fatgalcga

Durum: 1905 - 0 - 0 - 0 - 05.10.2016 22:59

Puan: 27518 - Sözlük Kaşarı

11 yıl önce kayıt oldu. 4.Nesil Yazar.

dağlar dağlar.
  • /
  • 96

the danish girl

(bu kelimeyi kullanmak istemiyorum ama) böyle ''çekişmeli'' bir konuyu anlatmasa eddie redmayne'e ikinci oscar'ını getirebilecek kadar başarılı bir oyunculuk sergilediği, aralardaki o güzelim danimarka manzaralarıyla, renkleriyle ve dahası alicia vikander'in mükemmelliğiyle mükemmel olan film.

filmle ilgili tek eleştirim, keşke lili'nin o geçiş dönemi, daha doğrusu o anki hayatını da bır tık daha geniş biçimde görebilseydik. okuduklarımdan yanlış hatırlamıyorsam, operasyon zamanı lili'nin ciddi sayılabilecek bir ilişkisi bulunmakta ve zaten kadın olarak dış dünyaya kendisini ifade etmekteymiş. filmde bu biraz olduya bittiye getirildi gibi geldi bana, yoksa lili'nin uyanışı ve doğuşunu izlemek takdire şayandı. alter ego olarak çıkışını hiç beklemesem de, gerçekten inanılmazdı.

yukarıda bahsedilmiş ama, lili'nin ölümünden bir yıl önce, 1930'da çift boşanıyor, bundan sonra gerda sanırım italyan biriyle evleniyor, o da onun kalan tüm birikimlerini tüketiyor ve 5 sene sonra ondan boşanıyor ve gerda 1940'da meteliksiz olarak ölüyor.

lili'nin ölümüne sebep olan da vücudun organı red transferini red etmesiymiş. operasyonlar çerçevesinde lili'nin en büyük arzusu anne olmak olduğundan ve bunun için yapılan rahim transferi sonrasındaki komplikasyonlardan ötürü vefat etmiş. einar'ın hermafrodit olduğu iddiaları da bulunmakta(hatta biyografisinde kendi değinmiş).

daha detaylı bilgi için, http://www.historyvshollywood.com/reelfa...

başlıkları alt alta okumak

.eşcinselliğin tedavisi
.bim’de satılan pembe prezervatif

ayı sözlük yazarlarının şu an dinlediği şarkılar

irene cara - what a feeling :

the conjuring 2

lorraine ve ed ikilisinin bu sefer londra'da ufak bir kıza dadanan ruh peşinde koştuğu, birincisinden daha bile iyi james wan filmi.

tam da aktif olarak ruhlarla savaşmaktan emekli olmayı düşünen çift, kilisenin ısrarıyla londra'da bir vakayı incelemeye gider. olay, ruhların işin içerisine karıştığı izlenimi bıraksa da, aksi yönde de gelişmeler olmaktayken; bir yandan da bu olay ile çift kendi hayatları bakımından bir kedi-fare oyunun içerisinde kalırlar. gittikçe derinleşen hikayesiyle su gibi geçen bi 2 saat 15 dk olmuş, daha ilk haftasında 40 milyon hasılatı ile.


trailer -







--- spoiler---

hikaye birinci filmi sollarken, bu sefer ed ile lorraine'in de bir manada kurban olması çok iyi bir dokundurma olmuş. bütün imgeler, gizli mesajlar... hele de o rahibe resmi sahnesi, inanılmazdı.

--- spoiler ---

bart baker

son yıllarda youtube'da ünlülerin müzik videolarına yaptığı parodilerle ünlenen, fena sayılmayacak yakışıklılıktaki youtuber.

çıkan popüler birçok müzik videosuna, neredeyse birebir denecek prodüksiyonla komik-fazlasıyla dalga geçer videolarıyla kendisinden bahsettiriyor. özellikle taylor swift, selena gomez kendisinin ilgi alanında. ünlüleri yerden yere vuruyor, öyle böyle değil.

this is what you came for -


ain't your mama -


work -


hotline bling -


bad blood -


worth it -


problem -


dark horse -

neighbors 2

birinci filmde erkek birliğine karşı evini korumaya çalışan mac & kelly'i bu sefer onlardan çok daha dişli olan alternatif, feminist ve epey ısrarcı kız birliğine karşı evlerini 1 aylık satış süresi için ''nezihmiş'' gibi göstermeye çalışırken, yine bol bol absürdlük ve komiklikler içerisinde izliyoruz. kadro ilk filmle aynı olsa da bu sefer chloe grace moretz, selena gomez bu sefer hikayeye katılanlardan.

yine air bag'in eksik olmadığı, birincisi kadar iyi olmasa da yine güldüren bir film ortaya çıkmış. hikayedeki minik sürprizler ve dahası (teşekkürler tanrım!) zac efron'u magic mike modunda görmek için dahi izlenebilir.

trailer -



--- spoiler---

geçen filmde öpüp barışan mac ile teddy'i ilk başta düşman olarak görmek hoş olmasa da, sonra geç gelen bromance ile epey güzel toparladılar. dahası, ilk filmde teddy ile başa baş giden pete'in gay çıkması ve bunun hikayeye yön vermesi de ayrı bir hoş olmuş. üzerine bir de tam o tipik ergen tripleri eklenince fena olmayan, yine de güldüren bir film ortaya çıkmış. zac efron'ın sırf şu sahnesi için bile izlenebilir:



--- spoiler ---

the shallows

blake lively'nin bütün bahar her yerde tanıtımı yapılan; yukarı doğu yakası'nın serena'sı ile okyanusların korkulu rüyası jaws'ı aynı yerde buluşturan 2016 yapımı gerilim filmi.

kanserden kaybettiği annesinin anısına annesinin kendisine hamileyken sörf yapmaya gittiği saklı plajda nancy(lively), sörf yaparken büyük beyaz köpekbalığının saldırısına uğrar. o an sığınabileceği tek yer 12 saatte bir ortaya çıkan minik bir ada/yükselti olan nancy, bu süre boyunca köpekbalığıyla cebelleşir. hayatta kalma, korku-gerilim sevenlerin beğenebileceği bir yapım.


trailer -





--- spoiler---

beklediğim kadar iyi bir film değildi ama bir o kadar da kötü değildi. böyle hayatta kalma konulu filmler açısından, (aklıma gelen) son yıllarda çok da denk gelmediğim konu olmasından olabilir. ya da ben direkt köpekbalıklarına sıcak bakamıyorum ondan. blake lively'e tapmamı bir kenara bırakarak, yer yer ''yok artık'' dedirtse de yine de filmin sonuna kadar(özellikle son 10-20 epey iyiydi) bi izletiyor ne olacak bakalım diye. ayrıca martı steven da ayrı bir ilginçti. blake zaten yetenekten ölmüyor, ama hikayede de çok eğreti durmamış ancak görüntüsü de hikayeyi destekler nitelikte, bu yönden bi metalaştırma fazlasıyla hollywood diye bağırıyor.

filmden görüyoruz ki, denize 872527 tane takı ile girmek gerçekten hayat kurtarıyor, tabi aynı şekilde tıp fakültesinde okuyorsanız da.

--- spoiler ---

pride and prejudice and zombies

jane austen'ın aynı adlı eserine hikayeye bu sefer zombieleri katan seth grahame-smith'in aynı isimli kitabından uyarlanan 2016 yapımı filmi. başrolde lily james, sam riley, lena headey ve matt smith var.

bir jane austen, özellikle de aşk ve gurur'u epey seven birisi olarak epey önyargıyla izlesem de, çok da fena olmayan film. öyle güzel bir hikayede zombielerin işi ne diyor insan ama bir yandan da çok da eğreti durmuyor. belki de bunda zamanında penny dreadful'un bize viktoryan dönemi ve canavarları sevdirmesiyle temel hazırlamış olması da olabilir. ha bir de downton abbey'de tatlılıktan ölen lily james için de izlenebilir. gayet bütün bennett kızkardeşleri bacakta bıçaklar, elde silahlar patır patır zombie avlıyor-bir yandan da o güzelim aşk hikayesi. garip ama bir şekilde izlediğiniz ilginç bir şey ortaya çıkıyor.

trailer -

kill your friends

başrolde x-men ve en son mad max'ten hatırlanabilecek nicholas hoult'ın yer aldığı 2015 yapımı komedi gerilim filmi.

1997'de geçen filmde önemli bir plak şirketinde çalışan steven(hoult), a&r bölümünde şirket için yeni yetenekler bulmak-olanları nasıl daha iyi yaparız üzerine çalışmaktadır. pozisyonundan memnunsuz ve gözü yükseklerdeki steven, bölümün başına geçmek için gerçekten birer birer önündeki engelleri, iş arkadaşlarını öldürmeye başlayarak yükselmek için elinden geleni ardına koymaz ve olaylar gelişir.

gerek nicholas'ın yakışıklılığı ve karakterinin de bir o kadar piçliği, gerekse de hikayenin biraz ilginç olmasıyla izlemesi fena olmayan bir film. müzikleri ve esprileri de ayrı bir yerinde!

side to side

ariana grande'nin bir o yana bir bu yana spinning yaptığı klibiyle 2 haftada 85 milyon'a ulaşan, nicki minaj destekli son parçası.



şarkı çıkar çıkmaz sosyal medyada epey konuşuldu, herkes side to side ile neyin kast edildiğinden emin olamasa da ortaya çıktı ki “i’ve been here all night / i’ve been here all day / and boy me walkin’ side to side.” dizeleriyle o kadar başarılı bir bey ile seks yapıldıktan sonra yaşanan yürüme zorluğunu anlatıyormuş ariana kızımız.

gianluca vacchi

eşiyle yaptığı dans videolarıyla son birkaç aydır instagram'da epey ünlenen, dan bilzerian'ın tahtını sallayan italyan abi.

https://www.instagram.com/p/BINOhcvjBxz/

https://www.instagram.com/p/BHsCPyvjrU1/

https://www.instagram.com/p/BJ8d5FTDZeS/

hakaret gibi iltifat

''şu şişko patatesliğine son versen şahane olucan''



the carrie diaries

çok büyük beklentilerle yapılan ama hiçbir şekilde tutmayan, buna rağmen zor da olsa 2 sezonu çıkartmış satc spin-off'u diyelim.

yapım aşamasında carrie'nin gençliğini göreceğiz vs denilirken dizi çıkınca bayağı seksi olmaya çalışan çocuk dizisi gibi bedbaht bir çizgi izledi, zaten carrie'i oynayan kızımızın vasatlığı da üzerine bindi; kaldı ki mouse ile dorrit ikilisi daha iyiydi. yanlış hatırlamıyorsam da ilk sezonda çok bir satc atıfı bulunmasa da ikinci sezonda samantha'yı kadroya katarak çıtayı yükseltmeye çalıştılar ama olmadı. hikaye örgüsünde de, baba sorunu olan carrie'nin (izlediğimiz zaman diliminde) gayet normal bir baba-aile yaşamı olduğu, kendisinin güzel saçlı sebasçın'dan kaçamadığını görmüş olduk.

bunun dışında, stanford'a selam çakmak için olsa carrie'nin gay olduğunu keşfeden yakın arkadaş karakterini de barındırır. kendisinin hoş olması bir yana, dizideki git-geller yaşadığı kendinden büyük dergici sevgilisi abimiz fevkaladenin fevkinde.



ilk eşcinsel deneyim

şöyle de, 20 tane ilginç-komik deneyim anısı okudum geçenlerde. bazıları gerçekten ilginç.

https://www.buzzfeed.com/benhenry/a-gay-...

fifty shades of grey

10 şubat 2017'de vizyona girecek fifty shades darker'ın fragmanı çıkmış.

sisters

başrolde tina fey ve amy poehler ikilisinin olduğu, güldürme garantili 2015 yapımı komedi filmi.

küçükken zorla saçı kazıtılan çocuk

bu çocuk hiç ben olmadım çünkü kafam büyüktü. hatta kulaklarım daha büyük olduğu için 25 yaşında hala kepçe kulaklıktan esintiler görülebilmekte bende.

sia

son parçası the greatest'in klibinde orlando saldırısında ölenleri anarak güzel bir işe imza atmış.

stranger things

çocukları jimmy fallon'a katılmış, epey eğlenceli sahnelere imza atmışlar.



eleven kızımız nicki minaj rapleriyle döktürmüş. kendisinden 5-10 senede yeni natalie portman olacağı hissini alıyorum.

suicide squad

yerden yere vurulacak kadar kötü değil ama yavan, vasatın biraz üstünde. böyle bir kadro, aylardır yapılan onca tanıtımla beklenti epey yüksekti. çizgi romanları çok detaylı vs bir şekilde bilmiyorum ama 130 dklık filmde her şey bana çok hızlıca, olduya bittiye getirildi gibi geldi. ne ara takım toplandı, kim hangi tarafta düşman kim derken hoop çözümleme finalle biraz kursakta bırak hevesimi. müzikler ve espriler güzeldi, bunda da harley'in göze sokulmasının etkisi büyük.

bir de cara'yı her ne kadar sevsem de yok yani, rol yapamıyor. kaldı ki, bütün filmdeki esas kötü adam olması da filmi çekilmez hale getiriyor böyle olunca.
  • /
  • 96
Henüz bir favori entry yok.

Toplam entry sayısı: 1905

ayı sözlük itiraf

bıktım. 4 yıldır bitmek bilmeyen okuldan, adaletin olmadıgı ülkede bi şeyler yapmaya çalışmaktan, romantik ve arkadaşlık bazında yalnız olmaktan, insanların hep 2. tercihi olmaktan bıktım. annemin mükemmeliyetciliginden ötürü hicbir zaman en iyi olamamaktan, surekli başarısız surekli kilolu surekli insanların arkasından konuştuğu insan olmaktan bıktım. her ne kadar önemli olan önem verdigin insanların ne dediğise de ilkokul 1den beri insanların fısır fısır konuşmasından bıktım. insanların ağzı torba degil ki buzesin ama yıllardır olabildiğince kendim olup da doğru durust bir yeteneğim vs olmamasından bıktım.

kısacası, özellikle de bitmek bilmeyen bu cehennem final haftasında, bir kez daha her seyi herkesi "neden?" diye sorguluyorum. bu da boş bir zaman kaybından başka bir sey degil

chris hemsworth

sokak ortasında esneme-gerilme yaparken görülmüş kendisi. hayatımda böyle güzel bir esneme hareketi görmedim, pilates lastiğin ebru şallı'n olayım chris!!!

the americans

başrollerde yılların felicitysi keri russell ve matthew rhys'in rol aldığı, 2013 yılından beri yayınlanmakta olan suç/polisiye-drama dizisi.

konusu ise şöyle: 80lerin başlarında washington'da yaşayan, ilk bakışta sıradan bir "amerikan" ailesi olarak gözüken jenningsler aslında hiç de o kadar sıradan değillerdir. elizabeth (russell) ve philip (rhys) aslen sscb'ye istihbarat sağlamak amacıyla erken yaşlarda bir amerikan gibi eğitilmiş ve 22 yaşında amerika'ya gelerek "araya karışmaları" emredilen kgb ajanlarıdır. bu doğrultuda elizabeth ve philip, sahibi oldukları paravan seyahat acenteleri ile sıradan insanlar gibi gözükürken yeri gelince türlü türlü kılıklara girerek amerika'ya karşı bilgi toplarlar her bölümde. öyle ki philip taktığı peruğuyla fbi sekreterinden bilgi alacağım diye kadınla yatmaktan, hatta evlenmeye kadar gider... bir de çiftimizin birbirinden gereksiz iki çocuğu bulunmakta, hele de kızları sümsük paige tam evlerden ırak da...neyse daha fazla spoiler vermeyelim.

soğuk savaş dönemleri sevenlerin epey beğeneceği, keri russell'ın her bölümde güzellikten öldüğü ve dahası, her bölümde 80lerin enfes müziklerini de barındıran 8.3 imdb puanına ait bir dizi, izlenesi izlettirilesi.

trailer -

joe manganiello

one tree hill ve spider man'deki roller ile öne çıksa da; esas ününü true blood'daki alcide karakterine ve magic mike'daki vücudunun bilimum santimetrekaresine borçlu olan yarı italyan yarı ermeni kökenli amerikalı aktör. ayrıca modern family'in sofia vergara'sı ile beraber.

kendisini unutmak mümkün değil ama hala hatırlamayanlar varsa,

42

(sanırım henüz 3 şarkısını bilen coldplay hayranı arkadaşların keşfetmediği) slow ve biraz da depresif olsa da, dinlendirici ve biraz kasvetli coldplay parçası.

those who are dead are not dead
they're just living in my head
and since i fell for that spell
i am living there as well, oh

time is so short and i'm sure
there must be something more

those who are dead are not dead
they're just living in my head, oh
and since i fell for that spell
i am living there as well, oh

time is so short and i'm sure
there must be something more
ohhhh-oh-oh-ohhh

[instrumental]

you thought you might be a ghost
you thought you might be a ghost
you didn't get to heaven but you made it close
you didn't get to heaven but you made it close

you thought you might be a ghost
you thought you might be a ghost
you didn't get to heaven but you made it close
you didn't get to heaven but you, oh, oh, oh, oh

those who are dead are not dead
they're just living in my head, oh

aileye açılmak

twitter'da rastladığım 4 fotoğraflık bir öyküyü, ve siz sevgili sözlükçüler için olduğunca çevirdim. sanırım esasen bir tumblr postu, epey de gülümsetti beni.

bir anne, ev arkadaşıyla beraber yaşayan oğlunun evine yemeğe gider. yemek sırasında, anne oğlunun ev arkadaşının ne kadar yakışıklı olduğunu fark etmiştir. oğlunun cinsel yönelimi hakkında şüpheli olan anne, iyi bir anne olarak doğru zaman gelince oğlunun kendisine açıklayacağını düşündüğünü için sesini çıkartmaz. ancak bu durum kendisini daha da meraklandırır. yemeğin devamında anne, oğlu ve ev arkadaşı arasındaki iletişimi, bakışmalarını izlerken dahası olup-olmadığını düşündü. annesinin bakışlarını hisseden oğlu ''aklından geçenleri biliyorum anne ve içini ferah tut, biz sadece ev arkadaşıyız ve dahası yok.'' der. bir hafta sonra, ev arkadaşı diğerine ''anne buraya geldiğinden beri gümüş servis tabağı/tepsi kayboldu, sence o almış olabilir mi?'' der. bunun üzerine oğul ''onun almadığına eminim ama yine de bi sorayım'' der ve mail atar annesine:

''merhaba anne,

sen aldın demiyorum, sen almadın da diyemiyorum ama durum o ki sen bizim eve yemeğe geldiğinden beri gümüş tepsi kayıp.

sevgiler -oğlun. ''

birkaç gün sonra oğul, annesinden yanıt alır:

''sevgili oğlum,

ev arkadaşınla yatıyorsun demiyorum ama ev arkadaşınla yatmıyorsun da demiyorum. seni sevdiğimi biliyorsun ve durum ne olursa olsun ki seni daha az önemsemem ama eğer ev arkadaşın yatağında yatıyor olsaydı gümüş tepsiyi yastığının altında bulurdu.

ikiniz ne zaman bana yemeğe geliyorsunuz?

sevgiler, annen.''

16 eylül 2014 lady gaga istanbul konseri

güzeldi. muazzam değil ama mükemmeldi. bunun en büyük sebebi de konsere gelen kitlenin hakikaten alakasızlığıydı.

gaga'nın o kusursuz sesi, performansı, içtenliği ve bitmek bilmeyen enerjisi ile şov harikaydı; öyle ki set list'in dışına çıkıp you & i söyleyerek mest etti. bir an olsun eğlenip-eğlenmekten durmadı, durdurmadı. sahaiçindeydim, gitmeden önce diyordum ki ''herhalde tıklım tıkış, herkesin tek vücut olduğu bi şey olur'' ama öyle olmadı, çılgınlar gibi dans ettim. hele de bad romance'e sıra gelince kendimi kaybettim. en öndeki aşırı little monster arkadaşlar dışında öyle her şarkıya eşlik edilmediğini duyunca açıkcası benim bile moralim bozuldu, anca paparazzi, alejandro ve bad romance'te biraz tüm kalabalık da eşlik etti. bad romance zaten başlı başına efsaneydi (harajuku olaylarından hoşlanmasam bile), resmen 6 yıl beklediğime değdi diyebilirim.

sadece müzik değil, her ne kadar bir pazarlama stratejisi de olsa gaga gerçekten bir kez daha neden bu kadar benimsendiğini gösterdi. o iran'lı hayranını sahneye çıkartıp hepimizi kıskançlıktan çatlatırken ona sarılması, born this way söylemeleri... hangi şarkıda hatırlamıyorum ama o yaptığı ''farklı olmaktan korkmayın!'' konuşması ve ''bu gece buradaki gaylerin ellerini kaldırmalarını istiyorum, bu dünyada farklı olmak zordur ve ne olursa olsun tanrı sizi seviyor'' diyerek gönlümü bir kez daha fethetti. hani gerçekten, belki çok banal gelicek ama o an orada hissettiğim o kabul edilme, o huzur hissini, o samimiyeti anlatamam."tonight we celebrate acceptance, tolerance, and love" diyerek pride bayrağını daha da yükseğe kaldırmasını söyledi.

ölmeden önce yapılması gerekenler listesinden bir tanesini daha sildik, bir dahakine en önden bilet alıp gaga'yla karşılıklı dans etmek daha harika olur!

çocukken hayal edilen tanrı şekli

hornet kezbanlarından inciler

''ben vodafone gibi anı yaşatmayı, turkcell gibi hayata bağlatmayı ve avea gibi ohhh be dedirtmesini bilirim...''

doğru insanı beklemek

ilk başta bekleyenlerdendim, daha doğrusu ikinci sınıf bir romantik komedi tadında onun ''gelip'' beni bulmasını falan bekliyordum. ne bileyim insan az-çok hak ettiğini düşünüyor, kimler kimleri buluyor yani. baktım kimsenin geldiği yok, moralman tam gaz düşüşteyim ufak ufak, kendimce atılımlar yaptım ama değil erkeklere, insanlığa olan inancım sıfırın altına düştü. zaten ölsem ilk adımı atacak ya da birilerine yürüyecek biri değilim, kısa sürede doğru dürüst bir şey yaşamadan ilişkilerden falan her şeyden soğudum. hayır zaten insanlar nereden, nasıl tanışıyor da böyle aşık oluyor falan onu da bilmiyorum, ıskarta mı oldum acaba diye düşünmüyor değilim ara sıra.

hayaller :
vs gerçekler:


özetle -

sözlükteki hdp düşmanlığı

birazdan söyleyeceklerim için tahminen (yine) aforoz edileceğim ama çok "renkli" bir sözlük olmamız sebebiyle, konu hakkındaki fikrimi söyleme ihtiyacı duydum buradaki birçok birey gibi.

öncelikle, haftalardır troll diye eleştirdiğiniz yazarlar gibi karşıt demeyeyim ama aynı paydada olmayınca hemen bir şeyin "düşmanlık" diye adlandırılmasını ne bileyim, doğru bulmuyorum. birini kendinize düşman ilan etmeniz için gerçekten bir şeylere kast etmesi ve karşılıklı bir süregelen çekişme, baskı olması gerektiği kanaatindeyim. öyle ki, sözlükteki birçok birey de gayet hdp'yi destekliyor-ki bunda negatif bir şey görmüyorum çünkü herkesin istediği şekilde hareket etme hakkı var, ben kimim ki diğerlerini düzeltme ihtiyacına gireyim daha doğrusu, düzeltme doğru bir kelime değil ama diğerlerine kendi düşüncemi kabul ettirmeye çalışayım? nasıl güzellik göreceli bir kavramsa, iyi-kötü de belirli sınırları olsa da kendi içerisinde yine göreceli bir kavram benim gözümde. sonuçta (sözümona) burası özgür bir ülke, keza bu platform da.

siyasetten hoşlanan birisi değilim çünkü benim için başa kim çıkarsa çıksın aynı güç savaşından, açlık oyunlarından başka bir şey değil. evet, şu anki 12 yıldır süregelen durum gerçekten iyi değil ama keza bundan önce de(çok önce de) öyle belirli bir refah seviyesine ulaşmış bir ülke değildik. neyse, hayatım boyunca ırkçı bir insan olmadım keza kendimi de böyle görmüyorum çünkü ırk, aynı insanın ailesini seçememesi gibi kan yoluyla atanan bir bağdır. bununla ne kadar ilgili olacağınız sizin elinizde (kültürünüzü bilmek vs) olan bir şey. benim nezlimde insan ne olursa olsun insan olsun, karakteri düzgün olsundur.

sırf desteklemediğim için sanılanın aksine hdp'den nefret etmiyorum, ama hoşlandığımı da söyleyemem; bu konuda nötrüm. saygı duyuyorum ama benim değer yargılarıma veyahut doğrularıma oturmuyor, keza diğer hiçbir parti de böyle. böyle düşünmemin de birkaç sebebi var. ilk olarak, ırkın bir insanı saf bir şekilde tanımlayabilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. (bilgim dahilinde) eğer osmanlı torunu değilseniz ya da türkmenistan kökenli değilseniz, teknik olarak kimse türk değil. aynı amerika'da italyanı, ispanyolu birçok farklılığın bulunması gibi ülkemizde de kürt,çerkes,macır,boşnak birçok koldan insan var. büyüdüğünüz ülkenin çerçevesinde, türk milletine mensup oluyorsun, ırkına değil-keza amerika'da doğup büyüyen anne-babası türk olan bir türk amerikan olarak adlandırılır mı? bence adlandırılamaz. insanların bu ırkçılık yüzünden dünya'nın her yerinde ne acılar çektiği aşikar, keza ülkemizde de öyle. bunu anlıyorum. benim bu konuda anlamadığım ve anlatamadığım, bir ülke içerisinde, özellikle de ırk ayrımı ile bir ayrıma gidilmesi. birçok devlet, çok uluslu yani a,b,c birçok ırktan insanı barındırıyor. böyle bir oluşumda, herkes kendi kültürü çerçevesinde bir şeyler gerçekleştirmek isterse, o zaman her şeyin çok farklı yönlere gidebileceğini düşünüyorum.

çerkesim, bu kültürle hayli içli dışlı, bilimciyle büyüdüm. benim de annemler yeri gelir evde çerkesce konuşur, paylaşımlar yapılır. benim yaptığım çıkarımla, o zaman haydi çerkes'i de laz'ı da macır'ı da hepimiz bir kendi içimizde içselleşmeye gidelim. türkiye gibi "medeniyetler beşiği" diye anılan ülkede bu kadar farklı insanın olması çok normal bir şey. insanların haklı olarak hakkını arama ihtiyacını anlıyorum ama o zaman iş bir süre sonra yine, daha da beter bir bölünmeye yol açacağı kanaatindeyim. o zaman biz de hakkımızı talep edelim, x'de etsin y'de böyle gider.

yazdıklarım da aksi anlaşabilecek olsa da, gerçekten kendimi turancı, milliyetçi biri olarak görmüyorum. sadece dediğim gibi, türkiye gibi her devlet altında birçok farklı milleti barındırıyor ve bence bu devletin bir kurum olması gereğinden olağan bi yapı.

ikinci olarak, sırf kürt/gay ya da herhangi bir azıklıktasın diye ille de "hdp benim partim hörörörö" dümdüz gitmeni anlamlandıramıyorum. evet, diğer partiler de baktın mı hiçbiri ne benim ne senin tamamen düşüncelerini, ideallerini karşılamıyordur ama zaten işte olay burada ortaya çıkıyor, kendini bir şeye ait hissetme zorunluluğu. evet, vatandaş olarak senin mecliste, ülke yönetiminde söz sahibi olman en doğal hakkın ve kendine-en yakın diyelim-partiyi destekleyerek bunu onlar üzerinden yapıyorsun diyelim, ama gerçekte o adam seni ne kadar temsil ediyor? toplumun geneliyle birlikte senin iraden, senin ideallerin orada ne denli hayata geçiyor? bu zamana kadar hiçbir milletvekilinin toplumun birebir aynası olduğunu göremedim (hatalıysam seve seve öğrenmeye açığım). eğer hdp öncelikli olarak lgbtileri savunsa, gerçekten sözlükteki bu denli yoğunluğu anlayabilir, bizzat destekler ve önlerinde şapkamı çıkartabilirdim ki ancak "halkların, azınlıkların" hakkını savunma adı altında biz yine ikinci, hatta üçüncü plandayız. değil hdp hiçbir parti bence en az önümüzdeki 20-30 yıl içerisinde(ki kimse bu kadar beklememeli) seni sevdiğin adamla evlendirebilecek, seni anayasada ve hukukta, gerçek hayatta herkesle aynı seviyeye koyacak, öyle erkek arkadaşınla beyaz çitli ev ve 3 çocuk gibi toz pembe hayallerini gerçek kılmayacak. sözde özgürlükler ülkesi amerika'da bile böyle bir kabullenme ortamı yok, avrupa'nın da biraz daha iyi olduğu söylenebilir. o yüzden "hdp'ye oy vermeyen eşcinsel" dışlaması, kötülemesini doğru bulamıyorum.

üçüncü olarak, bunların hepsi bir yana, bir bebek katilini öncü edinen bir oluşumu ben kabul edemem, hayatım boyunca da edebileceğimi sanmıyorum. her ne kadar hakkında çıkan şeylere rağmen demirtaş'ın birçok söylemini, politikacılığını bir yere kadar doğru, beğenilir bulsam da "apo'nun heykelini dikeceğiz"den sonra bende film koptu. evet, barajı geçmelerini, iktidara karşı olmalarını gerçekten takdir ediyorum ama özgürlük kisvesi altında köyleri tarayan, nicelerini katleden, terör örgütünün başıyla ilişik olan bir yapılanmayı ben kabul edemiyorum ne yazık ki. eğer öcalan ile bu bağ olmasa, barış sağlanması yolunda etkisi azalan pkk'ya rağmen hdp'yi gerçekten anlayabilir ve kabul edebilirdim bir yere kadar sözlük. ama edemiyorum. aklıma çocukken o dönen haberler, üst üste kadın cesetleri, kucağında bebeğiyle anne ve duvarda apo, pkk yazıları geliyor. diyeceksiniz ki, kürtler'in canı yanmadı mı? yandı, hem de allah bilir nasıl , hele de şu son birkaç senede, ama cana karşı can alarak özgürlük kazanılmaz, adalet sağlanmaz benim düşüncem. doğru demek bana düşmeyebilir ama en azından makul değil bu olanlar.evet geçmiş geçmişte kaldı, önemli olan geleceğin neler getireceğidir ama benim gözümde geleceği şekillendiren de geçmişteki etkilerin tepkisidir.

eğer bıkmayıp, sonuna kadar okuduysanız ve kendimce bakış açımı bir nebze de olsa anlatabildiysem; düşünceniz ne olursa olsun yine de teşekkürler.

breaking bad

hemen hemen birçok yabancı diziyi izlediğim halde bir turlu isinamadigim ve herkesin bu kadar bayılmasının da biraz abartı olduğunu düşündüğüm dizi...

geçmişe dair silmeye kıyamadığınız fotoğraflar

arkadaşlık anlamında, biriyle gerçekten bitmişse hiç tereddüt etmeden sildiğim, benim için önemsiz olan bir konudur, çünkü o resim artık geçmişte kalmıştır ve her bakışta o zamanları hatırlayıp iç çekmek-hatırlamak bana geçmişe takılmak gibi geliyor. hele de o kişi bu durumda suçlu olan ise.

eğer resimde çok iyi çıktığımı düşünüyorsam resmin kendim olan bölümünü kesip ayırma bencilliğini de yapmışlığım vardır...

spor salonundan adam kaldırmak

nedensizce birçok arkadaşımın biz gaylerin bunu her zaman, çok kolay yaptığımızı düşünmesini sağlayan eylem. neredeyse 2,5-3 yıldır aynı ve epey de gay nüfusun yüksek olduğunu düşündüğüm bir spor salonuna gidiyorum, değil adam kaldırmak herhangi bir insan ile etkileşime giriştiğim olmadı, hatta kaldırılan bile olmadım.

neden? çünkü kaslı beyler yine kendi gibi kaslı maslı, fit, boylu-poslu beylere gidiyor arkadaşlar. hayat bir amerikan filmi değil ki bicepli beyler göbeğe bakmaksızın sizi kabullensin. ne bileyim, bir anlam da haksız da bulmuyorum aslında: seksi olsun olmasın herkes karşısında seksi(en azından kendisi düzeyinde) birilerini istiyor, hak ettiğini düşünüyor falan. bunlar hep daha fazlasını istemenin sonucu bazen insan kendisi için en iyisi-yeterli olanı kabullenmeli oysa ki.

tinder

yaşadığım onca başarısız date sonrası geçen sene bu zamanlar son çare ''bi de burayı deneyeyim'' derken pek de bir şey yaşamayıp; son 3 ayda beni allak bullak eden arkadaşla tanıştığım mecra olmasından da yeri bende ayrı. canımsın tinder. her açtığımda '' it's going down, i'm yelling tindeeeeeer'' diye bağırasım geliyor bir ke$ha'ymışcasına. kendimi ne zannediyorsam.

bu arada algoritmasında mı neyindeyse bi sorun olduğunu düşünüyorum zira %100 masc, saglamtip, gaybro bir errrkek olmama rağmen karşıma bazen kadınlar, hetero hetero abiler falan çıkıyor bir kendimi sorgulamama neden oluyor. gereğinin yapılmasını rica ediyorum yetkililerden.
Henüz takip ettiği biri yok.