk olmak üzere kabaca tarif edersek toplumun her kesiminden 4 çift deliler gibi öpüşüyordu. zaten o görüntüyü gördükten sonra daha da baska bir bara gitmeme gerek kalmadı. rahatım ulan bir defa, öyle kasılmalar yukardan bakıslar filan da yok, yerse yap bakalım, komik duruma düşersin.**

her mahallede bulunan tipler

haftada bir fisting yaptıran adamla seks yapmak

aslında güzel olabilir. önemli olan penisle veya yumrukla tatmin etmenin farksızlığıdır, karşındakinin zevk aldığını görüp memnun olmaktır.

sperm tadı

kim ne derse desin tadı güzel. o tadı agızda dilde damakta hissetmek varoluşu hissetmek gibi.

ha ilk sevgiliminki leş gibiydi orası ayrı. gerçi onun vücut kokusu da banyo yapmasına rağmen kötüydü, teri de..her bir şeyi de. allahtan kokuyu/tadı unutacak kadar uzun yıllar geçti.